Yazımızın ilk bölümünde bugün süren mücadelenin esasını tesbit etmeye çalışacağız.
Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile başlayan süreç, Müslümanlar için “Kurtuluş Savaşı” olarak anlam kazandı ve o gün bugündür büyük bir “Kurtuluş Savaşı” verilmektedir. “Kurtuluş Savaşı”nın henüz gayesine ermediği bizzat “Kurtuluş Gemisi”nin kaptanı olarak beliren, zuhur eden “Kaptan Kusto” tarafından dile getirilmiştir. “Kaptan Kusto” ve “Kurtuluş Gemisi”…
Ta ki “İlk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem Aleyhisselâm”dan günümüze değin gelen süreçte insanlığın fıtratına musallat olmakla vazifeli İblis/Şeytan, onun tasarrufunda iş kotaran Deccal Komitesi ve onun tetikçiliğini yapan Ebedî Cehennemlik Klik veya Zümre, “insanlığın tarlası veya gemisi” olan bu dünyada hem dünya hakimiyetini ele geçirmek ve hem de “insanlığın kurtuluş gemisi” olarak da anlam kazanan “nefs-i natıka” veya “insanî ruh”a pranga vurmak ve onu kendisine esir etmek istemektedir. Bu mevzuun mukadderat bahsi ile doğrudan ilgili olduğunu söylemeye gerek yok. Bundan dolayıdır ki bu mevzudaki değerlendirmelerin geçmiş ve gelecek zamanı mündemiç “an” esprisi üzerinden yapılması bir zarurettir. “An”da tecelli eden mânâdan bağımsız hiçbir değerlendirmenin vuzuha kavuşturulamayacağı çok açık ve seçiktir.
Mukadderat bahsini daha yakından anlayabilmek için, ilkin bütün varlığın yüzü suyu hürmetine yaratıldığı Allah Resûlü’nde tecelli eden “mutlak hakikat” hâlinde, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine kulak kabartmak gerekiyor. Daha sonra da, ta ki Allah Resûlü’nden başlayarak pratikte “Yaşayan İslâm” olarak, “kesiksiz oluş” hâlinde Osmanlı Devleti’ne kadar gelen süreci ve sonrasında cereyan eden hadiseleri de çok iyi tahlil ve tenkid etmek gerekiyor. Çapımız nisbetince burada bunu yapmaya çalışacağız. Ama yazının dergi formatındaki muhtevası, yazının sınırlandırılmasını da beraberinde getiriyor. Umarım faydalı bir yazı olarak değerlendirilir.
Zâhirî mânâda hatası sebebiyle, hikmet buudundan bakıldığında ise halifeliği görünsün diye imtihan sırrı çerçevesinde Cennetten sefillerin en sefili olan âleme, yani dünyaya sürgün edilen Hazret-i Adem Aleyhisselâm ve onun mânâsının düşmanı olarak da anlam kazanan ve kibir abidesi olarak insanlığa musallat olan ve/veya olacak olan Şeytan/İblis arasındaki maddî ve manevî/dünyevî ve uhrevî savaş, ta ki kıyamete kadar sürecektir. Bu mevzuun spesifik olarak düğümlendiği mihenk nokta, tek insanın kendi nefsiyle mücadelesi olduğunu söylemeye gerek yok. Nitekim imtihan dünyası olarak da anlam kazanan bu dünyada insan, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmeye memurdur. Ya nefs kutbunda İblis/Şeytan’ın borazanlığını yapacak, veyahut da ruh kutbunda Müslüman veya Mümin/Kul olabilmenin hakkını verebilmek adına hak ve hakikat neferliğine soyunacak.
