Bugün insanlık olarak netameli bir süreçle karşı karşıyayız ve sonumuzun ne olacağı da belli değil. Sanki, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıkları yapılıyor.
Medine-i Münevvere’de; nurlandırılmış bir şehir ortamında gelişip serpilen ve İslâmî hayatın ta kendisi olan İslâmî kültür, Osmanlı’da 3. Selim’le başlayıp Tanzimat, Meşrutiyet, Cumhuriyet çizgisinde seyreden modernleşme sürecinde taşraya çekildi. Daha doğrusu çekilmek zorunda kaldı. Çünkü, kendi kendine yabancılaşmış; oryantalistleşmiş modernlerimiz ve modernleştiricilerimiz nezdinde din artık geri ve çağdışıydı. O günden beri, dışarıya kapalı ve kendi içinde değişmeyen bu kültürel çevre tarafından üretiliyor, bu toplumun içinde oluşuyor ve biçimleniyor. İslâmî kesim taşra zevksizliğin ürettiği, İslâmî olduğu addedilen bu kültürel çemberin içinde soluk alıp veriyor. Hâlinden şikâyetçi olduğu da söylenemez. Dahası asıl mesele de bu. “Meseleleri meselenin istediği seviyede ele almak” arayışı içinde olmak yerine, kendi idrak seviyesine indirgeyerek algılamayı, bu iptidaî anlayışı da İslâm ahlâkı olarak dayatmayı İslâmî hassasiyetine vehmediyor. Etki etme ve etkilenme gibi bir becerisi yok. Mutlak Bir’den anlık bir parıltı hâlinde yayılan ve tüm maddî şeylere güzellik bahşeden zarafetten oldukça uzak. Estetik kaygıları yok, bu da son derece rahatsız edici bir durum. Kendini bir türlü değiştiremeyen, yaşadığı hayatın dışına çıkamayan, çevreden merkeze taşındıkça da kendisine ait olmayan bir hayatın büyüsüyle büyülenmiş, kötü bir biçimde iyi bir Müslüman olmaya çalışan bir insan modeliyle karşı karşıyayız.
Parça parça hakikatlerle bütünü kuşatabileceğini, İslâm’a muhatap anlayışı yansıtan estetik bir terkib geliştirmeden yazıdan kılık kıyafete, müzikten mimarlığa kadar hayatın her alanında İslâmî zevki yansıtan eserler üretebileceğini düşünüyor. Mâlûmâta dayalı bilgisiyle İslâmî ölçülere sağlıklı bir biçimde yaklaşabileceğine ve cevabını aradığı sorulara karşılık bulabileceğine inanıyor. Dünya hakkındaki bilgisi içine doğduğu çevreyle, sınıfıyla sınırlı, kendini bu dünya içinde anlamlandırıyor ve bu anlamlarla yaşıyor. Oysa bu anlamlar izafîdir. Bu anlamları aşabilmesi için gözlerini açtığı çevrenin dışına çıkması, sıradışı bir sıçramanın cehdi ile elde edilebilecek dil ve diyalektikle tanışması, bütüne değer vermesi, duygularında bütünlük araması ve bütünün düzeni için çaba sarf etmesi gerekir.
Çünkü âlem bir bütün, üzerindeki tüm varlıklar ve kendini anlamlandırdığı dünya da bu bütünün bir parçası. Parçalar tabiî bir yakınlık ve alâka içinde birbirine bağlanır ve eşsiz bir âhenk oluştururlar. Her bir parça bütünün habercisi ve işareti konumundadır, aynı istikamete ve aynı gayeye doğru akarlar. Parçaları birbirine bağlayan “bağ”ın kopmasıyla birlikte güzellik kaybolur, bütünlük de bozulur. Dolayısıyla işaretten işaret edilene yönelebilmesi, kâinatı düşünce yoluyla birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmesi için, insanın da bütün bir dünyanın karşısında bütün bir insan olarak durabilmesi zaruridir. Bu da ancak, asrını bir “BÜTÜN FİKİR” çerçevesinde yenileyen, bilgi edinme ve bilgi sahibi olmayı temin eden anlayışı baştan aşağı değiştiren “bütünleyiciler”i tanımak ve onların “KURTARICI FİKİR”ini benimseyip sindirmekle olur. Zira, asrının zihnî temelini oluşturan ve “kendinden zuhur” hâlinde hayatın her alanında, farklı görüntüler altında ortaya çıkıp belirleyici olan fikir, bu fikirdir. Hatta entelektüel meraka ve sorumluluğa sahip tüm hareketlerin aradığı ve ulaşmak istediği “müdir fikir” de yine bu fikirdir.
