Yaşıyoruz. Bunun nasılını tam idrâk edemeden, en içten ve dolaysız tecrübe ettiğimiz bir vakıâ hâlinde, yaşıyoruz.
Hayat ve Şuur
Yaşıyoruz. Bunun nasılını tam idrâk edemeden, en içten ve dolaysız tecrübe ettiğimiz bir vakıâ hâlinde, yaşıyoruz. Kimi belki hayatı boyunca bu konuyu hiç düşünmez, kimi de ciltler tutan eserler kaleme alır. İnsanlığın “düşünen ferdleri”nin kafasını kurcalayan en temel mesele olarak yaşıyoruz ve bildiğimiz tüm diğer “yaşayan” varlıkların aksine bunun farkındayız. Ölümü biliyoruz, son derce önemsiyoruz, çünkü hayatın idrakindeyiz. Peki, diğer canlılarla ortak paydamız olan “yaşama”yı, hayatı nasıl tarif edebiliriz?
Hayatı tarife yönelik bu güne kadar muhtelif teşebbüsler yapılmışsa da, bunlardan en genel geçer olanı yuvarlak ifadelerle şu şekilde: "Canlı organizmanın canlılık faaliyetini sürdürmesi; görme, işitme ve dokunma organlarını kullanabilmesi, fizikî hareketlerini yerine getirebilmesi ve olmazsa olmaz fonksiyonlarında bir durma yaşamamasına" hayat denir. Bu "bilimsel" ve her bilimsel tanım gibi eksik tarife biz şöyle bir ek yapalım: Hayatın en temel hususiyetinin son tahlilde, kendi varlığını diğer varlıklardan ayırma, her bir canlının kendi varlığını sürdürme "cehd"i olduğunu söyleyebiliriz. En basit organizmalar bile mevcudiyetlerini idâme maksadıyla “gıda” alır, kendini koruyacak en temel tepkileri verir ve çoğalır/ürer; kendi en ilkel anlamdaki “ben”liğinin varlığını sürdürmeye çalışır. Yani, canlılığın temel hususiyeti, sürekli var olma arzusudur.
Hayatın maddecilik açısından en anlaşılmaz özelliği belki de “negatif entropi” ilkesine tâbî oluşudur; termodinamiğin temel kanunlarından birisi olan entropi ilkesine bütün fizikî varlıklar uymak zorundadır maddeci bakış açısıyla... (Entropi, "Kainatta her şeyin, kendini minimum enerji ve maksimum düzensizliğe çekmek istemesi hâlidir. Her şey düzensizliğe doğru akar. Asıl olan düzensizlik ve kaostur.") Sürekli bir nizam arayışı içindeki organizmalar, bu akışı tersi yönde zorlar. Dünya coğrafyası bunun geçmişten beri gelen sayısız misalleriyle doludur. Şu hâlde hayata, en alttan en üst seviyeye kadar içinden çıktığı maddede karşılığı bulunmayan bir biçimde “sürekli var oluşun” peşinde koşmanın organik tezahürüdür diyebiliriz.