Bugün “ilim mi, din mi?” sorusunun “ilim” cevabı üzerinden nefs kutbunun temsilcileri olarak dünya hakimiyetini ele geçirip “ruhu hadım etmek” hesabı üzerinde olanlardır ki vakti zamanında pratikte “Yaşayan İslâm”ın son kalesi olan Osmanlı Devleti’nin tasfiyesini gerçekleştirdiler. Bunun mukadderata bakan veçhesi de öyle olmasını gerektiriyordu, ayrı mesele; çünkü içinde bulunulan zaman “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi ile doğrudan ilintiliydi. Hal böyle olunca da, “olan” olacaktı ve olan da oldu, yani Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi gerçekleşti. Ben şahsen, Osmanlı Hanedanlığı’nın büyüklüğünü, bileğinin ve emeğinin gücüyle elde ettiği 600 yıllık birikimini “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine olan sadakatine ve bu uğurda kendini feda etmesine bağlıyorum. İstikbâlin izzeti adına Hanedanlık büyük bir zillete göğüs germiştir. Bu mevzuda Cennet Mekân Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri mihrak şahsiyettir. Denilebilir ki, Osmanlı Devleti sonrası mukadderatı ilk idrak eden kişi Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’dir. Bundan dolayıdır ki Sultan 2. Abdülhamid Han Hazretleri’nin tüm hazırlıkları, Osmanlı Devleti sonrası kurulması muhtemel devletin üzerine bina edilmiştir. Ta o zamandan başlayarak yüzyıllık bir sürecin temel taşları yerli yerine oturtulmuştur. Neyse mevzumuz bu değil. Esas mevzumuza gelelim.
Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinin gerçekleştirilmesine zemin hazırlayanlar, hiç şüphesiz ki İblis/Şeytan’ın dölleri mânâsına Deccal Komitesi’nin tetikçiliğini yapan Küresel Şirketler üzerinden iş kotaran Küresel Sermaye Baronları’dır. 1789 Fransız İhtilâli ile birlikte büyük bir ivme kazanan ve “Yeni Dünya Düzeni Kurucu İradesi” olarak beliren Küresel Sermaye Baronları, imparatorlukların tasfiyesinden hemen sonra onların yerine Ulus-Devlet plan, program ve projelerini devreye soktular. Ulus-Devletlerin hemen hepsi süreç içerisinde uluslararası kurum veya kuruluşlara, bu kurum veya kuruluşları ise sponsorluk adı altında Küresel Sermaye Baronları’nın Uluslararası Şirketleri’ne bağladılar. Adidas, Nike, Coca Cola, Pepsi, Apple, Windows ve daha niceleri… Bu şirketlerin hemen hepsi bugün “Kristal Krallık” hâyâli güden ve merkezinde belli başlı ailelerin yer aldığı para babası Baronlar’a bağlıdır. Bu para babası ailelerin başında Rotschild ve Rockefeller gibi Yuda nesebi Satanist-Paganist ebedî cehennemlikler vardır. İşte bu ebedî cehennemliklerdir ki dünkü Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinde etkin rol aldılar ve sonrasında kurulan Cumhuriyet’te de belirleyici bir konumda oldular ve “kurucu irade” rolüne soyundular. Anadolu insanının sırtına saplanmak üzere 6 ok veya hançerli logosu ile sahaya sürülen CHP üzerinden Laik-Kemalist bir güruhun da doğrudan sponsoru oldular. Her türlü melaneti ve de ihaneti bu güruhun sırtına yükleyerek, Anadolu topraklarında yaşayan tüm halklara gece gündüz kan kusturdular. Bu bir süreçti ve bu süreçte idrakler iğdiş edildi. Neyin ne olduğu anlaşılmaz bir duruma getirildi ve bugünkü Z-Kuşağı denilen “Zort Kuşağı”nın da maddi ve manevi yetiştiricisi oldular. İBDA Mimarı’nın “Aydınlık Savaşçıları -Moro Destanı-”nda işaret buyurduğu veçhile, “… nerde o dağ gibi insanlar / nasıl doğdu bu fareler…”
Laik-Kemalist güruh dünden bugüne kendi varlıklarını borçlu oldukları Küresel Sermaye Baronları karşısında tam bir kurşun asker gibi hazır ve nazır olmuşlardır. “Muassır medeniyetler seviyesine ulaşmak” arzusunun temelinde yatan esas saik de, Küresel Sermaye Baronları’nın arzu ve isteklerinden başkası değildi. Osmanlı Devleti sonrası süreçte bütün mesele mukadderata müdahale etmek ve onun bilfiil önlenmesine yönelik idi, ama olmadı, ötelenmesi veya en azından perdelenmesi idi, o da olmadı, bari bulandıralım denildi, o da olmadı. Evet, olmadı, olamazdı da. Çünkü mukadderat denilen mevzu, “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi üzerinden kaydı düşülen bir zaman dilimi olarak adeta mühürlenmişti. Bu durum, doğrudan doğruya kendilerinin de tasfiye edilmesi mânâsını mündemiç olduğundan, her dem tedirgin yaşamalarına sebebiyet vermiştir.
Denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesi ile birlikte kurulan yeni devletin temelinde yatan mânâ, “Cem-i Ezdad” kavramı üzerinden anlam kazanmıştır. Bu kavramın vuzuha kavuşturulması ise, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından “Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılanan İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’na nasip olmuştur. Bu mevzuda ayrıntılı bilgi edinmek isteyenler İBDA Külliyatına müracaat edebilirler.
Not: “Cem-i ezdad: Birbirine zıd şeylerin bir arada bulunması… Zıtların bir araya gelmesi.”
“Cem-i ezdad” kavramının ifade ettiği mânânın mücessem hâli, Efendi Hazretleri ile Ahbes-i Lâin üzerinden daha bir anlamlıdır. Efendi Hazretleri’nin niçin daimî zikirleri arasında “Ahbes’e lânet!” olduğunu bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. Allah Resûlü karşısında Ebu Cehil her ne mânâ ifade ediyor idiyse, Efendi Hazretleri karşısında Ahbes-i Lâin de benzer bir mânâyı temsil ediyordu, denilebilir. Bu mevzu, Ahir zamanda zuhur etmesi beklenen Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm ile de doğrudan ilişkilidir. Nitekim Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın zamanı, “Asr-ı Saadet”ten izler taşıyan bir “Gölge” keyfiyetini haizdir. Üstad Necip Fazıl ve onun üzerinden İBDA Mimarı’nın Efendi Hazretleri’ne olan bağlılıkları veya sadakatleri bir yana, İBDA Mimarı’nın kendisini Efendi Hazretleri’nin “Faal eli” olarak takdim etmesi çok manidardır. Bu çerçeveden olarak, Efendi Hazretleri’nin “Manzur-u Nazari Piran-ı Kiram- Keremli Pirlerin Nazarlarına Görünen” olarak takdiminin de ayrıca çok dikkatli bir şekilde değerlendirilmesi gerekmektedir. (1)
Denilebilir ki, Osmanlı Devleti’nin tasfiyesinden hemen sonra Efendi Hazretleri, “Devlet-i Ebed Müddet Mânâsı”nın da bizzat koruyucu ve kollayıcısı olarak mevzuya dahil olmuştur. Yani bir nevi “emanet ehline teslim edilmiş”tir. Sözkonusu ulvî bir mânâyı mündemiç emanet, ta o günden başlayarak suretini aramaktadır. Efendi Hazretleri’nin söz konusu ulvî mânâya uygun suret aramak ve bulmak cehdi, onun Cumhuriyet’in kuruluşundan hemen sonra Üstad Necip Fazıl’ı Büyük Doğu Mimarı olarak meydan yerine taşımasıyla yeni bir boyut kazanmıştır. İBDA’nın “Yürüyen Büyük Doğu” olarak anlam kazanmasının temelinde de yine Efendi Hazretleri sözkonusu mânâya uygun bir suret aramak ve bulmak cehdi vardır. Efendi Hazretleri’nin yeni kurulan Devlet’te soyadının “Üç Işık” olarak belirmesi, bu mevzuda çok önemli işaret taşlarından biridir. İBDA Mimarı’nın kendisini Efendi Hazretleri’nin “Faal eli” olarak takdim etmesi ise, Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın bir “tebliğci” olarak değil de, “icracı” olarak anlam kazanması mevzuunu da büyük ölçüde açıklamaktadır. Bir fikrin meydana gelebilmesi için ruhun “nasıl” tavrına karşı aklın “niçin” tavrı belirleyicidir. İBDA Mimarı şöyle der: “Ruhun eşya ve hâdiseler karşısındaki ‘nasıl’ tavrı, insanın ‘varlık’ ve ‘oluş’ bahsinde ‘iç’ ve ‘dış’a doğru şahitliğini kapsar. Aklın ‘niçin’ tavrı ise, kendisinden başlayarak ölçme ve biçme, sebep ve netice arayışıdır.” (2)
“Sultan 2. Abdülhamid Hazretlerini anlamak her şeyi anlamaktır” tespitini yapan Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl’ın şahsında İBDA Mimarı’nı anlamak her şeyi anlamaktır, denilebilir. Devlet ve millet olarak, dahası topyekûn Ümmet-i Muhammed olarak bunun tez elden anlaşılmasını umuyorum.