Lâkin, resmî ideolojinin dayattığı anlayışa teslimiyetin aydın olmakla özdeşleştirildiği bir kültürel ortamda, aydının da çağından mes’ul bir entelektüel gibi davranacağını beklemek; insana ve topluma ait meseleleri enine boyuna ele alıp ciddi bir katkı sağlayacağını, yeni bir boyut getireceğini ummak fazla safdillik olur. Çünkü insanın bir şeyi anlaması sözde yüce değerler arkasına gizlediği çıkar ilişkilerine, paylaşım sözleşmelerine bağlıysa o insana hiç bir şey anlatamazsınız... Kararlarını, tercihlerini maruz kalacağı şeyler belirleyecektir. Dolayısıyla, rejim savunuculuğuna soyunan Cumhuriyet aydını da, zihnine yerleştirdiği belli bir bakış açısıyla sadece görmek istediğini görecek, duymak istediğini duyacaktır. Yeri geldiğinde de, düştüğü komik duruma aldırmadan, popüler kültür dünyasının starı gibi davranmaktan imtina etmeyecektir.
Zira ideal Cumhuriyet aydını, denetiminden sorumlu olduğu müesses nizamın kusursuz biçimde çalışmasını engelleyecek her tür değişimi daha doğmadan kaynağında boğmakla görevli bir “devrim muhafızı” olmalı, danışıklı dövüş mahiyetinde tenkidçi-muhalif bir tavır takınacaksa bile, bunu tıpkı, kapitalizmin yayılması için en büyük fırsatı yaratan Marksizm’in devrimci romantizminde gezinip nihayetinde Kemâlizm’de karar kılan Türk Solu gibi resmî ideolojisinin içinde kalarak yapmalıdır. Aksi takdirde, tarihi inşa ettiğine inanan ve insanları kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen rejim kurucuları, bürokratik kayıtsızlığın rehavetine gömülmüş “yasa bekçileri”, düşünen ve kendini ifade eden insanların önüne ya benim dediklerim ya da sehpa seçeneğini koyacak; biat etmeyenlerden, uyduruk bir meşruiyet perdesinin ardına gizlenerek “yargılı” yahut yargısız infazla kurtulacaklardır. Cumhuriyet tarihi bunun sayısız örnekleriyle doludur. Mahkemelerin “kukla tiyatrosu”na dönüştürüldüğü, savunma hakkının arsızca yok sayıldığı, keyfîliğin tavan yaptığı İstiklâl Mahkemeleri süreci ve darbe dönemleri bunun en somut örneğidir... Yüzbinlerce insan bilmediği suçun, işlemediği günahın bedelini ödemek zorunda kalmıştır.