Yaşayan varlığı canlı veya cansız diğer varlıklardan ayıran yön, en ilkel seviyede de olsa, kendisinin “başkalarından farklı olduğu” algısıdır, dedik. Bu vaziyet, canlıların kendi derecelendirmeleri içinde değişiklik arz etse de, esas değişmez. Nasıl besin zincirinin en alt kategorisini, cansız maddeyi ışıkla birlikte dönüştürüp sindiren ve besin açısından diğer canlılara muhtaç olmayan tek hücreli organizmalar ve nebatat oluşturmaktaysa ve beslenme hususunda bunlara dayanan bir üst kademedekiler, yapı itibariyle daha karmaşık bir hâl alıyorsa, “kendini bilme/ben bilgisi” de o şekilde içgüdüden gerçek bilgiye doğru tekâmül edip en tepedeki insanda kemale erer. Elbette insandaki “kendi bilgisi-şuur” diğer canlılarla mukayese kabul etmeyecek bir sıçrayışa karşılık gelir. Öyle ki insan, kendine dair bilgiyi diğer hiç bir canlı türünün yapamayacağı bir şekilde her ferdinin kısa hayat döngüsü içinde geliştirip anlamlandırabilen yegâne varlıktır. Çünkü insanlık ailesinin her ferdi, diğer tüm canlılardan farklı olarak, kuralları olan bir dil kullanmak sûretiyle kendini enikonu ifade edip diğer insanlarla, en azından nazarî planda, mükemmel ve sistematik bir iletişim kurabilmektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz “negatif entropi ilkesi”, yani varlık akışını tersine çevirebilme kabiliyeti, aslında hayatı, basit maddeciliğin izah edemediği metafizik bir mecrâya sokmaktadır. Bu akışa direnişin kaynağı nedir ve cansız maddeden aldığı gücü canlı nasıl onun hilafına kullanabilmektedir? Canlılık, canlılık enerjisi, şuur nasıl ortaya çıkıyor? Bergson'a göre bunun müsebbibi, tüm canlılığı da oluşturan metafizik bir karaktere sahip yaratıcı (veya sıçratıcı) bir evrimdir:
<<Ayrı ve zıt karakterlere sahip gözüken madde ile hayatın ikiliği, sonunda bu ikiliği ortadan kaldıracak bir sentez içinde birliğe kavuşuyorlar: “Kozmoloji geriye dönmüş bir psikolojidir.” … Şuur nasıl peyda oluyor? Maddenin bütünü içerisinde dağınık bir şekilde hareket eden hayat, bazı yerlerde vücut kazanıyor. Ve önceden hiç kestirilemeyen şiddetli sıçramalar yapıyor; böylelikle daha yüksek şekillere doğru ilerliyor. Sinir sisteminin ve beynin giriftliği azar azar meydana çıkıyor: İnsan, evriminin üst basamağında gözüküyor. Şuur sahibi olan insan maddeyi bertaraf etmek, onun tesirinden kurtulmak için tarih boyunca çalışıp durmaktadır. İnsan eşyanın sesidir, kâinatın kelâmıdır. Nihayet hayatın evriminin insana kadar varmış olan bu mümtaz hattı üzerinde yeniden bir ikiye bölünme peyda oluyor. Zekâ ile sezgi insanda birbirlerinden ayrılıyorlar ve daima aynı itme hareketi bütün canlıları, maddenin gittiği istikametin aksine, ileriye doğru sürüklüyor: “Bütün canlılar ayakta duruyorlar ve hepsi de aynı dehşetli tazyike kendini terk ediyor. Hayvan, istinat noktasını gitgide arıyor. İnsan, hayvanlar âlemi üzerinde at koşturuyor ve bütün insanlık mekânda ve zamanda, her birimizin yanı başında, önümüzde ve arkamızda, bu kutsî vazifenin sürükleyişi ile bütün mukavemetleri kırıp geçmeğe ve birçok engelleri aşmaya, hatta belki ölümü bile yenmeğe kabiliyetli dörtnal koşup giden muazzam bir orduyu andırıyor.>> (Nurettin Topçu, Bergson, sh. 35-36-37)
Bergson’un alet olarak sürekli ileri hamle ve sezgiyi kullanan yaratıcı tekâmül tezi, görüldüğü üzere, son tahlilde kaynağını maddede değil de, madde ötesi/metafizik bir sahada bulmaktadır. Sürekli tecrübe ettiğimiz ve yapıları itibariyle madde üstü olması gereken varoluş cehdi ve şuur meselesi, temelde bütün felsefî mezheplerin temel konularından biri, hatta en birincisi olmuştur. Bunu metafizik bir amile bağlayan mistik görüşler, meseleyi fazla uzatmadan hâl yoluna koymuşken (Yani, şu veya bu şekilde bir "Yaradan" veya "yaradanlar" var, maddeyi ve şuuru, topyekûn her şeyi o/nlar yarattı.), maddeci bakış açıları izahta zorlanmakta ve farklı çözümler getirmeye çalışmaktadırlar.
