Suriye, Irak ve Türkiye üçgeninde çekimleri yapılan film, Arab Baharı yaşanan diğer ülkelerden çok daha kalabalık oyuncu kadrosuyla diğerlerinden hemen ilk bakışta ayrılıyor; HDP, HPG, YPG, PKK, YPJ, PYD, İŞİD, El Nusra, El Kaide, Özgür Suriye Ordusu, Türkiye, İran, Suriye, Irak, Mısır, Suudî Arabistan, Katar, İngiltere, Amerika, İsrail ve medya...
Buraya bir parantez açıp bizde uyandırdığı bir tedaiden dolayı son seçimlere dokundurmadan edemeyeceğiz: 7 Haziran Seçimleri’nin sonuçlarını yorumlayan uzman, analist ve akademisyenlerin tek bir ağızdan papağanvari bir biçimde tekrarladıkları, Türkiye’deki gerilimin Ak Parti’nin tek başına iktidar olamaması ve HDP’nin barajı geçmesiyle azaldığı ve tabiri caizse “toplumun gazının alındığı” yönünde. Kanaatimizce, toplumun tamamını kapsayan böylesi bir analiz epey sorunlu… Çünkü “gaz tahliye eden” kesim, sadece, yapay Batılı üretim merkezi gibi faaliyet gösteren okullarda eğitim görmüş, Beyaz Türk denilen, İslâm düşmanlığı ile maruf, çakma Batılı kesim… Çıkardıkları gazı isimlendirmek gerekirse, bir LPG markasından bahseder gibi YPG-HPG-HDP demek uygun düşer. Bu kesimin etrafa yaydığı netice o kadar kötü ki, zannedersiniz memleketin isale hatları patladı. Ve bu netice öylesine zehirli ki, her gün birçok insanın ölümüne yol açıyor.
Parantezi kapatıp biz filmimize dönelim ve senaryoya bir göz atalım: İyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin birbirine karışmış vaziyette. Bunun yanı sıra açıkça görülüyor ki; senaryoyu kaleme alanlar uzun uzadıya hesab kitab yapmış da değil. Her bölüm kendi şartları içinde, o güne dair doğaçlama olarak yazılıyor ve oynanıyor. Ayrıca bir sahnede başrol olanın bir diğer sahnede figüran; bir sahnede figüran olanınsa bir diğer sahnede başrolde olması da son derece ilgi çekici; böylelikle hadiselere farklı pencerelerden bakılırken, ahenkli olup olmadığı tartışılır bir zenginlik doğuyor. Dublörleri de hesaba katacak olursak, kadro uzayıp gidiyor... Hollywood yapımcılarının son yıllarda senaryo bakımından çektiği kısırlık, bu filme hiç uğramamış görünüyor.
Evet, kurgu son derece girift olsa da başarıyla işlenmiş, aksiyon dozu yüksek ve sürükleyici de olmuş açıkçası. Bir dakika, filmin ana fikri yok sanki. O zaman bunca karmaşa ve giriftlik de, sırf izleyicinin fikirsizliği idrak etmesine mani olmak üzere kurgulanmış olabilir mi? A, evet, tıpkı son yıllarda seri hâlinde yayınlanan “Cehennem Melekleri” gibi; eski meşhur aktörleri buluştur, aksiyon dozunu yüksek tut, bolca kan, patlama, yangın... Filmin ana fikri mi? Filmin dâhilinde ana fikir yok, tersten filmin dışında bir ana fikir var; tek başına popülaritesi kalmamış eski meşhur oyuncuları, hiçbir şahsiyet emaresi taşımayan rollerde bir araya getirip; bol aksiyon, silah, kan ve patlamanın cazibesine dayanarak gişe yapmak. Tıpkı şu izlediğimiz filme ne kadar da benziyor değil mi?
