İlk ciddi sayılabilecek makalemi, Eco’nun “Foucault Sarkacı” isimli romanı üzerine yazmıştım. O kitapta Eco, “semiyoloji-göstergebilim” alanındaki maharetini, kelimeler ve şifreler, veriler ve bağlantıları arasında bir sarkaç gibi gidip gelerek sergiliyordu. Şu iktibas, hem kitabın muhtevası hem de Eco’nun serüveni hakkında fikir verecektir sanıyorum:
- “Ne olursa olsun bir veri, ancak başka bir veriyle bağıntılıysa önem kazanır. Bağıntı (irtibat) tezahürü değiştirir. Dünyadaki her görünüşün, her sesin, yazılan veya söylenilen her sözün, görünürdeki anlamından öte, bize bir sırdan söz ettiğini düşünmeye götürür insanı bu. Kural basittir: Kuşkulanmak, durmadan kuşkulanmak. Bir “Giriş Yasaktır” levhasının ardındaki anlamı bile okuyabilir insan.”
İtalya’nın Alessandria kentinde 5 Ocak 1932’de dünyaya gelen Umberto Eco, 1954 yılında ortaçağ felsefesi ve edebiyatı üzerine yazdığı tezle Torino Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra 1961 yılında akademik kariyerine başlayarak, sırasıyla Torino, Floransa ve Bologna üniversitelerinde ilmî çalışmalarını sürdürdü. Avrupa’nın en eski üniversitesi olan Bologna Üniversitesi’nde profesör olarak görev yapıyor, zaman zaman da Harvard, Cambridge, Oxford gibi üniversitelerde özel dersler veriyordu.
“Kendimi, hafta sonlarında roman yazan ciddi bir profesör olarak görüyorum” diyen Eco, popüler kültür, edebiyat ve sanat çözümlemeleri ile dikkat çekiyordu. İlk romanı “Gülün Adı”nı 1980’de yazan Umberto Eco’nun bu kitabı yaklaşık 30 dile çevrildi ve dünya genelinde 10 milyondan fazla sattı. 1986’da aynı adlı sinemaya uyarlanmıştı.
“Gülün Adı”nın tüm bu popülaritesine rağmen, “bugüne kadar 6 roman yazdım ve son 5 tanesi daha güzel ama herkes hep Gülün Adı’ndan bahsediyor. Bense bundan nefret ediyorum, bir nevi lanet haline geldi. Yeni bir kitabım çıktığında bile Gülün Adı’nın satışları artıyor” diyerek, üstüne yapışan bu etiketten rahatsızlığını dile getirmişti Eco. Ne var ki, öldükten sonra hakkında yapılan haberlerin ilk cümlesi “Gülün Adı romanının yazarı” ile başlıyordu.
Romanları, semiyoloji çalışmaları ve denemelerinden oluşan onlarca kitaba imza atan Umberto Eco, yine bu çalışmaları ile onlarca ödül aldı. Hemen hemen tüm kitapları Türkçe’ye tercüme edildi.
ARAB BAHARI
Bir gazetecinin Arab Baharı ile ilgili sorduğu soruya, aslında “fikir ihtiyacının” yanlış yerde arandığına işaret eden cevabı, onun aktüel hadiselerdeki keskin bakışını da gözler önüne seriyor:
- “Arab Baharı dediler, yeni bir demokrasi modeli için yeni teknolojik enstrümanlarla insanlar diktatörlere karşı bir araya geldi dediler. Ne oldu sonra Arab Baharı? Olmadı o Arab Baharı. Başarısızlıktır. Yani yeni teknolojik aletlerin ve iletişim kanallarının rolü üzerine abartılı bir iyimserlik içinde olmaya gerek yok. İnternet var diye Rousseau’nun yazdıkları yerine başkasını koyabiliyor musunuz? Koyamazsınız. Evet, internet üzerinden iletişimin Arab Baharı’nda etkisi olmuştur. Ama yaşananlar aynı zamanda internette ortaya çıkan düşüncenin ölümsüz olmadığını da gösterdi. Oradan çıkan düşünceler yeni bir siyasi yaklaşıma yahut düşünce sistematiğine dönüşmedi. Arab Baharı tarihte bir pasaj oldu ama çözüm olamadı.”
