Günah çıkartmaya başlayan Avrupa şimdi bütün öteki ilan edilenlerin koruyucusu pozisyonuna geçti. En başta Yahudileri koruma altına alan Batı medeniyeti, ardından eşcinselleri ve diğer "öteki" görülenleri koruma altına almaya başladı. Ancak bunu yaparken bütün geleneksel değerleri yok etmekten imtina etmedi. Aslında aklın rehberliği adı altında kuramadıkları hegemonyayı şimdi de bilgiyi göreceli hâle getirerek kurmaya çalışıyorlar.

Batı düşüncesi ya da daha teknik anlamıyla söylersek aydınlanma düşüncesi, bilim ve aklı esas alarak daha özgür ve daha müreffeh bir dünya yaratılabileceği varsayımıyla ortaya çıktı. Kilisenin baskısından bunalan Avrupalı entelektüeller ve soylular Antik Yunan ve Antik Mısır düşünce yapısını ön plana çıkartarak kendilerine yeni bir alan açmaya başladılar. Bu yeni alanı filozoflar, soylular ve masonlar birlikte oluşturuyordu. Akıl tek rehber olarak kabul edilmişti. Akıldan daha iyi bir mürşit arayan açıkça sapkınlığa düşmüş sayılıyordu. Öyle ki kiliseye karşı Galilei'yi savunan Tommaso Campanella "Güneş Ülkesi" adında bir ütopya yazdı. Bu Ütopyada bir ülke tasvir ediliyordu, o ülke akılla yönetilen ve her şeyin muntazam olduğu bir ülkeydi. İşte, bu düşünce ve ütopik hayaller 16. yüzyıl başından 20. yüzyılın ortalarına kadar bütün Avrupa'ya hâkim oldu. Sonuç olarak plana göre kilisenin yobazlığı gidecek yerine bilim ve aklın önderliği gelecekti.

Ancak burada şunu da eklemeliyiz, Avrupa'ya hâkim olan bu düşünce salt materyalist, rasyonalist bir düşünce değildi. Masonlar ve Gül-Haç Teşkilatı da ezoterik bilgileriyle Kilisenin egemenliğine meydan okuyor; yeni çağı şekillendirmek için filozoflara-soylulara destek oluyordu. Hatta Mason localarının gizli yapısı Kiliseyi yıkmak isteyenler için bir merkez hâline gelmişti. Bir yandan akılcı filozoflar, bir yandan sermaye sahibi burjuvazi, diğer yandan ezoterik "kadim" bilgileriyle çağı şekillendirmek isteyen Masonlar Kiliseye ciddi bir savaş açmıştı. Kilise de kendilerine savaş açanın kim olduğunu biliyordu elbette. Bugün dahi Katolik Kilisesi, müntesiplerinin herhangi bir Mason locasına kaydını tasvip etmez. Biz konumuza dönecek olursak, onlar yani filozoflar, masonlar ve burjuvazi planladıkları gibi bu savaşlarında başarılı oldular ve Kiliseyi yıktılar. Peki yerine kurdukları toplum erdemli bir toplum olabildi mi?

Şimdi kilise yıkıldıktan sonra Avrupa'da olanlara ve entelektüel gelişmelere bir göz atalım. Kilisenin yıkılışı ve Sanayi Devrimi neredeyse eş zamanlı gerçekleşti. Avrupa'da artık burjuvazinin sözü geçecekti... Her şeyi matematik bir akıl öncülüğünde yürütmeye çalışan Batılılar her şeyde aklın rehberliğini arıyordu. Öyle ki Kant ahlâkın ilkelerini dahi akıldan çıkartmaya çalışmıştır. Onlara göre artık ahlâklı olmak için bir dine ihtiyaç yoktur. Aklın önderliği herkese yetecektir. Erdemli olmak için aklın ilkeleri yeterlidir. Dahası Avrupa bilimin de desteği ile kafatası ölçümü yapıyor ve kimin daha insan kimin hayvansı olduğuna karar veriyordu. Ancak burjuva hâkimiyeti ele geçirince "akılcı" davranarak hiç de özgür ve erdemli bir toplum yaratmadı. İngiltere'de 10 yaşında çocuklar fabrikalarda çalışıyor, insanlar 2-3 kişi tek bir yatakta yatmak zorunda bırakılıyordu. Bu durumu gören Karl Marx isyan bayrağını çekti. Londra'da yaşayan Marx, gördükleri karşısında dehşete düşmüştü. İnsanlar hayvanlardan daha beter bir muamele görüyordu ve şehrin soylularının umurunda değillerdi. Kendi insanlarına bunu reva gören Avrupalı soylular Afrika'da büyük katliamlara girişti. Siyahilere yaptıkları bugün dahi akla sığmayacak türdendir. Ancak en büyük felaket henüz gelmemişti. Bütün bunlara rağmen Avrupalı entelektüeller ve soylular ciddi bir tepki vermemişti. Ancak İkinci Dünya Savaşı birbirlerini en vahşi bombardımanlarla öldüren Batılıların döktüğü kan bütün planlarını bozdu ve bütün aydınlanma projesi orada çöktü. 500 yıl boyunca ilmek ilmek işlenen aydınlanma projesi, projenin merkezi olan Batı’da çökmüştü. Bu çöküşü Stalin'in acımasız uygulamaları pekiştirdi. Akıldan başka rehber kabul etmeyen Avrupa'da insanlık tarihi boyunca görülmemiş dehşetengiz olaylar vuku buluyordu ve artık entelektüeller ve filozoflar için itiraf vakti gelmişti. İlk teslim bayrağını Adorno ve Horkheimer çekti. Günah çıkarma sırası bu sefer kilisede değil Avrupalı filozoflardaydı.