<<Diyalektik materyalizmin, mekanik materyalizmi "kaba materyalizm" diye küçümsemesine gelince... Ötekinin asıl zayıf ve hatalı tarafını, onun dünyada sadece kimya ve fizik kanunlarına tâbi olan bir maddî âlemden başka bir şey görmemesinde, hayat ve insan şuuru gibi yüksek seviyedeki tezahürleri bile sadece kimyevî hadiselere bağlamasında görür. Diyalektik materyalizm ise, bu tezahürleri mekanik materyalizme karşı yüksek tutma gayretindedir. Ona göre, hayatı ve şuuru bir kimya hadisesi seviyesine indirmemek lazımdır; ve o, daha da ileri giderek, şuuru "madde dışı" kabul edecek kadar ileri gider. Ona göre şuur, ihsas, idrâk, tasavvur, mefhumlarla düşünme, his ve arzudan ibaret çeşitli ruhî faaliyetleri içine alan çok yanlı bir vetiredir.
"Kâinatın maddî bütünlüğü" tezinin ışığı altında, ama bu tezi çürütmeden, madde ve şuur arasındaki münasebet nasıl ele alınabilir? Eğer "şuur" madde dışı bir şey ise, nasıl oluyor da Engels'in iddia ettiği gibi, kâinatın bütünü içinde esası yalnız madde teşkil eder?>> (S. Mirzabeyoğlu, Madde Nedir?, sh. 233)
Meseleyi fazla uzatmamak adına söyleyelim ki, bu soruların cevabı, artık bu noktadan sonra bilimde değildir:
“Dil, insana verilmiş bir kainât plânıdır... ‘Dilin kökü’ meselesini dışarıda bırakıcı bir bakış içinde bile, insandaki dil kabiliyetinin doğrudan doğruya ‘verilmiş’ bir şey olduğu açıktır; eğer bu kabiliyet olmasaydı, dil öğrenilemezdi. Bu kabiliyet insanın yapısında vardır. Bunun nereden geldiği sorulursa, iş dilin kökü davasına döner ve son tecritte, 'ilk dil, ilk insanla vardı; ve ilk insan peygamberdi’ hakikatinde açıklığa kavuşur.
Bugünün dil araştırıcıları, mütefekkirler ve antropologları şu noktada birleşiyorlar:
Dilin kökü meselesi, ancak insanın menşei meselesiyle birlikte düşünülebilir. Çünkü dil, insan olmanın ayrılmaz bir parçasıdır ve hiç bir gelişme ve evrim teorisi, insanla hayvan arasındaki uçurumu kapatamaz; insanın varlık imkânı, baştan beri dil kabiliyetinin gücüne bağlıdır... İnsan olmak, faal ve infial, hareket ve durgunluk biçimleri içinde dili şart koşar.” (S. Mirzabeyoğlu, Dil ve Anlayış, sh. 74)
Üst Varlığa İhtiyaç
Canlılığın varoluş şartının, en iptidaî bir içgüdü şeklinde dahi olsa “kendini diğerlerinden tefrik” olduğunu ifade etmiştik ve insanda bu tefrik, dil ile birleşip “şuur” halini almaktadır. Salih Mirzabeyoğlu'nun iktibas ettiğimiz kıymetli cümlelerinde de ifadesini bulduğu gibi, ilk dil ilk insan ile vardı ve insan yeryüzünde ilk andan itibaren bu hasletle vücut bulmuştur. Aslına bakılırsa, S. Mirzabeyoğlu'nun gayet sarih bir şekilde açıkladığı bu hikmeti, en kaba maddeci ve “ateist” anlayış ve ideolojiler de zımnen kabul etmekte ve hatta yüceltmektedirler. Belki şaşırtıcı gelebilir ama, aralarındaki farklar ne olursa olsun tüm evrim teorileri, canlı varlıkların ortak hususiyetinin “kendi varlıklarını” idâme etmek olduğunda hemfikirdir. Yine, gelişim yönündeki "çabalarının" önü tıkandığında, doğanın o "yaratıcı gücü"nün yardımıyla canlıların fizik kanunlarına bile kafa tutabileceğini iddia ederler ve bu diyalektik çatışmanın bu günkü hayat çeşitliliğini doğurduğunu söylerler. Apaçık bir şekilde “doğa”yı transandantal/müteâl bir yaratıcı kudret olarak gören bu metafizik ve teleolojik telakki, kökleri insan ruhunun en derin noktalarında yatan “Mutlak Varlık”a ihtiyaç hissinin dışavurumundan başka bir şey değildir. Maddeci ideolojilerin belki de gayri ihtiyarî sergiledikleri bu tavrın kaynağında, “canlı olma”nın tabiatta karşılığı bulunmayan ve anlaşılamayan ilahî bir özden geldiğine dair sezgi yatmaktadır. Yoksa dilin bir şekilde, keyfiyeti tam anlaşılamayan “Doğa” tarafından insana bahşedildiği gibi apaçık “apriori-deneyüstü” bir kaziyeyi savunmalarının başka ne mânâsı olabilir? İnsan aklının, izah edemediğini izahtan vareste bir öze havale etmesinde ve yine insan ruhunun, her şeyi kapsayan, merhametli ama biraz da gazaplı sığınılacak bir ana kucağına, “la yüsel/sorgulanamaz” kudretli bir üst varlığa ihtiyaç hissetmesinde bu vaziyetin izlerini görmekteyiz. Kendisini arayıp ulaşsın diye Allah tarafından insanoğlunun ruhuna nakşedilmiş bu ihtiyaç, “doğru davranma denetimi” istemeyen nefs tarafından işte böyle mecralarda tatmin edilmeye çalışılmaktadır. Burada bu tarz yaklaşımların psikolojik menşeine yönelik kısa bir değerlendirme yapıp yazımızı “şuur süzgeci” bahsiyle devam ettirelim.
Kendi hayatlarına karışmayan ve herhangi bir “doğru-yanlış” öğretisi buyurmayan böylesi pasif bir maddî “tanrı” anlayışı, maddeci görüşlerin “kemale” erdiği 18. ve 19. asırların sömürgeci Batılı insan tipinin haleti ruhiyesini yansıtmaktadır. Bu insan tipolojisi, dünyaya karşı narsist bir algıya sahiptir, bütün kâinatı “ben ve öteki” biçiminde görür; “o güzel egosunun” dışındaki herkes, tedricen sömürge ve hâkimiyet hedefidir. Olimpos Dağı'nın tanrıları gibi hisseder kendini. İşin ilginci, Batılı bir miktar da farkındadır bu durumun ve “kaçınılmaz” ve “işe yarar” şeklinde görmektedir onu. Narsizmi, insanın ruhî olmasa bile maddî tekâmülünün motoru olarak kabul etmekte ve bunun işe yararlılığının pratik neticelerinin yaşadığımız hayatta kendini gösterdiğini öne sürmektedir. “İşe yarıyorsa iyidir” anlayışına karşı çıkan Batılı mütefekkirler, hem de bol miktarda mevcutsa da her şeyi önüne katıp götüren Batının ego selinde sesleri pek duyulmuyor.
Allah’ın, “iki zıt kutup” sırrı içinde insanı yarattığını ve bu kutuplardan her birinin insanı kendi mecrasında götürmeye çalıştığını Hz. Resul’den öğrenmiş bulunuyoruz. Bu zıtlık, insanın var oluş sırrını barındırıyor ve bu “iç” çatışması insanı diğer varlıklardan ayırıyor. İnsan, kendi içindeki bu çatışmanın ürünü oluyor bir bakıma... Batılı insanda nefsin, sadece kendi varlığını düşünmenin en azman halini, en uç noktasına varınca neler yapabildiğini müşahede etmekteyiz.
