“Terkibi hüküm” deyince ne anlıyoruz? “Terkib” ve “hüküm” kelimelerinden müteşekkil olan “Terkibi hüküm” kavramı, İBDA Fikriyatında sıkça tekrar edilen bir kavramdır. “Bir bütünü teşkil eden parçaların veya unsurların estetik ölçüler içinde birbiriyle uyuşması anlamına gelen, çeşitli ilim ve sanat dallarında kullanılan terim” mânâsına “ahenk” kelimesinin karşılığı olarak da kullanılan “terkib” kelimesi, Arapça bir kelime olup, Osmanlıca Lûgatta “birleşim, sentez”, “birkaç şeyin beraber olması; birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek”, “birbirine karıştırılmış maddeler” ve “birleştirme, tamlama” mânâsınadır. Yine Arapça bir kelime olan hüküm ise, “yargı”, “karar” ve “egemenlik” mânâsınadır.
İBDA Fikriyatı veya Hikemiyatında “Terkibi Hüküm” şeklinde kullanılan ifade kalıbı, Felsefede, meselâ Kant’ın Felsefî literatüründe “Bireşimsel veya Sentetik Yargı” şeklinde kullanılmaktadır. Kant’ta, “Yüklem kavramının konu kavramının dışında bulunduğu yargı… Buna genişletici yargı da denir, çünkü bireşimsel yargı, konu kavramına, bu kavramda hiç düşünülmemiş olan ve bu kavramın çözümlenmesiyle çıkarılamayacak olan bir yüklem katar. (Meselâ, “Cisimler ağırdır.”)
Not: Sentetik, İngilizce lûgatta “doğal kaynaklardan doğrudan sağlanmamış, daha yalın yapılı bileşiklerden kimi tepkimelerle türetilmiş olan (özdek)” mânâsınadır.
İBDA Fikriyatında “terkib” kelimesi, meâlen söylersek, “unsurların meydana getirdiği, fakat unsurlardan bağımsız olarak anlam kazanan unsur üstü bir şey” mânâsınadır. “Terkibi hüküm” denilen mefhum da işte bu “unsur üstü şey”ler üzerinden yeni bir “hüküm cümlesi” meydana getirme çabasıdır. Bu çaba, fikrin kendine has ve hususi derinlik buudundan bedahet çerçevesinde örgüleştirilen belirli bir mânânın ifade kalıbı olarak da algılanabilir. “Sentetik” veya “bireşimsel” olması da buna binaen.
Bir hatırlatma yapalım. Başlıkta saklı olan bir soruya İBDA Fikriyatına aşina olan hiç kimse “aşinalık taslamak” şeklinde bir cevab vermez. Vermemelidir de. Gayet tabii ki de uygun cevap, “aşina olmak” şeklindedir. Buna rağmen yine de “aşinalık taslamak” mümkündür. Bu tür bir tehlikenin üstesinden gelmek adına İBDA Fikriyatında nazik bir yol da gösterilmiştir ki o da şu: “Aşina olunan kalıplar üzerinden aşina olunmayan mânâların verilmesi.”
Daha evvel Baran Dergisi’nde yayımlanan “Su Keyfiyeti” ile ilgili yazımızda kullandığımız bir “terkibi hükmü” burada ele alalım. Sözkonusu yazıda yer verdiğimiz gibi, İBDA Mimarı, mücadele ve mücahede çerçevesinde her şart altında fikrin tatbikine dair şu şekil bir “terkibi hüküm”e yer veriyor:
“Biz, su gibi bir keyfiyetin mâlikiyiz; buhar oluruz, buz oluruz... Fikirse fikir, kavgaysa kavga; her şartta geçerli bir hassaya sahibiz...”
Yukarıdaki “terkibi hüküm”, muhakkak ki İBDA Fikriyatına bağlı İbdacılar tarafından “hükme getirilmesi gereken” veya “pay sahibi olunması gereken” bir “terkibi hüküm” olarak kullanılmıştır. Çok açıktır ki, yukarıda sözkonusu olan “terkibi hüküm”de İBDA Mimarı, “su keyfiyeti”nin tüm özelliklerini olumlu bir mânâda kullanmaktadır. “Varlıklar mecmuu”nda hemen her şey, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamından” izler taşır. Bu çerçeveden bakıldığında, sözkonusu “terkibi hüküm” zıddını da mündemiçtir, denilebilir. Tam da bu noktada, mesela sözkonusu yazımızda biz, “su keyfiyeti”nin tüm özelliklerini “olumsuz” bir mânâda kullandık. Yani “aşina olunan kalıplar üzerinden aşina olunmayan mânâların verilmesi” sözüne de bir atıf yaparak, “su keyfiyeti”nde saklı “akmak”, “buz olmak” ve “buhar olmak” mânâlarını bir “öz eleştiri” olarak kullandık. Su gibi akamadığımızdan dolayı “buz olmak” mânâsını “hareketsizlik”, “donma” veya “donuklaşma” -ki bu durum, uzantısı halinde fikrin nefslerde putlaştırılmasına kadar gider-, “buhar olmak” esprisini de “ortadan kaybolma”, “yok olma” veya “görün(e)meme” mânâsında kullandık.
