Gündelik hayat insan ahlâkı için her şeydir. Ahlâk gündelik hayatta, şehrin içinde yapıp ettiklerimizle şekilledir. Öyleyse bizler de toplumsal hayatta olup biten her şeyi meselemiz olarak kabul etmeli ve buna göre yeni bir politika algısı oluşturmalıyız.
Antik Yunan’da şehir ve devlet birbirinden ayrılmaz iki kavramdı çünkü her devlet sadece bir şehrin sınırları içinde hâkimdi. Nitekim, politika kelimesi de polis (şehir) kelimesinden türemiştir. Şehrin yani devletin nasıl yönetileceğine dair teori ve uygulamalara ise politika ya da ilm-i siyaset deniyor. Ancak politika kelimesinin bir diğer anlamı ise şehre dair olup biten her şeyi kapsar. Yani ekonomi, eğitim, siyaset, sinema, edebiyat, mimarî, ahlâk ve dahi spor bu anlam dairesi içinde yer alır. Çünkü bu olgu ve faaliyetlerin hepsi de şehrin içinde olup biter. İşte bu kapsamlı alanın ilmi Farabî’de kendini ilm-i medenî (şehir-bilim) olarak gösterir. Tüccarın yaptığı alışveriş, okulda verilen eğitim, otobüste insanların birbirine davranma biçimi, televizyonda yayınlanan dizi dâhil toplumsal alanın içinde olan her şey ilm-i medenînin konusudur. Nihai olarak diyebiliriz ki ilm-i medeni siyaseti de kapsayan daha üst bir ilme verilen isimdir. Yani bu ilim sadece devletin yönetim biçimiyle değil toplumda olup biten her şeyle ilgilidir. Dahası, tüm unsurlar birbiriyle yakından ilişkilidir. Şöyle ki perdelenen tiyatrolar, yayınlanan filmler, sokakta karşımıza çıkan bina, ticaret yapma biçimimiz bizleri etkilemektedir. Bizleri etkileyen bu unsurlar siyaseti de ahlâkımızı da şekillendirir.
Türkiye’ye ve reelpolitiğe dönecek olursak politika genellikle ilk anlamıyla ele alınmaktadır. Yani o devletin yönetim biçimiyle ilgilidir. Bu sebeple ekonomi, mimarî, sinema, eğitim ve ahlâk alanında yer alan olgular pek hesaba katılmaz. Örneğin Türkiye son 20 yılda ekonomik ve kültürel açıdan birçok değişim yaşamakta ancak bu, günlük siyasetin konusu olmamaktadır. Genellikle siyaset, seçimlerde kimin kazandığı ya da kaybettiğiyle ilgili bir konu olarak algılanmakta ve geri kalan her şey göz ardı edilmektedir. Ekonomik sistem, her gün izlediğimiz sinema filmleri ve diziler politikanın konusu olarak ele alınmamaktadır. İşte bu yanlışı ilk fark edenlerin başında Alman sosyologlar gelmektedir. Adorno, Kültür Endüstrisi eserinde artık politikanın kültürel-ekonomik düzeyde ele alınması gerektiğini anlatıyor. O, bu eseriyle sanat, ekonomi, ahlâk ve siyaset arasında mutlak bir bağ olduğunu gösteriyor. Hatta öyle ki kültürel araçların siyaseti ve ahlâkımızı şekillendiren başlıca unsurlar olduğunu belirtiyor.
Buradan hareketle Türkiye ekonomik ve kültürel açıdan son derece liberal ve kapitalist bir düzen içindeyken siyasi alanda hangi partinin başa geldiğinin pek de bir önemi kalmamaktadır diyebiliriz. Elbette siyasi partiler eğitim alanında bazı düzenlemeler yapabiliyorlar ancak sanat, mimari ve ekonomi gibi alanlarda pek de etkileri yok.
