Her nesil, kendi görevinin yanı sıra önceki ve sonraki nesil arasında bağ kurmak ile sorumludur. Bu hayatta süreç ifade eden ne varsa baş ve son noktaları arasında organik bağ bulunur, bulunmak zorundadır.
Istırap, suret kazanma temayülünün bir sonucu olarak, “nasıl”ını arayıp her sahada ferdin kabulündeki metotla ilerleme-varlığını ortaya koyma mecburiyetini doğurur. Istırabın şekil bulduğu raddenin aksiyona tekâmülünü de üstün fikir sağlar.
İdeolojik sahada misyon üstlenmek, ıstırabın doğurduğu oluş süreciyle birlikte mevzuunda zamanının gerektirdiği şekilde aksiyona girişmenin, en azından bu meylin ifadecisidir.
“Her insan ve her toplum ayrı zamanın temsilcileridir. Zaman, KADANS dedikleri ahenk helezonuna vak'aların posasını değil de keyfiyeti yerleştirme işinde başka gaye tanımaz. Bu ‘tarihî-zamanî’ şuur önünde, kronolojik tarih ve tarihî ‘konjonktür-devre’lerin her dilimi, zamanın maksatlılığı açısından bütün dilimleri içinde barındırır... Bütünün parçaya tecellisi hikmeti.” (1)
Üstlenilen yahut üstlenilmeyi bekleyen roller, eşya ve hadiseler etrafında değişen aksiyon zeminine göre şekil aldığına ve bu yolla şahıslarda tecelli ettiğine göre; kendini insana empoze eden meselelere karşı alınan tavır da yenilenmek zorundaki bu da çağdan çağa misyonların farklılığına vesiledir.
Bu tespitler ışığında günümüze bakıldığında rol üstlenme hususunda karşılaşılan iki temel problem: Hareket sahasındaki tercih hatası ve nesiller arası kopukluk.
Hareket sahası ve hata
Normatif şuur hatasına da örneklik edecek bu problem -bir boş vermişlikle de- teoriyi pratiğe, pratiği yok sayarcasına tercih etmekten doğar. Fikir adı altında ortaya konulan dünün aynından farksız tekerlemeler, davanın edebiyatla hallolacağını söyleyenlerin tarafımızdaki (!) simetriğidir. Kaçırılan nokta -artık nasıl oluyorsa?- şu ki, pratik teoriye dâhildir ve kemmiyetin de keyfiyeti vardır. “Bir yanda keyfiyetsiz kemmiyetin bir hiç olduğunu anlamayanlar; öte yanda, bizzat kendi mevzuundan başlayarak, keyfiyet olsa, bunun kemmiyet ihtiyacıyla kemmiyet plânına intikal edeceğini anlamayanlar.” (2)
Mevzu hataya düşenleri kategorize edelim. Her neslin sunulan zeminde üstüne düşen vazifesinin farklı olmasından bahsetmiştik; birinci kategorinin kaynağı, düşünceyi pratik sahalara tercihin ana sebebi, vasıta şartlarının kestirilememesidir. Nasıl tavır alınacağını bilmeden öncekilerin tavrına bakıp aynını devam ettirmeye kalkanlar. Yani, “Bir metodun başarısı harcanan zamana değil, kaydedilen ilerlemeye bağlıdır. Peki, bu metod bugün nasıl bir ilerlemeye vesile ve yerine tercih edildiğini yok saymaya değecek neyi var?” sorusuna bile cevap veremeyecek taklitçi grup.
İkinci kategoridekiler, kıt aklın ve kurnazlığın ürünü olarak, halk nazarında düşünmenin yapmaya kıyasla fiyakalı sayılması sonucu -ki düşünmek ve yapmak farklı değildir- kendine düşünür payını verenler... Önceki nesilden kalanların tesiri altında kalarak yahut bizzat kendiyle, eskiye dair olanın karizmasını bünyesinde devam ettirmeye çalışanlar, tıpkı hastasının iyileşmesi işine yaramayan doktor misali, mücadelesi kendi pozisyonunu devam ettirme üzerine. Görevi tekerlemecilik olanlar, İslam inkılâbı sonrası adam yerine konur mu hiç?