Dolayısıyla, Kemalizm ve Cumhuriyet geçiş süreci, Batı dışı bir modernleşmenin tarihi olduğu kadar, kendi toplumunun ilerleyişini, maddî ve manevî gelişimini sekteye uğratan ve geciktiren bir süreçtir. Bu süreçte zihnî bir dönüşüm yaşanmadan, sadece taklid düzeyinde kalarak da modernleşebileceğimizi düşünen rejim kurucuları kendi hatalarını topluma yansıttılar, Batılı olamadığımız gibi Doğulu da kalamadık. Emperyalist propagandanın hükümsüz kıldığı değerlerden boşalan alanı Batılı normlar doldurdu. Hatalarımızı görüp ders alma istidadını yitirdik, aynı hataları sürekli tekrarlıyoruz. “Bir şeyin modern olması için evvelâ postmodern olması gerekir” diyen Lyotard’ı doğrular biçimde, bu normları evrensel değerler olarak benimseyen, kendi kendine yabancı gözüyle bakan mebzul miktarda insan yetişti. Hayatlarımız popülerleşti, popülerleştikçe de ahlâkî değerlerimiz çöktü... Kendi değerlerimizi oryantalist versiyonları üzerinden benimser, Hıristiyanlığa referansla İslâm’a yaklaşır hâle geldik. “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” misâli; gelenekle moderni, inkâr ettiğimizle benimsediğimizi harman ederek, postmodern bir hayatın içinde yuvarlanıp gidiyoruz... Sıradanlaşıyor ve en büyük gerçeklikleri bile sıradanlaştırıyoruz! Her sıradanlaştırma da bir büyük felâketi beraberinde getiriyor. Bugün de böyle netameli bir sürecin içindeyiz. “Bindik bir alâmete, gidiyoruz kıyamete” hesabı, koronavirüs kâbusu insanlığı teslim almış durumda. En büyük kabahat ve vebâl, bu sıradışı hadiseyi doğru okuyamayan, virüsün yayılmasına çanak tutan Çinli yetkililer ve Dünya Sağlık Örgütü’nündür. Asıl çöken de; tüm sermaye birikimi ve devlet gücüyle birlikte Avro-Amerikan Medeniyeti’nin bağışıklık sistemidir. Dünya dayanak noktasını yitirdi, zamanın önünde sürükleniyor... Hızla anarşi düzenine ve kaotik bir ortama doğru gidiyoruz. Bize söylenmiyor olabilir, ama durum sandığımızdan çok daha vahim.
İlâhî düzenden kopuş ve buna bağlı olarak oluşmuş kurum, kural ve davranış alışkanlıklarından vazgeçiş bir tek şeye delâlet eder: Kendini yenileyemeyen, yeniden keşf edemeyen, dolayısıyla kendi benliğiyle perdelenmiş insanın daha büyük bir gerçekliği tanıma istidadını ve iktidarını yitirdiğine! Bu da insanda ancak hüsranını taşıyacak kadar bir mecâl bırakır ki, tabiata hâkim olmak için gösterdiği gayreti; ruhî mükemmeliyete doğru genişletemeyen insanı, o çok korktuğu dünyevî kaygılardan çok daha büyüklerine karşı açık hâle getirir. Toplumları köklerinden sarsan koyu bunalım dönemleri, böyle bir dönemdir. İnsanlar, “bu hâl neyin nesi, nereden gelip nereye gidiyoruz, beni, ailemi, milletimi nasıl bir felâket bekliyor, buradan bir kurtuluş yolu var mıdır?” sorularını kendilerine sormaya başlarlar. Bugün insanlık olarak böyle, netameli bir süreçle karşı karşıyayız ve sonumuzun ne olacağı da belli değil. Sanki, insanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıkları yapılıyor. Mâlî güçlerle, devlet güçleri (Pentagon ve müttefikleri) arasında uzun zamandır kurulamayan denge devlet güçleri lehine değişmiş görünüyor. Bu da insanlık için tam bir felâket demektir.
Netice itibariyle, dünya olağanüstü hadiselere gebe. Görünen o ki, şer güçler, devletleri yeni sistemin yeni yapılarını kabule zorlayacak, bu yapılarla bütünleştirme, dünya ekonomisini restore etme, yeni sömürgeciliği yeni çağa uydurma ve hâkimiyet kurma çabalarını kaotik bir ortamda sürdürecekler. Virüs belâsı geçse bile yenileri gelecektir. Dolayısıyla sıradışı hadiseleri doğru okumalı ve bunlara hazırlıklı olmalıyız. Aksi takdirde, tarihin seyrini de öngöremeyiz. Yeni sistemin yeni yapılarına tâbi olmaktan, bunlara uygun davranış alışkanlıkları edinmekten başka çaremiz kalmaz.
Aylık Dergisi 187. Sayı, Nisan 2020