Senaryoyu yazanların ne istediği belli de şimdi biz figürasyondaki iki aktörün bu filmde niye rol aldığına bir bakalım…
PKK-HDP
PKK ve lideri Abdullah Öcalan, bağımsız Marksist-Maoist kırması bir Kürt devleti kurmak idealiyle yola çıktı. Ardından 1990’lı yıllara gelindiğinde, dünyada ve Türkiye’de solculuk modası bitince, Kürt faşizmine yöneldi. 2000’lere gelinip bağımsızlıkçı antiemperyalist mücadelenin bayrağı İslâmcılara geçince, Kürt faşizminde rutine bağlanmış bir “ateş et asker vur, onlar atsın seni vursun, aklıma başka şey gelmiyor” hesabı takıldılar. Ardından Erdoğan’ın İslâm dünyası ile yakınlaşma ve İsrail’i azarlama rüzgârında bu tarafa kapılanıp, “demokratik birlikte yaşama” gibi şeylere meylettiler. Bu arada Öcalan, yaşı da geldiği için “giderayak meseleyi bir çözüme bağlar, kahraman olurum” hesabı Erdoğan’ın samimi yaklaşımına sarıldı ve Çözüm Süreci’ne ortak oldu; fakat ‘tarihî diyalektik’ onların kafalarında kurdukları gibi işlemedi. Kürt hareketine ve PKK’ya -haklı- mazeretler imal eden Kemalist kafanın zulmüne dair temel meselelere el atan Erdoğan netice almaya başlayınca fark ettiler ki; kendileri için varlık sebebi ortadan kalkıyor. Nihayetinde çözüm sürecine dair taleplerin son geldiği hâle bakacak olursak; “eşcinsel hakları, kadın bilmem neleri, yeşilin korunması” gibi genel geçer saçma sapan maddeler sıralamaya başlamışlardı. Kimse de çıkıp “Kürdün meselesini temsil ettiğin iddiasındasın; fakat Kürt olarak bizim meselemiz bunlar mıydı, senelerce biz bunlar için mi öldük?” demedi.
Varlık sebebinin ortadan kalması ihtimaline karşı, son bir hamleyle HDP adı altında yeniden “sosyalizm”e sarıldılar. Çünkü Kürtlerin temel hakları meselesiyle beraber hedefleri, Erdoğan’ın hamleleriyle ortadan kalktı ve yeni hedefler belirlemek zorunda kaldılar. Bir yandan da hazır aşağısı (Irak-Suriye) karışmış, Erdoğan ile Batı’nın arasındaki ipler gerilmişken, silahlı alanı tahkime yöneldiler. Abdullah Öcalan ise bu yeni durumun farkında; fakat daha ötesi bu durumun da mağduru pozisyonunda. Erdoğan’la girdiği diyalogda sergilediği hâkim tavrın Kürt halkı nezdindeki geçerliliği sürse de, PKK ve yan unsurları üzerinde aynı hâkimiyetin olmadığı son hâdiseler vesilesiyle açığa çıktı. Öcalan şu ân hadiseleri yürüten değil, olagelen hadiseler içinde kendine yer tutmaya çalışan kişi pozisyonunda. Demirtaş ve diğerleriyse, kayıtsız şartsız Batı’ya teslim, kendi ikballeri peşinde... Bunlar geçmişte yaşanan zulümden dolayı Öcalan ile Kürtler arasındaki duygusal bağı da biliyor, araya giriyor ve kendi hesablarına bu vaziyeti istismar ediyorlar. Bu manzaraya bakarak şunu da ifade etmekte yarar var; son dönemde Öcalan, T.C.’nin elinde değil; faşist de, sosyalist de olamayan ama Batı maymunu olduğu muhakkak bir zümrenin elinde esirdir.
HDP’lilerin hayal dünyasında, PKK’nın silah gücünü istismar edip sosyalist bir devlet kurmak var. Şahsiyetini kaybetmiş her fraksiyon, grup ve insan için geçerli olduğu gibi, ne acayiptir ki sosyalist devlet hayaline giden yol da Amerika ve İsrail’e uşaklık etmekten geçiyor. Bunlar için durum bu…
Kurmayı planladıkları devletin ahalisi için de teklif ettikleri veyahut edebilecekleri hiçbir şeyleri yok ve olmadığı şuradan belli ki; çatışmanın bittiği dönemde LGBT, kadın ve çevre haklarının yerine esaslı meseleleri ortaya koyar ve çözümü peşinde koşarlardı. Oysa, onlar bunun yerine önce LGBT haklarına sarıldılar, buradan birşey olmayınca ve yerine de esaslı bir mesele teklif edemeyeceklerini gördüklerinde de geri silaha sarıldılar.