Adorno ve Horkheimer Aydınlanmanın Diyalektiği kitabıyla aydınlanma projesinin başarısızlığını ortaya koydu. Onlara göre Batı olmadık bir hayalin peşine düşmüştü. Akılla erdemli bir toplum yaratma çabası bir hayalden ibaretti. İkinci Dünya Savaşı ve öncesinde yaşananlar bize aklın tek başına kaldığında ne kadar yetersiz bir vasıta olduğunu gösterdi. Eğer akıl tek başına doğruyu bulabilecek olsaydı Avrupa'daki vahşet yaşanmaz, Afrikalılar büyük eziyetlere tabi tutulmazdı. Adorno ve Horkheimer'yı; Thomas Kuhn, Foucault ve Feyerabend takip etti. Bütün Avrupalı filozoflar bir anda akla düşman kesilmişti. Thomas Kuhn, bilimin kesin sonuçlar üretmediğini savunuyor; Feyerabend ise "Akla Veda" kitabıyla aklın yetersizliğini ortaya koyuyordu. Diğer yandan Derrida gibi filozoflar felsefeyi şüpheli ilan etmişti. İşte bu dönem post-modern felsefeyi doğurdu ve bugünlere kadar getirdi. Artık epistemolojiyi şüpheci bakış açıları domine ediyordu. Aklın dayattığı hiçbir bilgi kesin olamazdı, her şey göreceliydi. Hiç kimse bir başkasına aklın doğruları diyerek birtakım doğruları kabul ettiremezdi. İşte, Avrupa bu bakış açısıyla yeniden radikalliğe sürüklendi. Aklı tamamen yadsımaya kalkan Avrupa bu sefer bütün değerleri hedef almaya başladı. Şimdi de ortada hiçbir değer ve ilke bırakmayarak herkesi özgürleştirmeye çalıştıklarını iddia ediyorlar.

Günah çıkartmaya başlayan Avrupa şimdi bütün öteki ilan edilenlerin koruyucusu pozisyonuna geçti. En başta Yahudileri koruma altına alan Batı medeniyeti, ardından eşcinselleri, siyahileri ve diğer "öteki" görülenleri koruma altına almaya başladı. Ancak bunu yaparken bütün geleneksel değerleri yok etmekten imtina etmedi. Aslında aklın rehberliği adı altında kuramadıkları hegemonyayı şimdi de bilgiyi göreceli hâle getirerek kurmaya çalışıyorlar. Cinsiyet konusunu dahi göreceli hâle getirmeyi başaran Batılı akademisyenler, erkek ve kadın haricinde birçok farklı cinsiyet olduğunu kabul ettirmeye çalışıyorlar. Daha önceleri kafatası ölçerek kimin insan kimin hayvan olduğuna karar verenler artık siyahileri dizilerde başrol yapıyor, eşcinselleri baş tacı yapıyor. Bütün bunları da dünyaya özgürlük ve eşitlik temasıyla satıyor.

Peki Batı medeniyeti bu dönüşüm ve manevra ile neyi amaçlıyor? Görünen o ki aklın rehberliği adı altında kuramadıkları hegemonyayı şimdi de bütün değerleri ve ölçüleri yok ederek sağlamaya çalışıyorlar. Artık kimse neyin doğru neyin yanlış olduğu konusunda net bir fikre sahip olamıyor, bütün ölçüt/mikyas ortadan kalkmış görünüyor. Tüketim temelli toplum yapısıyla insanları aynılaştırıp uzaktan kumandalı bir şekilde yönetme planı yaptıkları ve bu planı ülkemizde de uyguladıkları görülüyor. İnsanlar artık iyiyi, doğruyu ve güzeli aramıyor çünkü ortada iyiyi, doğruyu ve güzeli temellendiren bir fikir bulamıyorlar. Onun yerine tüketim ve haz odaklı yaşıyorlar. Böylelikle iyi-kötü; güzel-çirkin; doğru-yanlış arasındaki farkın da bir önemi kalmıyor. Haz ve tüketim nereden gelirse o iyi kabul ediliyor. İnsanların nefsânî arzularını manipüle etmeyi öğrenen Batılı aristokratlar da dünyayı yönetmenin yeni yolunu bulmuşa benziyor. Bilgi (akıl) yoluyla sağlayamadıkları hegemonyayı arzu (haz) üzerinden sağlamayı planlıyorlar.

Sonuç olarak diyebiliriz ki Batı medeniyeti kiliseyi yok edip dünyayı ıslah edecekti ancak son 500 yıllık deneyimlerinde pek de başarılı olamadıkları görülüyor.

Onlara: 'Yeryüzünde fesat çıkarmayın' denildiğinde: 'Biz sadece ıslah edicileriz' derler. (Bakara Suresi 11. âyet)

Aylık Baran Dergisi 28. Sayı, Haziran 2024