Bu kısa ve gerekli notu düştükten sonra yazımızın ana temasına geçebiliriz. Denilebilir ki, İBDA Mimarı’nın örgüleştiği “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi baştan sona “terkibi hükümler” manzumesidir. İBDA Fikriyatında ifade edildiği üzere, “terkibi hükümler”, gayet tabii ki de “hükme getirilmesi gereken” olarak, meâlen söylersek, “unsurların meydana getirdiği unsur üstü bir mânâyı mündemiçtir.” Unsurlardan bağımsız olarak anlam kazanan “terkibi hükümler”, her şeye rağmen yine de unsurlardan büsbütün bağımsız değildir. Ama “terkib” denilen mefhum illa ki unsurların meydana getirdiği bir şeydir, bu kat’idir. Ama illa ki unsurların bir toplamı da değildir. Bu da kat’idir. Aslında varlıkta “varlık” olarak anlam kazanan hemen her şey, “derinliğine doğru” bir terkib ifade eder. Değil mi ki varlığı “varlık” alanına çıkaran her bir kelime veya kavram zâtiyle birer terkibdirler. Nitekim her bir kelime, “derinliğine ve genişliğine doğru” belirli bir mânânın ifadecisi olmak bakımından, “zıt kutuplar arası muvazenenin üstün nizamı”ndan izler taşır. Evet; şeylerin ifade kalıbı olarak da anlam kazanan her bir kelime veya kavram, zâtiyle birer “terkib” ifade ederler. Meselâ “insan” kelimesini ele alalım. “Ruh ve bedenden müteşekkil olan insan”, “ruh ve beden zıtlığı”ndan tüten belirli bir mânânın terkibidir. Burada insandaki “terkib sırrı”, “küllî ruh”un bir yansıması olarak da anlam kazanmaktadır, ayrı mesele. “Derinliğine doğru” bir terkib keyfiyetini haiz her bir kelime veya kavram, çok defa “unsur” keyfiyetine de bürünebilir. Meselâ insan, “genişliğine doğru” anlam kazanmaya başladığında “topluluk hakikati”nin meydana getirilmesinde bir unsur keyfiyetine bürünür. Öyle ya, meselâ “toplum, fertlerin demetinden müteşekkil” bir alana, yani fertlerin meydana getirdiği bir topluluğa işaret eder. Diğer taraftan, meselâ “yemek” dediğimiz şey de bir “terkib” ifadesindedir. “Sistem” dediğimiz şey hakeza. Misalleri çoğaltmak mümkündür. Kısa ve öz söylemek gerekirse, “terkibi hükümler manzumesi” olarak anlam kazanan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin bizatihi kendisi aslında bir “terkibi hüküm” ifadesindedir. Terkiplerin terkibi! Çünkü; belirli bir ruh ve fikir sistemi veya dünya görüşünden fazlası olan “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”, hem bu dünya ve hem de öteki dünyaya hitab ediyor!
Mesele haline getirmek istediğimiz şey, İBDA Fikriyatında kullanılan terkibi hükümlerin ayniyle kullanılıp kullanılmamasına dairdir. İBDA Mimarı der ki, meâlen söylersek, “sohbet, terkibi hükümlere aşina insanlar arasında olur.” İBDA Fikriyatında baskın olan mânâ, hiç şüphesiz ki bir sohbet edasıdır. Bu eda fikrin ruhu ile de pek uyumludur. Çünkü; fikriyatın kendisi durağan değil, canlıdır. Ashab örneği burada çok önemli bir nokta olarak düşünülebilir. Bu mânâdan olarak, meselâ “Örnek Ümmet Modeli: Asr-ı Saadet” vurgusu hiç de boşuna değildir. Allah Resûlü’ne olan bitişikliğinden mülhem olsa gerektir, bunun Nakşilik üzerinden verilmesi de yine hiç mi hiç boşuna değildir. Hem sonra, Nakşilikte erdirici olan yegâne usul sohbettir. İBDA Mimarı'nın “Nakşi sırrıdır kavgam!” demesinin hikmetlerinden biri de bu olsa gerektir. Nitekim eserler hakkında, “anlayış temin edici teoriden daha pratik yol yoktur” derken de kuvvetle muhtemel bu mânâ tahkim edilmektedir.
Not: İBDA Fikriyatıyla yeni tanışmış, ama İBDA Mimarı ile henüz karşılaşmamıştım. Eserleri anlamak için büyük bir çaba sarfediyorum. Bir ara “Nasıl Birlik” isimli konferansını videodan izledim. Ben o videoyu izledikten sonra İBDA Mimarı’nın tüm eserlerini kendi sesinden dinliyormuşçasına okudum. Onun sesini her okuyuşumda duyabildim. Dahası, bir keresinde görüntüsü üzerinden kafamı öne eğdim ve kitabın sayfasına uzun süre utancımdan bakamadım.