Yine denilebilir ki, “Üç Işık” esprisi çerçevesinde Efendi Hazretleri, Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl ve “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, mukadderata açılan kapının tek cümle ile son ve som miftahıdır. O kapının kilidi olmadan hiç kimsenin göreceği ve de gösterebileceği bir şey olmadığı gibi, elde edebileceği bir şey de yoktur. Kedinin kendi kuyruğu etrafında dolaşmasına eş bir hayat sürer ve ömrü billah döner durur.
Deccal Komitesi’nin tetikçiliğini yapan Küresel Sermaye Baronları, başlarına nelerin geleceğini bilmek açısından, halihazırda Müslümanlardan çok daha derin bir bilgi sahibidirler. Çünkü onlar, Musa Aleyhisselâm ve Firavun’un Sihirbazları üzerinden esaslı bir pratik bilgi sahibidirler. “Yalan yutan asa”nın “Salih: Karayılan”da mündemiç olduğunu gördüler. Hem Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın Mührünün ve hem de Hazret-i Musa Aleyhisselâm’ın Asasının Kim’de olduğunu gördüler. Yapacak bir şey olmadığını, mukadderat ile er ya da geç yüzleşeceklerini gördüler ve bildiler. Bundan dolayıdır ki her geçen gün biraz daha çok kan kustuklarına emin olabilirsiniz. Bugün her ne kadar en ziyade tedirgin gözüken ezilen dünya hakları ise de, aslında en ziyade tedirgin olanlar bizatihi bahse mevzu para babası Baronlar’dır. Şimdilerde, halihazırda yaptıkları bilim putuna tapınma seansları yapan bilim adamlarının illüzyonlarından başkası değildir. “Mührü” vurmak üzere “Asa”nın ne zaman sahaya sürüleceğini beklerken kan kustukları dahi söylenebilir. Bu bir sabır imtihanıdır. “Allah sabredenlerle beraberdir.” Zafer ise direnenlerin, yani sabredenlerindir. “Beklenen Kahraman”ın niçin ibadetiyle değil de sabrıyla imtihan edileceğine dair çok önemli bir karinedir bu. En çok sabreden Allah olduğuna göre, -ki has isimlerinden biri de Es-Sabûr’dur(3)-, bizzat Allah tarafından müjdelen “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesi’nin tecelli ettiği “Beklenen kahraman”ın durumunu bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. İBDA Mimarı’nın “Telegram” işkencesi altında imanını bir ateş koru gibi elde tutmasının ne mânâya geldiğini de...
Efendi Hazretleri’nin şahsında tecelli eden mânâ, Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’da tecelli eden mânânın bizatihi kendisi olarak anlam kazanan, “Hidayete vesile olan” mânâsıdır. İBDA Mimarı tarafından “Allahu âlem” kasdıyla söylenen söz hâlinde, “Bâtının zâhire çıktığı bir zaman dilimine girdik” sözü, “Hazret-i Mehdî Aleyhisselâm’ın gölgesi ümmetin üzerine düşmüştür” sözü ile kasdedilen mânâyı da mündemiç olarak, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin, kıyamete kadar tüm insanlık için “Hidayete vesile olan” mânâsına, “Kurtuluş Gemisi” olarak anlam kazandığını da göstermektedir. Burada “ruh ve fikir sistemi”nin ismi zikredilirken zannedilmesin ki “Mehdiyyet düşüncesi” sadece bir “ruh ve fikir”den ibarettir. “Fikri yaşmak ve yaşamayı fikir bilmek” mottosu bir yana, “Ben yazdıklarımı yaşarım ve yaşadıklarımı da yazarım” diyen İBDA Mimarı’nın, tıpkı Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl hakkında yaptığı bir tespitte olduğu gibi, bizatihi kendisini “Fikirle çizilmiş suret” olarak takdim etmesinin yanında, “Remz Şahsiyet” bahsini de dikkate almak gerekiyor. Bu durum aslında, “Şehidler ölmez! Ölmezlerse ne yaparlar?” sorusunun da bir nevi cevabı niteliğindedir. “İslâma muhatap anlayışı yenileyen bir ruh ve fikir sistemi”ne nüfuz etmek çabası, “anlayış temin edici teoriden daha pratik yol yoktur” sözü üzerinden muhatabını daha bir diri ve taze tutacaktır. “Eser o dur ki, muhatabını farkında olmadan yetiştirendir” sözü ile ne kasdedildiği üzerinde daha çok düşünmek gerekiyor. Bu mevzuun derinliğinde yatan hikmet, “Yaş ve kuru”nun içinde mündemiç olduğu Kur’an’ı anlayarak okumak, olmadı sadece okumak, o da olmadı okunanı dinlemek, o da olmadı sadece yüzüne bakmanın sevap, dolayısıyla da insan için faydalı olduğu dikkate alındığında ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin ledunnî keyfiyette olması bir yana, “Kur’ân idrakı” olarak beliren “şiir idrakı” ile yazıldığından, “anlamasanız da okuyun!” ifadesinin esasında ne kadar derin ve kıymetli olduğunu da bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor. İBDA Mimarı’nın, “Üstad Necip Fazıl ve benden başka şiirde mânânın suretini bulabilmiş başka kimse yoktur.” sözünü de.
Bu dünyada “dünyada olan” üzerinden “olması gereken”e değil de, bizzat “dünyanın kendisi”ne talib olanların elde edebileceği ve de kazanabileceği hiçbir şey yoktur. “Nuh’un Gemisi” dünyada “olan” üzerinden “olması gereken”di, bundan dolayıdır ki gemiye binenler ebedî kurtuluşa erdiler. Geminin dışında kalanlar ise, bizzat dünyanın kendisini kendilerine “kurtuluş gemisi” yaptılar ve kısa bir zaman sonra da suyun azizliğine uğrayarak ebedî kaybedenlerden olarak cehennemin dibini boyladılar. Bu misalden hareketle, dünyaya muktedir olmak isteyen malum Küresel Sermaye Baronları üzerinden dünyayı kendilerine “kurtuluş gemisi” olarak görenleri bekleyen akıbet “Nuh Tufanı” sonrası akıbetten başkası değildir. Halbu ki dünyada “olan” üzerinden “olması gereken” olarak temayüz eden “Yürüyen Büyük Doğu İBDA” ruh ve fikir sistemi, kendisini “peşin fikir” çerçevesinde tüm insanlığa “Kurtuluş Gemisi” olarak teklif ederken, “iğdiş edilmiş idrak” mânâsına tüm insanlığı da beklenen “Nuh Tufanı”na denk bir “İdrak Tufanı”ndan kurtarmak istemektedir.
Kıyamet öncesi zaman dilimine girildiğinden mütevellid, “Hidayete vesile olan” mânâsını mündemiç olarak, Efendi Hazretleri’nin şahsında “Yürüyen Büyük Doğu İBDA” ruh ve fikir sistemi’nin önü her daim kesilmek istenmiştir. Ta ki Efendi Hazretleri’nden başlayarak her daim “ademe mahkûm” edilmek istenen bir mânâ ve de davanın varlığı söz konusudur. Aslında “ademe mahkûm” edilmek istenen “İstikbâl İslâmındır” mutlak müjdesine taalluk eden mânânın bizatihi kendisidir. İBDA Mimarı’nın şahsında kâmilen temsil edilen bu mânânın bizzat sahibine yapılanların mahiyetini de ele vermektedir. Söz konusu mânâ veya dava, “Bâtının zâhire çıktığı zaman dilimi” olarak anlam kazanmış ve artık işler yoluna koyulmuştur. İBDA’nın kuruluş tarihi olan 1984 yılından bu yana yaşanan hadiseler, mukadderatın kendisini derinden hissettirdiği bir zaman diliminde yaşadığımızı adeta haykırmaktadır. Görene, köre ne!
