Amerika Orta Doğu'daki "diktatör"lerle uğraşmayı ve demokrasi getirmeyi kendine görev edinirken Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi krallıkla yönetilen ülkelerle niçin uğraşmıyor? Bu ülkeler ekonomilerini ve tüketim kültürünü Batı ile uyumlu hâle getirdiği için olabilir mi?
21. yüzyıl sömürgeciliği Orta Çağ ve 20. yüzyıl sömürgeciliklerinden bir yönüyle tamamen ayrılıyor. Orta Çağ'da bir imparatorluk bir bölgeyi işgal ettiğinde o bölgenin diline, dinine ve genel anlamıyla kültürüne müdahale etmiyor; bölge halkına kendi kültürlerini diledikleri şekilde yaşama imkânı tanıyordu. Nitekim, Yahudiler farklı imparatorlukların boyunduruğu altına girmiş olsalar da asimile edilmemişlerdir. Diğer bir örneği ise kendi siyasi tecrübemizden yani Osmanlı'dan verebiliriz. Osmanlı, ne Balkanlar'daki ne de Anadolu'daki yerel halkların dinini ve dilini değiştirmeyi tercih etmemiştir. Bu yönde hiçbir adım atmamış, aksine yöre halkının dinini ve dilini korumak için çaba göstermiştir. Bizler şunu biliyoruz ki 1. Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı'da nüfusun yaklaşık yüzde 25'i gayrimüslimdi ve hepsi kendi kültürlerini yaşayabiliyorlardı. Ancak bu durum 19. yüzyıldan itibaren değişmeye başlamıştır. Fransa ve İngiltere Afrika ve Asya'da işgal ettikleri yerlerde kendi dillerini yaymaya çabalamıştır. Nitekim bugün Hindistan'da İngilizce; Afrika'daki birçok ülkede ise İngilizce resmi dil olarak kabul edilmiştir. Diğer yandan Sovyetler Birliği Orta Asya ülkelerinin dini yapısını tamamen değiştirmeye çalışmıştır. Ancak sözü geçen ülkeler bu sömürgelerini terk etmeye başlamıştır. Her ne kadar Afrika'da Fransa'nın etkisinden söz etmek mümkün olsa da son aylarda yaşanan gelişmelerle beraber Fransa bu ülkelerdeki hâkimiyetini kaybetmeye başlamıştır.
Yeni bir sömürgecilik biçimi, gönüllü kölelik: Amerikan Kültür Emperyalizmi
İnsanları şaşırtan en büyük olaylardan biri "Büyük" Sovyetler Birliği'nin tek mermi atmadan teslim olması oldu. Gerçekten de Sovyetler Birliği bir savaş sonrası dağılmamıştı. Bir gün Sovyetler Birliği devlet adamları karar verdi ve o korkulan büyük devlet dağıldı. Peki nasıl olmuştu da bu büyük devlet kendini lağv etmek zorunda kalmıştı? Muhakkak ki ekonomik ve siyasi sorunlar vardı ancak yakından incelendiğinde şunu görüyoruz ki Doğu Avrupa'da yaşayan halk artık hayatlarından memnun değildi. Onlar da Batı Avrupa ve Amerika'da yaşayan insanlar gibi yaşamak istiyordu. Daha fazla tüketmek, daha fazlasına sahip olmak istiyorlardı. Amerika hiçbir şey yapmadan yani askerî güç kullanmadan sadece kültürel öğeleriyle; ekonomi, sanat ve spor alanındaki faaliyetleriyle Doğu Avrupalı Sovyet vatandaşlarının aklını çelmeyi başarmıştı. Politika alanında uzman olan Joseph Nye Amerika'nın da kullandığı bu türden kuvvete "yumuşak güç" adını veriyor. Nye, bu kavram ile bir ülkenin diğer ülkeler üzerindeki kültürel, ideolojik nüfuz gücünü kast ediyor. Örneğin Holywood'da çekilen bir filmin ya da Amerikan müzik tarzının Türk gençlerini etkilemesi gibi. Ya da Amerikan yaşam biçiminin Sovyet vatandaşlarının aklını çelmesi gibi. İşte liberal demokrasi ve ekonominin bu zaferi sonrası Francis Fukuyama gibi bazı entelektüeller tarihin sonunun geldiğini artık liberal ekonomi ve onun getirdiği kültürel iklimin hiçbir şekilde bozulmayacağını söylüyordu. Kendisinin haklı çıkıp çıkmayacağı bu yazının konusu değil ancak en azından şimdiye kadar liberal ekonominin dünyada hâkim olduğunu söyleyebiliriz.