İBDA Fikriyatında sıkça tekrar edilen “terkibi hükümler” fikre muhatap insanlar tarafından ayniyle kullanılmalı mıdır? Kullanılacaksa nasıl kullanılmalıdır? Bedii zevkin olmadığı yerde en ulvi şeylerin pespayeleştirildiği, bedii zevkin olduğu yerde ise en süfli şeylerin dahi mânâlı kılındığı durumların olduğu malumdur. Kanaatimce “edebe riayet” çerçevesinde “yerindelik” sözkonusu olduktan sonra tüm “terkibi hükümler” sıkça ve korkusuzca kullanılmalıdır. Kullanılmalıdır; çünkü, “aşinalık taslamak” tehlikesini içinde barındırsa da, yine de “aşina olmak” başka türlü mümkün görünmüyor. Hiç bir İbdacı bilerek ve isteyerek “aşinalık taslamak” kasdıyla “terkibi hükümler”i olur olmadık yerde kullanmaz. Velev ki yanlış ve maksadı aşan bir kullanım sözkonusu olsun, “dayanışmalı fikir oluşumu”nun bir gereği olarak, münasip bir üslub ile “yerindelik nasıl olur?” şeklinde bir yaklaşım daha münasiptir. Yanlış kullanımın önüne geçmek için doğrudan müdahaleden ziyade, doğru örneklerin çokça tekrar edilmesinde fayda vardır. Aslında “her şeyde bir hayır var” esprisi de dikkate alındığında, meselâ “şerde de bir hayır var” durumu dikkate alındığında, meâlen söylersek, “bir şey yap, velev ki yaptığın şey yanlış olsun, en azından yanlış yaptığını söyleyen birisine doğru söyleme imkanı vermiş olursun” mevzuunda olduğu gibi, yanlış yapmaktan da korkmamak lazım.
İBDA Külliyatında “suret ve mânâ ilişkisi” çerçevesinde sıkça tekrar edilen üç esaslı bir “terkibi hüküm”den söz edelim. Bunlardan biri “Suretler olmadan mânâlar ebediyyen tecelliye gelmez”, diğeri “mânâlar ona uygun surette tecelli eder” ve sonuncusu ise “Suret mânânın aynıdır” şeklindedir. Bu “terkibi hükümler”, “yerindelik” ilkesi gereğince pek çok yerde ve mevzu içerisinde pek çok defa kullanılmıştır. İbdacılar olarak bizler de sıkça kullanıyoruz, kullanmak durumunda kalıyoruz. İlla ki İBDA Mimarı’nın kullandığı gibi kullanmak durumunda değiliz elbet. Neticede bu bir ifade kalıbıdır ve pek çok mevzuun halli noktasında çok rahatlıkla kullanılabilir bir keyfiyeti haizdir. Öyle olur ki kullanmak zorunluluğu dahi doğabilir. Çünkü mevzuun murada uygun anlaşılmasında bir gereklilik olarak ortaya çıkabilir, çıkıyor.
Hatırlatmakta fayda var. Haliç Kongre Merkezi’nde vermiş oldukları “Adalet Mutlak’a’” isimli Konferansında İBDA Mimarı, “Şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değiştiği”ne dair bir “terkibi hükmü” misallendirirlerken, orada, yolda veya sert zeminde/kaya üstünde yürüme, yumuşak/toprak zeminde yürüme ve su olan bir yerde yürüme örneğine değinmişlerdi. Hepsinde yürüme sözkonusu ama “yerindelik” durumu sözkonusu olduğunda mahiyet değişiyor. Şimdi buradan hareketle yine bir önceki yazımızda değindiğimiz “kurban” örneğini misal olarak verebiliriz. Normal şartlar altında “kurban” farz olan bir ibadettir ve her yıl Kurban Bayramı’nda maddi durumu iyi olan, yani hali vakti yerinde olan Müslümanlar tarafında malın zekatı çerçevesinde ifa edilir. Hali vakti yerinde olup olmamasına bakılmaksızın kişinin bizzat kendini “kurban” etmesi ise, şehitlik mertebesini de davet eden bir noktada, “bedenin zekatı” mânâsına “bedenin fedası veya kurban edilmesi” mânâsınadır. Bunun da bir üst mertebesi halinde yine “kişinin kendi nefsin kurban etmesi” mânâsına Velilik tavrıdır ki bu da yine “kurban” mânâsını mündemiçtir. Tüm bunlar, “şuur seviyesinin her değişiminde gerçeklik seviyesinin de değiştiği”nin alameti farikası olarak okunabilir. Aynı zamanda, “aşina olunan kalıplar üzerinden aşina olunmayan mânâların verilmesi”ni de önceleyen bir mânâda okunabilir.
Görüş: Osman Temiz