İmam-ı Rabbânî Hz. bu vaziyeti “Mektûbât”ında o kadar güzel anlatıyor ki, başka söze ne hacet:
“İnsanda (Nefs-i Emmare) ilk haliyle, daima mevki ve riyaset dâvasında ve benzerlerinden üstün olmak himmet ve gayretindedir. Her an istediği şeyse, bütün mahlûkların kendisine muhtaç olması ve emirleriyle yasaklarına baş kesmesidir. O, kendisinin hiç kimseye muhtaç ve müftehir olmasını kabul etmez. Bu, Ulûhiyet (İlahlık) dâvasından başka bir şey değildir ve Allah'la şeriklik iddiasıdır. Hatta (Emmârelik) vasfındaki nefs -ki bütün saadetlerden uzaktır- Allah ile şirketi (ortaklığı) bile kabul etmez. Onun da hâkimi olmak; var ve yok ne varsa, kendisinin mahkumu görmek ister.” (İmam-ı Rabbânî, Mektûbat, NFK, BD Yayınları, sh. 120)
Şuur Süzgeci ve Algıda Seçicilik
Canlılığın tarifinde kullandığımız en temel referans noktası, insiyakî bir biçimde dahi olsa mücadele ve dolayısıyla kendini tefriktir, dedik. Bu, insanda dil ile birlikte şuur hâlini almaktadır ve insan olmanın şartıdır. Yine, son tecritte, bu şartın kaçınılmaz neticesi halinde “şuur süzgeci” mevzuuna dayanıyoruz. Şuur süzgeci, daha çok şuurun işleyiş mekanizmasıyla alâkalı bir husus. En başta şuurun kullandığı dil aleti bu yapının şekillenmesinde belirleyici bir role sahip. Başlı başına “Şuur Süzgeci” bahsi, Salih Mirzabeyoğlu tarafından ortaya konup geliştirilmiş bir meseledir. İşin doğrusu, Mirzabeyoğlu'nun çerçevesini çizdiği haliyle ilim âleminde tam karşılığı bulunmuyor. Bir miktar, Batılı bilim adamlarının “algı ve algıda seçicilik” şeklinde kategorize ettiği konu başlığıyla literatüre girmiş durumdadır. Algıda seçicilik başlığının tarifine kısa bir göz atmak, meseleyi kavramak adına önemli:
<<Algı, psikoloji ve bilişsel bilimlerde duyusal bilginin alınması, yorumlanması, seçilmesi ve düzenlenmesi anlamına gelir. Algı, duyu organlarının fiziksel uyarılmasıyla oluşan sinir sistemindeki sinyallerden oluşur. Örneğin, görme gözün retinasına düşen ışıkla, işitme kulağa gelen ses ile oluşur. (Goldstein, Cognitive Psychology, 5-7) Algı bu sinyallerin pasif bir şekilde alınması değildir. Öğrenme, hafıza ve beklenti ile şekillenebilir. (Bernstein, Essentials of Psychology, 123-24) Algı, bu “yukarıdan aşağıya etkileri” kapsadığı gibi duyusal girdinin “aşağıdan yukarıya” işlenmesini de içerir. (Bernstein, age, 123-24) “Aşağıdan yukarıya işlemler”, basitçe, düşük seviye bilgi kullanılarak daha yüksek seviyede bilginin (örneğin nesne tanımada şekiller) oluşturulmasıdır. Yukarıdan aşağıya işlemler ile kastedilen, kişinin kavram ve beklentilerinin algıyı etkilemesidir. Algılama, sinir sisteminin karmaşık işlemlerine dayanır, ancak bilinçsel farkındalığın dışında gerçekleştiği için çoğu zaman kişilere zahmetsizce gerçekleşir gibi gelir.>> (Vikipedi, Algıda Seçicilik başlığı)