Nihayetinde devlet de var olan ekonomik koşullara göre hareket etmektedir. Örneğin Cumhurbaşkanı her ne kadar kararlı bir biçimde fâizin düşeceğini söylemiş olsa da piyasa şartları faizlerin yükselmesine sebep olmuştur. Devletin ekonomi üzerindeki kısıtlı gücünü bu örnekten anlayabiliriz. Ekonominin yanı sıra sanat da eskiden olduğu gibi padişahın himâyesinde icra edilen bir iş olmaktan çıkmıştır. Artık sanat şirketler aracılığıyla fonlanmaktadır. Nitekim ünlü filmleri büyük film şirketleri çekmektedir. Sadece filmleri değil orkestraları dahi şirketler fonlamaktadır. Yani sanatçılar caizelerini (hediye) şirketlerden almaktadır. Disney’e tek kelime edemeyen Aras Bulut İğnemli burada bizim için emsâl olacaktır. Diğer yandan mimarî ve şehir planlaması da ahlâkımız üzerinde etkilidir. Ev sahibi olmanın giderek zorlaştığı İstanbul’da insanlar yüzlerce daireden oluşan sitelere hapsedilmekte ve bu bir çeşit yabancılaşmaya yol açmaktadır. Milyon dolarlık emlâk baronları daha fazla kâr edebilmek adına bizleri korkunç binalara hapsetmektedir.
Bizler, komşuluk ilişkilerini tahrip eden bu şehir modelini de gözden geçirmeliyiz. Peki buraya nasıl geldik? Meselenin kaynaklandığı yer elbette burjuvazinin yükselişiyle ilişkilidir. İtalyan site devletlerinde gelişen bankacılık sistemi ve deniz aşırı ticaret çok büyük şirketleri ve iş adamlarını ortaya çıkardı, öyle ki bu şirketler artık devletlere borç vermeye başladı. Sürecin sonunda imparatorluklar yıkıldı. Yerine kurulan ulus devletler ise bugün piyasada sadece bir denetleyicidir, ona sahip değildir. Nihai olarak padişahların yerini CEO’lar aldı dersek yeridir. Bakıldığında bugün dünyanın en zengin insanı bir kral değil iş adamıdır.
Sanat ve ekonomiyle beraber reklamlar ve benzeri kültürel araçlar da devlet kontrolünde değildir. Tam da burada şunu düşünelim, çocuklarımızı okullarımızda istediğimiz ölçülerde yetiştirdik ancak sosyal medya, çalıştıkları şirketteki ortam onlara verdiğimiz eğitimi değiştirmeyecek midir? Milyar dolarlık şirketler insanları reklamlar aracılığıyla rahatlıkla manipüle edebilmektedir. Hal böyleyken verdiğimiz eğitim nereye gidecektir? Artık dünyada olup biten her şey evlerimizin içine girmişken basit yöntemlerle kendimizi korumamız mümkün değil. Ancak durum bu kadar ciddiyken siyaseti ele alırken bu unsurlar çoğu zaman ıskalanmaktadır. Hatta birçok siyasi parti üyesi partilerinden sözü geçen bazı konularda düzenleme istemekte ancak neredeyse hiçbir karşılık bulamamaktadır. İşte bu, devlet kurumunun 21. yüzyıldaki kısıtlı hâkimiyetiyle ilgilidir. Artık devlet şirketlerin yönlendirdiği alanlara pek de müdahale edememektedir. Bu serbest piyasanın gereğidir, devlet artık sadece denetleyici konumdadır. Bu bütün dünyada böyledir. Komünist olduğu söylenen Çin’de dahi devlet aslında dünya ekonomik sisteminin gereklerine göre çalışmaktadır.
Durum böyleyken siyaset algımızın artık değişmesi gerekmektedir. İstanbul; Galataport ve İstanbul Finans Merkezi ile tehlikeli bir çehre kazanırken; diziler ve filmler gençlerin ahlâkını şekillendirirken; bir işçi haftada 50 saatten fazla çalışmaya maruz bırakılırken politikayı, seçimleri kimin kazandığı ile ölçmek yanlış olacaktır. Gündelik hayat insan ahlâkı için her şeydir. Ahlâk gündelik hayatta, şehrin içinde yapıp ettiklerimizle şekilledir. Öyleyse bizler de toplumsal hayatta olup biten her şeyi meselemiz olarak kabul etmeli ve buna göre yeni bir politika algısı oluşturmalıyız.
Son olarak Farabî’nin ilm-i medenî tanımlamasının çok faydalı olduğunun yeniden altını çizmek isterim. Yeni toplum tasavvurları oluştururken bu kavram bize son derece yardımcı olacaktır.
Aylık Baran Dergisi 25. Sayı Mart 2024