Son kategori, şahitlik etkisi ile de açıklanan, “bir toplulukta gerekenin yapılma yüzdesi insan kemmiyeti ile ters orantılıdır” hükmünce mühim mevzuları “bu da başkasının görevi” anlayışıyla sürekli bir başkasına ısmarlayanlar. Bu anlayışın fenalık ve fevkaladelik içeren durumlarda etkisini yitirdiği ortadadır. Bu hallerde gösterilen reaksiyonu “normal şartlar” için geçerli kılmayı (fevkaladelikle karşılaşmayı normalleştirmeyi) -ne çetindir bu iş!- şuurlarda bir çerçeveye oturtan müthiş ifadeye (“benim olmadığım yerde kimse yoktur” düsturuna) bağlılığın ehemmiyeti de günümüz şartlariyle tersinden işaretleniyor.
İBDA Mimarı’ndan:
“İçlerindeki en anlayışsız kütleri de, ‘ne yapacaksın?’ sorusu karşısında, sanki Kur'ân ve Hadîsi gösterenler... Doğrudan doğruya bu idrak bile, İSLAM'A MUHATAP ANLAYIŞ zaruretini göstermiyor mu? Akıldan yana hödük ve ruhtan yana kütük bir adamda, İslamî hakikatlerin hangisi tecelli eder ki?” (3)
Bahsimizdeki tiplerin mütefekkirin işaret ettikleriyle tek farkı Büyük Doğu idealine bağlılık iddiasıdır ki aslı onun ardına saklanmaktır. Bu tiplere sorulması gereken: “Hani Büyük Doğu ve nerede senin bu yola nisbetle varlığın?”
Pratik sahadan el çekmenin kaçınılmaz sonucu olarak, bu alanda boy gösterme imkânlarına (ekonomik, teknolojik, hukuki vs.) malik olmamanın gençleri etkilediği de açık ki bu da mevzularının sahasına inmelerine mâni oluyor ve bu fikrî olarak da sahil kıyılarında dolaşıp deryadan nasipsiz kalmanın aynıdır. Gençlerin önündeki bu müşkülün çözümü, sistemli harekete çatı olacak bünyeyi ortaya koymaktır.
Nesiller arası kopukluk
Her nesil, kendi görevinin yanı sıra önceki ve sonraki nesil arasında bağ kurmak ile sorumludur. Bu hayatta süreç ifade eden ne varsa baş ve son noktaları arasında organik bağ bulunur, bulunmak zorundadır. Nesiller arası köprü işlevinin olmadığı bir teşekkülde ihtilal-inkılâp hareketinden bahsedilemez. Bayrak yarışı misali birbirinin devamı niteliğinde olan nesillerin, madde planında bırakacak hiçbir şeyi yoksa dahi, kendi oluş çilesini ve aksiyoner heyecanını birbirine devretme mecburiyeti var.
Nesiller arası kopukluk yalnızca boş vermişlik değil, tercihler sonucu düşülen zorlukla da doğabilir. Bir misal, “illegal” zeminde faaliyet gösterme gayesiyle “legal”i arka plana atmak, sonrasında da “legal”e girişecek şartlara uzak kalmak ki bu da -demin bahsedilen- hareketin bir sahada hapsolmasıyla ilişkili. Günümüze baktığımızda ise üzerinde düşülmesi gereken, o geniş çaplı hareketin gençliğe ne kadar ulaştırılabildiği, nereden nereye geldiğidir.
Kaynakça
1- Salih Mirzabeyoğlu, İslam’a Muhatap Anlayış, İBDA Yayınları, İstanbul, 2021, s. 16.
2- Salih Mirzabeyoğlu, Necip Fazıl’la Başbaşa, İBDA Yayınları, İstanbul, 2019, s. 65.
3- Salih Mirzabeyoğlu, İslam’a Muhatap Anlayış, İBDA Yayınları, İstanbul, 2021, s. 17.
Aylık Baran 15. Sayı, Mayıs 2023