İnsanın iç ve dış âleminden kendini dayatan tüm bilgiler, belirli bir usûl ile şuur tarafından idrâk ediliyor; bir kısmı alınıyor, bir kısmı ise göz ardı ediliyor. Bunun altında, muhtemelen, verilerin neredeyse sınırsız, insan kapasitesinin mahdut olması yatmaktadır. İnsan zihninin tüm objeleri, içinde doğduğu ve bulunduğu çevreden etkilenerek aldığı bir sıralamaya istinaden tasnif ederek kavrayabilmesi, peşinen "önemli-önemsiz" ayrımını öne çıkarmaktadır. Algıda seçicilik ise, insan zihninin kendisi açısından önemli gördüklerini şuur seviyesine yükseltmesi biçiminde çalışmaktadır. En hayatî olanlar en önde olmak üzere, her ferd kendine göre bir tasnif dizilimine sahiptir. Ama, farklı zaman ve mekânlarda, tasnifte arka sıralarda bulunanlar, bir anda öne çıkabilirler; şuur altına itilmiş olanlar şuur sathına çıkabilirler. Onlar bu seviyeye çıkınca da, diğer bazıları geriye itilmiş olacaklardır. Elbette, burada tasnif derken, öyle sistematik, kütüphane katalogu tarzı bir tasniften değil, aslında iç içe geçmiş, ama zihnin, o anki önemine binâen "görmeyi" seçtiği veya seçmediği fenomenlerden bahsediyoruz.
Asrımızdaki tüm fikrî karmaşayı ortadan kaldırıp taşları yerli yerine oturtan Salih Mirzabeyoğlu ise “şuur süzgeci”ni şöyle tarif etmektedir:
<<Şuur süzgeci, toplumda karşılıklı tesirlerle belirlenen ve böylece üyelerine belirli akıl ve duygu alışkanlıkları kazandıran, yeni doğanlara kendini empoze eden içtimaî bir vakıadır. Yakından bakarsak: İnsanın duygu ve düşünce yapısı ve kapasitesi içinde kendini kuşatan “şartların” ve “ilişkilerin” onda ulaştığı terkip, onun yetiştiği vasatın “duygu ve düşünce kanunları”nı göstericidir. Bu duygu ve düşünce kanunları ise, tahlil, araştırma ve yorumda, onun “strüktür-yapı”sını, “hadiseye yanaşan insan şuuru”nu gösterici bakış açısı ve objektifidir.>> (S.Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sh. 35)
O hâlde her bir ferdin insanlaşma süreci, şuurunu dil vasıtasıyla "kuvvâdan fiile" indiren cemiyet içinde vukû bulmaktadır. Cemiyet dediğimizde anladığımız, aslında, belli bir “şuur süzgeci” etrafında kümelenmiş insan topluluğudur. Kendini bir terkip halinde, yeni doğan her ferdine ilkâ etmekte-aşılamakta, o ferdi cemiyeti oluşturan bir unsur hâline getirmektedir. Her yeni ferd de, katıldığı cemiyetin yapısını, kendi potansiyelini açığa çıkarabildiği mikyasta değiştirmektedir. Her cemiyetin, merkezinde ailenin bulunduğu iç içe geçmiş bir daireler bütünü halinde tezahür ettiğini söyleyebiliriz. Her yeni ferdin, etkisi nisbetinde, sanki suya atılan bir taş gibi, bu daireler bütünü içinde yeni etkileşim biçimleri oluşturduğunu, bu yüzden de şuur süzgecinin, tıpkı şuur gibi, dinamik bir yapı arz ettiğini görmekteyiz. Ferdle cemiyet arasında" karşılıklı birbirini etkileyen ve dönüştüren/diyalektik" bir münasebet mevcuttur ve nasıl cemiyeti oluşturan aslî görüş-ideoloji, o cemiyetin kaçınılmaz varlık şartıysa, şuur süzgeci de o ideolojik görüşün aleti mevkiini almaktadır.
