Kitle kültürünün egemen olduğu günümüz dünyasında artık bir düşüncenin geleceğini belirleyen husus; doğruluğu-yanlışlığı ya da uygulanabilir olup olmaması değil, popülaritesi… Oysa bilgi tek, çokluk bilinende...
“Kimdir insan?” sorusuna “kendini bilen Rabb’ini de bilir” ve “O her an bir iştedir (şe’n)” ölçülerinin ışığı altında bakarsak; her şey gibi insan da tecelli mahalli olması hasebiyle, eşyanın Rabb’in hangi ilahî isminin hükmü altında bulunduğuna, her anda Allah’ın tecellilerinin başkalaştığına ve her an yeniden yaratılışa şahitlik etmesi gerekendir. Bu da ortalama olmayan; yani imânı ve aklı müsavî olan “büyük sanatkârlar”ın işidir. Ortalama insanın bu işteki nasibi, bunlardan aldığı pay nisbetindedir. İşte bu “imân şövalyeleri”nden biri olan İbda Mimarı; “mümin gözlerin nuru / kâfirde olmayan da bu” diyor Esatir ve Mitoloji isimli eserinde. Kâfirde olmayan şey, kalbin görmesini sağlayan nur, yani basiret… Basiret gözü açık olmayan insan; her türlü akademik, teknik vb. donanıma sahip olsa da hakikatleri bulundukları hâl üzere göremez. Çünkü kalble duyular arasındaki bağ kopmuştur, kalbin nuru duyulara ulaşamaz ve duyular kalbe sağlam veri aktaramaz. Bu durumdaki insan, zahirî anlamda da sağır, kör ve dilsizdir. Kendini zekâ küpü gibi görse de, aslında ne gerçekçi ne de öngörülüdür. Ama hakikatleri ters yüz etmek, gerçekliğin defolu modellerini üretmek de artık bu insanın tekelindedir. “Başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaleti” içinde, korkularının (fakirlik, hastalık, ölüm) peşinde bir ömür tüketmeye namzettir. Dolayısıyla gerçek bir entelektüel, bu tür ortalama insanlar tarafından yanlış anlaşılmak değil, yanlış anlaşılmamak korkusu içinde yaşamalı.
İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük dâhilerden biri olan Leonardo da Vinci, “ortalama insanın görmeden baktığını, duymadan dinlediğini, hissetmeden dokunduğunu, tat almadan yediğini, fizikî bilince erişmeden hareket ettiğini, düşünmeden konuştuğunu” söylüyor. Ancak büyük ustanın ortalama insana dair tesbitlerinin sadece halktan insana, sıradan vatandaşa has bir hususiyetmiş gibi algılanmasının yanlış olduğu kanaatindeyim. Aslında halktan çok, “öğrenimli cahil” sürüsünü tarif eden bir kavramdır, ortalama insan... Ve hayatın her alanında karşımıza çıkabilecek bir tiptir. Falan hastanede doktor, falan gazetede olmayan aklını dağıtarak yıllardır köşe yazarlığı yapan profesyonel bir ahmak olabileceği gibi; beynini kullanmadan konuşma kategorisinde rakip tanımayan bir parti başkanı, artık “giremediği günahlar” diline vurmuş ilâhiyatçı çakal bir profesör, hatta ve hatta, teorisi onlarca yıldır dünyanın her yerinde uygulanan ve bu teoriye göre yüz binlerce talebenin yetiştirildiği Nobel ödüllü bir bilim adamı da olabilecektir.
Bob Fenster, doğru düşünce olmadan doğru düşünce faaliyeti olamayacağını, iyi bir fikir gibi görünen pek çok şeyin aslında göründüğü kadar da iyi olamayabileceğini “Salaklık Tarihi” isimli kitabında çok güzel dile getirir. İşte onlardan iki tanesi;
“DDT 1939’da üretildiğinde ilacın mucidi, tarlaları sinek ve zararlılardan temizleyen bir tarım ilacı bulduğu için Nobel ödülü aldı. Nobel ödülüne karar veren komite de en az DDT’nin uzun vadeli etkilerini araştırmaya tenezzül etmeyen mucit kadar dar görüşlüydü. Ya da dünyanın onların uzun vadeli araştırmalarına hizmet etmesi gerektiğini düşündüler. Yeterince hastalık ve ölümden sonra DDT’nin ortadan kaldırmaya çalıştığı sorundan daha kötü bir çözüm olduğu görüşüne varıldı.”
Benzer şekilde, “Thalidomis’i test eden ve değerlendiren bilim adamları etkili bir uyku ilacı olan Thalidomis’in reçetesiz satılabileceğine kanaat getirdi. Fakat bu mucize ilacı geliştiren bilim adamları nedense yan etkilerini dikkate almadılar. Hamile kadınlar tarafından kullanıldığında ilaç bebeklerde korkunç deformasyonlara sebep oluyordu: Kolsuz bebekler, elleri omuzlarından birer yüzgeç gibi çıkan bebekler. İlaç yasaklanmadan önce sekiz bin bebek bu tarz hastalıklarla doğdu!”