HDP, PKK ve etrafında kümelenenler; “ister kuyrukçuluk, ister işbirlikçilik, ister i.nelik ve her ne olursa olsun da, bir tek İslâm olmasın” mantığıyla bir devlet kurmak istiyorlar. Batı da bu devlet işini eşeğin burnunun önüne sarkıtılan havuç misali kullanıyor ve bunlarla beraber Kürtleri de istediği gibi güdüyor.
Ne Teklif Ediyorsunuz?
HDP ve PKK, Arab Baharı’nı tezgâhlayan kulamparaların göz kırpmasına aldanıp, Türkiye’de bir iç savaş başlatmak ve ardından da Irak ve Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin ise güneydoğusunu kapsayacak bir Kürt devleti kurmayı planladılar. Gezi, 6-8 Ekim Olayları ve Suruç’ta meydana gelen patlamada buradan başlayacak bir iç savaşın hesabını yaptılar... T.C. böylesine bir hamleye hazırmış ki, 1990’lı yılları mumla arıyorlar, o ayrı... Şimdi, velev ki iç savaşı çıkarttınız ve T.C.’yi mağlup edip, Suriye ve Irak’taki karışıklıkları fırsat bilip, emperyalist kulamparaların kucağında bir Kürdistan kurdunuz; ahaliyi bir arada tutacak ortak paydanız, aidiyet duygunuzun merkezinde ne olacak? Kaba milliyetçilik-Kürt faşizanlığı olacaksa, Arabların ve 80 sene boyunca Türkiya’nin yaşadığı tecrübe ortada. Eğer bundan bir hayır geleceğini umuyorsanız, 90 yıldır her biri ayrı bir devlet egemenliği altında yaşamış ve aynı zamanda kendi içinde parça parça Kürtlerin bir araya geldiklerinde, mutlu vatandaşlar halinde hayatlarını idame edeceklerini mi düşünüyorsunuz? Ayrı tarihî tecrübelerin nasıl kısa bir zaman dilimi içinde kuracağınız devletinizi paramparça edeceğini görürsünüz. Eğer aynı millet olmak yetseydi, bu gün Türkiye ve Azerbaycan’ın bir olması gerekirdi ki, Türkiye Türkleri Kürtlerle bir arada yaşar da Azerilerle yaşayamaz. Sosyalizm olacaksa; bundan bir asır evvel pratikte işlemeyeceğini isbat etmiş ve köhnemiş bir fikirle Müslüman millet arasında müşterek bir hissi nasıl tesis edeceksiniz? Sekülerizm olacaksa; Müslüman Kürtler ile i.bnleri bunun etrafında Cemaatin hoşgörü anlayışıyla mı bir araya getireceksiniz? Unutmadan, Kadın hakları, gezi parkında kesilen ağaçlar, erkeğin erkekle-kadının kadınla evlenmesi, i.nelik, ihanet diye bir aidiyet duygusu hedefi de yok he, haberiniz olsun...
Tıpkı Kemalist Beyaz Türkler gibi kendi milletinin sosyal dokusuna yabancı kalarak değil devlet, örgüt bile olunmaz; PKK’nın bugün oradan oraya savrulur hâline bakıldığında niçin olunmayacağı açıkça görülür...
Gelelim T.C.’ye... Diyelim ki, PKK ve onun yan unsurları topyekûn imha edildi. Sonrasında yeniden bir “PKK” türememesi için ne yapacak, aidiyet duygusunun merkezine neyi alacaksın ve bu merkez etrafında Anadolu’yu yeniden nasıl birleştireceksin? Ulusalcılık desen, zaten olmamış. Atatürkçülük desen, zaten olmamış. Milliyetçilik desen, ne alaka? Demokrasi desen, kendi ülkene dahi sahib olamıyorsun. Lâiklikle de olmuyor. Yol, su, elektrik, hastane, okul, sosyal yardım desen, o da olmuyor ve bunu en iyi sen biliyorsun.
2015 senesinin Temmuz ayında yeniden başlayan çatışmalara bakıldığında da açıkça görüldüğü üzere, yukarıda PKK-HDP ve T.C. adına sıraladıklarımızın hiç biri çözüm değil. Peki çözüm nedir?