ÇÖLDE BAĞIRAN İNSANIN SESİ
İlerleyen yaşına rağmen çalışmalarına ara vermeyen Umberto Eco, Tempo dergisinin Ağustos 2015’de çıkan bir sayısında yayınlanan “Katı Olan Herşey Akıyor” başlıklı makalesinde, Bauman’ın görüşlerinden yola çıkarak, günümüzde meydana gelen “öfke hareketlerini” anlamlandırmaya çalışmış ve şöyle demişti:
- “Birileri siyasi partileri artık oyları kontrol eden, sundukları fırsatlara göre onları seçen bir demagog ile bir değnekçibaşının -ve bu, zübükleri bile anlaşılabilir kılıyor- bindiği taksiye benzetiyor. Sadece bireyler değil toplumun kendisi sürekli bir gelgeçlik sürecinde yaşıyor.
Bu akışkanlığın yerine ne konabilir? Henüz bilmiyoruz ve bu yöneticisiz dönem yeterince uzun sürecek. Bauman (yukarıdan, devletten yahut devrimden gelecek kurtuluşa inancın yok olmasıyla birlikte) öfke hareketinin yöneticisiz dönem özelliğine sahip olduğunu söylüyor. Bu hareketler ne istediklerini değil ne istemediklerini biliyorlar. Ve kamu düzenini sağlayanların Kara Blok ile ilgili sorunları artık onları, anarşistler, faşistler, Kızıl Tugaylar gibi etiketleştirememeleri. Kimse onların ne zaman ve hangi yönde hareket edeceklerini bilemiyor. Kendileri bile.
Akışkanlığın üstesinden gelmenin yolu var mı? Var, anlaşılmak ve belki atlatılmak için yeni araçlara gereksinim duyan akışkan bir toplumda yaşadığımızın farkında olmak. Ama sorun şu ki, siyaset ve büyük ölçüde aydınlar henüz bu olgunun kapasitesini anlayamadı. Bauman şimdilik ‘çölde bağıran bir insanın sesi’ olarak kalıyor.”
Kasım 2014’te “Adalet Mutlak’a” konferansında Salih Mirzabeyoğlu’nun, gençlik hareketlerinin “biz mevcuda inanmıyoruz. Yerine ne koyacağımızı bilmiyoruz. Onu da bulmak siz yöneticilerin işi...” demesinde altını çizdiği durumu, Umberto Eco, “bu hareketler ne istediklerini değil, ne istemediklerini biliyorlar.” şeklinde özetleyerek, “akışkan toplum” fikrini ifade ediyor. Ve o da, “aydınların henüz bu olgunun kapasitesini anlamamasından” şikâyet ediyor…
Salih Mirzabeyoğlu o konferansta, mealen, “hangi fikirde olursan ol, bendeki sen ve sendeki ben meselesinde bir nisbet sahibi ol. Neyi değerlendirirsen o sende tezatsız bir bütünlük göstersin.” diyor ve ekliyordu: “Fikirde arslan payı bizde!..”
Batı’nın en önemli entelektüellerinden biri olarak gösterilen Umberto Eco’nun, hattâ “popüler olmakla” itham edilen bir profesörün, “dünyayı okumak” ve bu dünyadan giderken bile “geleceğe dair” fikir üretmekten vazgeçmeyişini ibretle görelim.
Ve onun eserlerinde, bir semiyoloji ustası olarak, “herşeyin birbiriyle alâkası var” noktasından hareket etmekle birlikte, bunu çeşitli eserleriyle sadece “tesbit etmek”ten öteye geçememesini ve “bütünleyememesini” de…
Baran Dergisi 477. Sayı