İBDA’nın kemale erdiği tarihten evvel de sözkonusu mânâ veya davanın önüne geçilmek istendiği malumdur. Bunun sebebi, İBDA Mimarı’nın Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl tarafından “Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılanması olduğunu söylemeye gerek yoktur. Doğru söylemek gerekirse, “Kendinden Zuhur” olarak mottolaştırılan “Büyük Zuhur” kıyamete kadar bâkidir. Kıyamete kadar gerçekleşecek olan her ne varsa, İBDA külliyatında düğümler halinde mevcuttur ve liyakat şartları hasıl oldukça da kendisini “Büyük Zuhur”un bir yansıması olarak gösterecektir.
“Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılanan İBDA’nın “ademe mahkûm” edilmesinin perde arkasında Deccal Komitesi’nin tetikçiliğini yapan, diğer bir ifadeyle de Küresel Sermaye Baronları’nın önderliğinde Anadolu topraklarında konuşlandırılan Laik Kemalist-Şaman artıklarının sakar kırıntıları olduğunu da bilmek gerekiyor. Küresel Sermaye Baronları, kendi istikballerini garanti altına almak adına, ilkin Üstad’ı tarafından İBDA Mimarı’nın “Müjdelerin Müjdesi” olarak karşılandığı tarihte, yani 1979 yılında İran’da bir Şii İslâm Devrimi’nin gerçekleştirilmesinin önünü açtılar ve bunun bizatihi destekçisi oldular. Bugün İsrail ile İran’ın birbirlerine sadece havlamaları, daha doğrusu afkurmalarının arkasında yatan esas saik, iplerinin aynı ellerde olmasındandır. Anadolu merkezli olarak beklenen ve özlenen büyük İslâm İhtilâl ve İnkılabı’nın ötelenmesine yönelik olarak gerçekleştirilen A. Humeyni önderliğindeki Şii İran Devrimi, doğru söylemek gerekirse Deccal Komitesi’nin tetikçiliğini yapan Küresel Sermaye Baronları’na en az 10 yıl kazandırmıştır. Bu süre zarfında, Anadolu topraklarında kıymetten düşen veya düşürülen Laik Kemalist-Şamanist güruhun Kenan Evren önderliğinde gerçekleştirdikleri 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, Laik Kemalist-Şamanistlerin de iyicene kıymetten düşürmüştür. Buna paralel olarak “Ilımlı İslâm” projesinin devreye sokulması neticesinde, Tombul Özal’ın himayesinde daha bir palazlanan “Yahudi Şeyi Fettoş” devreye sokulmuştur. “Yahudi şeyi Fettoş”un şahsında, “Başyücelik Devleti İdeali”nin sahtesinin gerçekleştirilmesi hesapları yapıldı. Bütün bunlarla beraber, “Yahudi şeyi Fettoş”un “Paralel Devlet” yapılanması da yine aynı gayeye hizmet için organize edildi. Yine aynı yıllarda, Şii İran Devrimine karşısında Sünni direnişin önünü kesmek adına, 1979’da başlayıp 1989 yılında kadar süren ve Sovyet Rusya’nın dağılmasına sebebiyet veren Rus-Afgan savaşını da dikkate almak gerekiyor.
Önü alınamayan Sünni İslâmî yükseliş her defasında Küresel Sermaye Baronları tarafından daha bir dikkate değer bulunmuştur. Çünkü her geçen gün daha bir köşeye sıkışıyorlardı. Bu sıkışmışlık halidir ki Postmodern bir darbe olarak tarihte yerini alan 28 Şubat Darbesinin gerçekleştirilmesinin tetikleyicisi oldular. Bu darbe ile birlikte bizzat İBDA Mimarı’na bulaşmaları en büyük hataları oldu. Bu bulaşıklık hali, İBDA Mimarı’nın “Büyük Zuhur”unun yeni bir aşamaya taşınmasına sebebiyet vermiştir. Malum şartlar içerisinde İBDA Mimarı’nın “Dik Duruşu” ve sonrasında, “1999: Ümmetin Kurtuluş Yılı… Müslümanlar dik durun karşınızda leşler var” mottosunun bütün bir İslâm dünyasında yankı bulması ve akabinde, “11 Eylül” gibi büyük bir “Kendinden Zuhur” eyleminin gerçekleştirilmesi, Küresel Sermaye Baronları’nın hamisi konumunda olan Amerika’nın zıvanadan çıkmasını sağladı. Ama ondan evvel, meselâ 1999 Metris ortamında “5 Aralık Zafer Marşı”nın bestelenmesi ve “Maestro” eşliğinde bunun bir “Senfonya” olarak bütün bir Ümmed-i Muhammed’e hediye edilmesi var ki, orada söz konusu olan mânâ, doğrudan doğruya “Sünnetin ihyası” mânâsını mündemiç olarak, “Bedir Savaşı”nın “yeni zaman ve mekân”a taşınması mânâsını da mündemiçtir. Tafsilatına girmeden şu kadarını söylemek gerekir ki, bizzat Kumandan’ın ifadesiyle, meâlen, “Hiçbir savaş Bedir Savaşı’nın çarığı bile olamaz. Ama burada yaşananların dünya savaş tarihinde bir benzeri de yoktur.”