İlim, insanın cehlini alsa da ahmaklığını almıyor. Lâkin bu tarz “düzmece bilgi”nin mekanik zihinler tarafından hayata taşınması ve adaptasyonu da büyük felaketlere yol açıyor. Fakat yaşanan bunca felakete rağmen, sorumlu konumda olması gereken bu insanlar hiçbir ceza almadığı gibi, aksine, binlerce belki de yüz binlerce insanın hayatına mâl olan bu hatalarından dolayı taltif ediliyor; standart bilimsel normlara dayandıklarını söyleyerek işin içinden rahatlıkla sıyrılabiliyorlar.
Büyük riskler alınmasına ve çok pahalıya patlamasına rağmen mümkünlerin birbirini üretir biçimde dolaşıma sokulduğu ve yanlışların kendi doğrularını doğurduğu böylesi süreçlerde, görünüşte her şey kendi içinde tutarlı; yürütülen muhakemeler de mükemmel gibidir. Ancak eşya ve hâdiselere farklı tercihlerin tamamını dışarıda bırakan; meçhule hürmet tavrı içinde olmaktan uzak bir anlayışla yaklaştığınız zaman, genel kabul görmüş teorik araçlara güvenerek kesin tahminlerde bulunmak, sizi daima yanıltır. Belirsizliğin temel kaynağı olan ve nadir görülen olayları göz ardı edersiniz. Bu da size çok pahalıya patlayacak demektir. Çünkü sosyal olaylarda esas belirleyici olan sıra dışı hâdiselerdir; bunları öngöremediğiniz zaman, hayatın akışını da öngöremezsiniz. Kısa vadede tüm uzantılarıyla kuşatılması mümkün olmayan geniş çaplı hâdiseleri tek bir sebebe bağlayarak basite indirgemek, alıştığınız, sizde bünye hâline gelmiş pek çok ihtiyacı tatmin etmeye yetse de, özü itibariyle hiçbir derde deva olmaz. Sadece çaresizlik hissinizi artırır.
Kilisenin gücünün modern devlet lehine zayıflamasıyla birlikte, bilginin iktidarı da el değiştirdi; kilisenin elinden akademinin tekeline geçti. Artık akademinin onayından geçmeyen bilgi, bilgi olarak değer bulmuyor. Bu durum evrensel ölçekteki kurumlar tarafından da destekleniyor. Nobel ödüllerinin dağıtıldığı İsveç Bilimler Akademisi de bu kurumların başında... Kitle kültürünün egemen olduğu günümüz dünyasında artık bir düşüncenin geleceğini belirleyen husus; doğruluğu-yanlışlığı ya da uygulanabilir olup olmaması değil, popülaritesi… Oysa bilgi tek, çokluk bilinende... Buna rağmen ölçüp biçme çılgınlığına tutulmuş bilim adamları delil yokluğunu yokluğa delil addederek akıl yürütüyor, fikir üretiyorlar. İnsanları yem gibi kullanıyor ve bu bilgileri insanlar üzerinde deniyorlar. İş dünyası bu temele dayalı metodlarla iş görüyor, aynı temeller üzerinde dünyanın her yerinde yüzbinlerce talebe yetiştiriliyor!..
Ortalama insanın politik ahmaklıkta nerelere ulaşabileceğinin son ve som örneğini, Avrupalı liderlerin sığınmacılar konusunda takındığı tavırda gördük. Türk hükümetine diyorlar ki; “sana para verelim, Avrupa Birliği’ne giriş sürecinde zorlandığınız maddeleri biraz esnetelim. Sen bir açık hava hapishanesi kur, bunları bize gönderme.” Olur… Görürsem söylerim. Bu kadar sığ bir düşünce olur mu? Meğer oluyormuş.
Ne yazık ki, günümüz fikir dünyasında birkaç büyük istisna dışında, ortaya konulanların neredeyse tamamı ruh ve ibdaîlikten mahrum… En ulvî mânâya en süflî anlamsızlıkların ortalamasıyla ulaşılmaya çalışılıyor. Hakikati aramak yerine uzlaşmaya varmak, yanlış da olsa farklılıklara rıza göstermek istenilen bir şey... İnsanları artık işin ruhu değil tasnifi, tahkiyesi ilgilendiriyor. İbdaî olan değil, zaten eskiden beri var olan büyük anlatıların yeniden üretimi ve nasıl sunulduğu, popülaritesi önemli...
Aylık Dergisi 134. Sayı, Kasım 2015