İçine doğduğu cemiyetin fikir planı, görgüsü, alışkanlıkları, his ve davranış tarzları ferdin şuur süzgecini oluşturduğu gibi, nihayetinde ferdlerin birlikteliğinden meydana gelmiş bulunan cemiyet de, içinde barındırdığı katmanları nisbetinde şuur süzgeci tabakaları oluşturur. Bu, insanlığın son birimi ferdden başlayarak bütün insanlık ailesine teşmil olunabilecek bir tabakalaşmayı teşkil eder. Bütün bu ferdleri ve tabakaları bir arada tutan âmil, tüm insanlığın aynı ruhî menbâdan gelmesi hasebiyle neticede şu veya bu derecede ortak hissiyât sahibi olmasında yatmaktadır.
Son Söz
Algıda seçicilik meselesi, modern psikoloji ekollerinin bilhassa üzerinde durduğu, istihbarat birimlerinin, "kitle yönetimi" konusunda uzmanlaşmış dev firmaların sürekli üzerinde çalıştığı bir saha olmuş durumdadır. Bu durum onu modern zamanların en önemli dallarından birisi hâline gelmiştir. Ferdlerin ve ferdlerin birbirleriyle etkileşimiyle husûle gelen içtimâî münasebetlerin kendi menfaatleri doğrultusunda yönlendirilmesi, bu kuruluşlar açısından hayatî önemi haiz bir mesele hâlini almıştır. Yeryüzündeki tüm ferdler ve tüm insan toplulukları, çok büyük bir deneyin parçası gibi, illüzyona tâbi tutulmak istenmektedir. Yine Kültür Davamız'dan:
<<Bir iç hayatın şuura ulaşabilmesi, ancak bir düşünce sisteminin ve onun kategorilerinin düzeniyle bağdaşması, onlarla bağıntı içinde kavranabilmesiyle mümkün... Düşünce sistemi, içinde doğana nazaran toplum gelişiminin oluşturduğu bir şey; ve her toplumun yaşama çabası çerçevesinde hayat biçimine bağımlı olarak bir duygulanma ve etkilenme yolu geliştirmiş olması, nelerin şuura ulaşacağını ve nelerin şuura ulaşmayacağını belirleyen bir kategoriler sisteminin oluşmasına sebeb oluyor. Bu sistem, sanki "toplumun şartlandırma süzgeci" gibi görev yapıyor; bu süzgeçten geçemeyen ruhî hâller, şuura ulaşamıyor.>> (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sh. 37)
Buradaki kritik terim "şartlandırma"dır ve bahsettiğimiz güçler bütün medya ve iletişim yollarını kullanmak sûretiyle bu şartlandırmayı kendi çıkarları doğrultusunda oluşturma gayreti içerisindeler. Umumî mânâda cemiyetlerin de bu şartlandırma istikametinde, "şuur süzgeçleri"ni yeniden inşâ ettiklerini üzülerek müşahede ediyoruz. Aslında inkılâp dediğimiz dönüşümün, cemiyetin şuur süzgecinin yeniden yapılandırılması olduğunu ifade edebiliriz. Bunun için de, bu sömürgeci saldırıya karşı her türlü mücadele metodunun gayet ekonomik bir biçimde kullanılması gerekmektedir. Şu anda dünyayı pençesinde tutan egemen sistemle verilecek asıl kavga sahası, işte tam burasıdır:
"Kısaca; kendimizden başlayarak insanımızın düşüncesinin 'genel fikir çerçevesi'ne kendi dünya görüşümüzü yerleştirmek... Başarı oranı da, bunun gerçekleştirilebilip gerçekleştirilememesinde." (S. Mirzabeyoğlu, Kültür Davamız, sh. 36)
Aylık Dergisi 117. Sayı Haziran 2014