1999 Metris ortamında gerçekleştirilen “5 Aralık Zafer Marşı”nı bu kadar çok önemli kılan şey, yine Kumandan’ın ifadesiyle, meâlen, “Metris, ileriye ve geriye dönük hemen her şeyi kendisine bağlayan bir mihenktir.” Bu tespit, oturduğu yerden Hazret-i Mehdî’nin gelmesini bekleyenlere de bir cevap niteliğindedir. Öyle ya; Godo gelecek ve bizi bu çöplükten kurtaracak!
Önümüzdeki hafta 11 Eylül hadisesi ve akabinde yaşananlar ile beraber aktüel Taliban meselesine temas edeceğiz.
Kaynaklar:
1-“İZ (ESSEYYİD ABDÜLHAKÎM MÜHRÜ)”: “ESSEYYİD Abdülhakîm Arvasî Hazretleri’nin, “zamanın arifleri sırasında” diye kaydettikleri Hüseyin Vassaf Halvetî isimli bir zât, “Sefinetü’l Evliya: Veliler Gemisi” adı altında bir eser yazmak istiyor ve eserine onu da almak istiyor… Suâllerden biri mahlâs hususunda ve cevab şu: Lâkab olarak kullanılan “Manzur-u nazar-ı piran-ı Kirâm: Keremli pirlerin nazarlarına görünen” terkibidir. Lâkablandırma sebebi, Seyit Muhammed Fehim Hazretleri’nin lütfen kalemleriyle yazdıkları mektubun tepesine kaydedilen teveccüh satırları olup dua telâkki edilerek kullanılmıştı. Sonraları, Kaadirî tarikatinden BAĞDAT Telgraf Başmüdürü, ABDÜLKADİR Geylânî âşıkı Şakir Efendi “Gavs-ı Azam’ın nurlu kabrinde murakabeye dalmış otururken, size bir MÜHÜR hediye etmek ve mührün bir yüzüne o ibareyi yazmak emrini aldım!” diyerek lâkabtaki esrar ve hikmeti teyit etmiştir. Oradan gelen mührü şimdi kullanıyorum. Mühür oldukça kıymetli NECEF taşındandır ve ÜÇ yüzlüdür. Bir tarafında, lâkabım olan “Manzur-u nazar-ı pirân-ı kirâm”, öbür yüzünde “Li-Küllî emrin fehîm”, sonra “Esseyyid Abdülhakîm” yazılıdır. Mühür, Irak şeyh ve âlimlerinin kullandıkları mühürlerden daha büyükçedir. Onu hâlâ, iyiye ve hayra yorarak imza makamında kullanıyorum.” (https://www.barandergisi.net/olum-odasi-b-yedi/olum-odasi-byedi-iz-esseyyid-abdulhakm-muhru-251-h3264.html)
2-Salih Mirzabeyoğlu, İBDA Diyalektiği, -Kurtuluş Yolu-, İBDA Yayınları, 3. Basım, İstanbul, 1995, sh. 16.
3-Sözlükte “tahammül etmek, kendini tutmak, sızlanmamak” anlamındaki sabr kökünden mübalağa ifade eden bir sıfat olan sabûr “çok sabırlı” demektir. Sabır terim olarak “aklın ve dinin yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri yerine getirebilmek, yapılmamasını istediklerinden uzak durmak için nefsi kontrol altında tutma” diye açıklanmıştır. Sabûr Allah’a nisbet edildiğinde “günahkârları cezalandırma konusunda acele etmeyip lutfuyla muamele eden” mânasına gelir.
Baran Dergisi 763.Sayı