Çözüm
Küfür zümresinin kötülemek maksadıyla sürekli dikkat çektiği üzere, dünya üzerinde karışıklıkların yaşandığı bölgelerin tamamı İslâm coğrafyası sınırları içindedir. Peki, İslâm coğrafyasında eksik olan, yanlış olan nedir ki vaziyet budur? Şimdi küfür takımı hem kendi teklif ettiği küfrü meşrulaştırmak, hem de İslâm’ı kötülemek adına bu karışıklığı İslâm’a bağlıyor. Oysa ki, bugün İslâm coğrafyasının içinde bulunduğu karışıklığın temel sebebi, İslâm’ı tatbik edecek fikrin bu coğrafyada hüküm sahibi olmayışından dolayıdır.
Onlar, sınırları çizdiler, kuyrukçularını atadılar, katlettiler, ırzına geçtiler, astılar, kestiler, sürdüler, demokrasi dediler, para akıttılar, laikleştirmeye çalıştılar, dinsizleştirmeye uğraştılar, şahsiyetsizleştirmeye çalıştılar, eziklik psikolojisi zerk ettiler, Şia ve Vahhabilik propagandası yaptılar olmadı. İslâm dışındaki her çözümü denediler, olmadı. İslâm ile de kendilerinin derdi olduğu için, bugünkü paradoks doğdu. Unutmayalım, Batı’nın ve kuyrukçularının baş düşmanı-nefret kutbu Ehl-i Sünnet Vel-Cemaattir...
Görüldüğü üzere, yalnız Anadolu özelinde değil, topyekûn İslâm âleminde, İslâm’ı tatbik edecek fikrin hükümde olmamasından doğan bir mesele bu... Ve tabiî olarak çözüm, eksik olanı yerine koymaktan geçiyor. Peki, haşa İslâm bir yere mi gitmiş ki, İslâm’ı alıp yerine koyalım. İslâmcı(!)lar çıkıp çıkıp diyorlar ya, “İslâm’la çözülür” diye. “Bak nasipsize, sanki İslâm yok...” der adam. İslâm var da, senin İslâm’ı anlayacak anlayışın, tatbik edecek fikrin nerede? İş tutup tutup zaten varolan bir şeyi yokmuş gibi göstermek seviyesinde ele alındığında, mesele daha da bir çözümsüz hâle geliyor. Gelelim çözüme...
HDP ve PKK’nın temsil ettiği zihniyetin, Öcalan’ın beyanına rağmen İslâm’dan uzak durmak adına yaptıklarına baktığımızda, İslâm’a Muhatab Anlayış’ı merkeze alarak, Anadolu’dan başlayarak meselelerin gerçekten çözüme kavuşturulmasında bizden taraf olacağını zannetmiyoruz açıkçası. Olursa da amenna; yanlıştan dönene altından köprüler inşa edilir.
Öyleyse gelelim Cumhurbaşkanı Erdoğan’a ve Anadolu’da çoğunluk olan Müslümanları temsil iddiasındaki hükümete... Eğer ki Yavuz Sultan Selim ismi yalnız bir köprünün adı olarak kalmayacak ve icra ettiğine benzer bir rol üstlenilecekse, bunun yolu Büyük Doğu-İbda’nın örgüleştirdiği İslâm’a Muhatab Anlayış’ı merkeze almaktan geçer. Çağımızda örgüleştirilmiş bir başka İslâm’a Muhatab Anlayış olmadığına göre... Hatırlatmak adına; İslâm’a Muhatab Anlayış: “Mutlak Fikir”in “Tatbik Fikri”...
Muşamba dekor, cebe konan harçlık, sosyal hizmet ve şu ve bu ile, olmadı silah ile kan ile Anadolu’da birlik ve dolayısıyla dirlik sağlanamadığı, psikolocyanın da bundan ötesine kâfi gelmediği açık...
Öyleyse vakit, meydan yerine dikilip, Müslümanın İslâm’dan aldığı vakur, heybet ve hâkim tavır ile gerçek davayı, Büyük Doğu-İbda’yı merkeze almanın ve bütün mecralarda topyekûn kavgasının verilmesinin, yani, psikolocyanın ideolocyanın emrine tahsis edilmesinin vaktidir!
Bunun aksini iddia eden/edecek olan pısırık, korkak, çekingen, mahkûm tavırlı, teyze kılıklı adamlar da zaten dava adamı değildir ve dolayısıyla sana da, bana da lâzım değildir.
Baran Dergisi 447. Sayı