Prens Selman ve Orta Doğu'nun Geleceği
Amerika Orta Doğu'daki "diktatör"lerle uğraşmayı ve demokrasi getirmeyi kendine görev edinirken Suudi Arabistan, Katar, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn gibi krallıkla yönetilen ülkelerle niçin uğraşmıyor? Bu ülkeler ekonomilerini ve tüketim kültürünü Batı ile uyumlu hâle getirdiği için olabilir mi? Katar tam 250 milyar dolar harcayarak 2022 Dünya Kupası'nın finansörü olmuştu. Katar ayrıca Avrupa futbolunun da önemli finansörleri arasında yer alıyor. Paris St. Germain ve Manchester City gibi ünlü takımların sahipleri de uzun süredir Katarlı. Ancak Katar'ın Batı'ya yaptığı yatırımlar futbolla sınırlı değil. AA'nın yaptığı habere göre Katar Yatırım Otoritesinin en çok yatırım yaptığı ülkelerin başında Almanya, İngiltere, Fransa ve ABD gibi Batı ülkeleri geliyor. Katar'ın yanı sıra Suudi Arabistan da Avrupa futboluna yüklü miktarda yatırım yapıyor. Ayrıca kendi liglerinde de Cristiano Ronaldo ve Neymar gibi futbolculara milyon dolarlar ödüyorlar. Ancak Suudi Arabistan sadece bununla kalacak gibi değil. Suudiler yalnızca spor alanında değil sanat alanında da Batı ile entegre olmaya çalışıyor. Geçtiğimiz aylarda düzenlenen Metallica konseri bizlere Suudi Arabistan'ın geleceği hakkında bazı ipuçları veriyor. Tüketim kültürü, spor faaliyetleri ve Batı'daki yatırımlarıyla Arap devletleri kapitalizm ve getirdiği kültürün en büyük destekçileri arasına giriyor. Elbette sanata ve spora karşı değiliz ancak Arap devletlerinin paralarını Batı Kapitalizmi için harcıyor olması sorgulanmaya değer bir durum. Gerçi biz sorgulamasak bile birileri bu konuları sorguluyor. Alman Die Welt gazetesinde yayımlanan "Katar und der Plan des Scharia-Kapitalismus" yani "Katar ve Şeriat Kapitalizmi Planı" başlıklı yazıda Katar'ın adeta "sözde" İslami bir kapitalizm uygulamaya başladığı söyleniyor.
Peki, sözde insan hakları koruyucusu ve demokrat Batı nasıl oluyor da krallık ile yönetilen Arap devletleriyle iyi ilişkiler kurabiliyor? Ayrıca Prens Selman gibi gazeteci Cemal Kaşıkçı'yı öldürmekle suçlanan birine niçin hiçbir yaptırım uygulanmıyor? Muhalif aktivist Aleksey Navalni'yi öldürdüğü iddia edilen Putin, insanlık düşmanı ilân edilirken Prens Selman ya da Suudi Arabistan nasıl oluyor da hiçbir şekilde suçlanmıyor? İşte bütün bunlar bize Batı'nın politikasının aslında demokrasi temelli değil yalnızca ekonomi üzerine kurulduğunu ifşa ediyor. Batı kendi kültür ve ekonomik değerlerini kabul eden ülkeleri hiçbir şekilde tehdit olarak görmüyor aksine onları destekliyor. Bu ülkelerde demokrasi mi ya da saltanat mı olduğuyla hiçbir şekilde ilgilenmiyor. Aynı şekilde bu ülkelerde insan haklarının durumunu da sorgulamıyor.
İşte Amerika, kendi ekonomik sistemini dayatarak ve kabul ettirerek hem kültürel açıdan ülkeleri domine edip herhangi bir işgale ihtiyaç duymadan o ülkeler üzerinde hegemonya kurmuş oluyor. Orta Çağ'da olduğu gibi bu devletleri işgal etme ihtiyacı da hissetmiyor çünkü bu hem zahmetli hem de verimli sonuçlar üretmiyor. İşgal ettiği ülkelerden ise sistemi kurduktan sonra çıkıyor. Irak bunun için iyi bir örnek. Sonuç olarak ABD ve Avrupa eski zamanlarda olduğu gibi ülkeleri doğrudan işgal edip orada uzun süreler kalmıyor. İşgal olsa dahi kısa süreli oluyor. Ancak eski zamanların aksine hegemonyayı kültür üzerinden kuruyorlar. Osmanlı hiçbir azınlığın kültürünü değiştirmezken ABD hegemonya kurduğu toplumların dinini tahrif ediyor, ticaret yapma biçimlerini değiştiriyor, sanat ve spor faaliyetlerini dahi kendine benzetiyor.
Durum böyleyken, İslam dünyasının Batı'ya karşı koyma gücü kalmıyor. Bütün fakülteleriyle Batı'ya teslim olmuş bir İslam dünyası ile karşı karşıyayız. Dinlediği müzikten yaptığı ticarete kadar Batı'yla uyumlu olan Arap dünyası, Müslümanların elini kolunu bağlıyor.
Aylık Baran Dergisi 26. Sayı, Nisan 2024