Bir süredir Nobel ödülü alan edebiyatçıların konuşmalarını okuyorum. Nobel ödülünü reddedenler, onu büyük bir şeref olarak kabul edenler veya sessiz kalanlar var. Meselâ, 1964’te kendisine verilen Nobel ödülünü reddeden Sartre’ın bir açıklaması var. Onunla başlayalım:
- “Ödülü reddediş sebeplerim İsveç akademisiyle yahut Nobel ödülüyle doğrudan doğruya ilgili değildir. Bunu, akademiye yazdığım mektupta da belirttim. Orada iki çeşit sebep üzerinde durdum; şahsî olanlar ve objektif sebepler. Şahsî sebeplerim şunlar: Red, o ân içimden gelmiş bir karar, bir davranış değildi, ben resmî payelere her zaman dirsek çevirdim. Harpten sonra 1945’te, Legion d’Honneur verilmek istendiği zaman da, hükümette pek çok dostum bulunduğu hâlde reddettim. Gene bazı dostlarımın beni yeterli görmelerine rağmen, College de France’a girmeyi de kabul etmedim. Bu tutumun temelinde benim, yazarın görevine dair anlayışım var. Siyaset, topluluk yahut edebiyat meselelerinde bir tutumu benimseyen yazar, bence ancak kendi imkânlarını, yani kalemini ve kağıdını kullanmalıdır. Kabul edeceği her paye, okuyucularını bir etki karşısında bırakır ki, işte ben bunu istemiyorum. İmzamı ‘Jean Paul Sartre’ olarak atmakla, ‘Jean Paul Sartre 1964 Nobeli’ diye atmak aynı şey değildir, diyorum.”
Sartre’ın yakın arkadaşı Camus ise 1957’de Nobel konuşmasında şöyle der:

- “Tabiatı gereği, yazar kendisini tarih yazanların hizmetine sunamaz; o, tarihten zarar görenlerin hizmetindedir. Aksi takdirde, yalnız ve sanatından mahrum kalır. Zorbalığın milyonlarca kişilik ordularına ayak uydurabilse bile, bu ordular yazarı tecritten kurtaramaz. Ancak dünyanın bir ucunda aşağılanmaya terk edilen o adsız mahkûmun sessizliği, yazarı sürgününden çekip çıkarır. Hattâ özgürlüğün sunduğu fırsatların keyfini sürerken bile bu sessizliği göz ardı edemez ve sanatıyla ses vererek bu mahkûmun mesajını iletir. Böyle bir görev için hiçbirimiz yeterince iyi değiliz. Ancak hayatın sunabileceği her şartta, bilinmezlikte de, geçici şöhrette de, zorbalar tarafından zincirli veya kendini ifadede özgür bile olsa, yazar bu canlı toplumun desteğini ve kalbini kazanabilir. Bunun için de, kendi kabiliyetiyle kapsayacağı ve sanatına yücelik katacak o görevi üstlenmesi gerekir: Kendini gerçeğin ve özgürlüğün hizmetine sunmak. Yazarın görevi, olabilecek en fazla sayıda insanı bir araya getirmek olduğu için, sanatında, yalnızlığı besleyen o yalanlara ve hizmetkârlığa boyun eğmemelidir. Şahsî zaaflarımız ne olursa olsun, sanatta asalet, yerine getirilmesi zor iki taahhütle kazanılır: Aslını bile bile yalan söylememek ve baskıya direnmek.”

William Faulkner 1950’de aldığı Nobel için şöyle konuşur:

- “Bugün yaşamakta olduğumuz trajedinin kaynağı öylesine yaygın ve âlemşümul bir can korkusu ki, uzun zamandır bu trajediye maruz kaldığımızdan, ona tahammül etmeyi de öğrendik. Ruhî konuları artık problem etmiyoruz. Çünkü artık tek bir soru var: Beni ne zaman havaya uçururlar? Bu yüzdendir ki, bugün yazı yazan genç kadın ve adamlar, insan kalbinin kendiyle çelişmesinden doğan problemleri unuttular. Hâlbuki iyi bir yazı ortaya çıkarmak için gereken bir tek odur. Bir tek onu yazarken çekilen acıya ve dökülen tere değer.”

1998’de aldığı Nobel ödülünün ardından Jose Saramago şunları söyler:

- “İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bundan tam 50 yıl önce bugün imzalandı. Kutlama törenleri hâlâ sürüyor. Ama bilirsiniz, ilgi zamanla azalır. Ortaya ciddi konular çıkarsa, toplumun ilgisi olayın henüz ertesi gününde bile azalabilir. Yine de bu anma törenlerine karşı değilim. Ben de birçoğuna en ılımlı hâlimle katıldım. Eğer uygunsuz, demode yahut tedbirsiz bulmayacaksanız, buna birkaç şey daha ekleyebilirim. Bu 50 yılda, hükümetler ahlâken yapmaları gereken her şeyi yapmadılar elbette. Haksızlıklar çoğaldı, eşitsizlikler arttı, cehalet büyüdü ve mutsuzluk yayıldı. Kayaların yapısını incelemek için başka bir gezegene araçlar gönderebilecek kapasitede olan bu şizofren insanlık, milyonlarca insanın açlık nedeniyle ölmesinden fütursuzca bahsedebiliyor.”

2014 Nobel ödüllü Patrick Modiano’nun konuşmasından bir bölüm:

- “Bazen yirmibirinci yüzyıl yazarı da kendini kendi zamanının tutsağı gibi hissedebilir ve ondokuzuncu yüzyılın, Balzac, Dickens, Tolstoy, Dostoyevski gibi büyük romancılarını okurken bir tür nostalji hissine kapılabilir. O dönemde, zaman bugünkünden çok daha yavaş bir biçimde akıyor ve bu yavaşlık romancının işine yarıyordu, zira enerjisini ve dikkatini daha iyi toplayabiliyordu. O günden bugüne, zaman hızlandı ve düzensiz bir biçimde ilerlemeye başladı; katedrallerin mimarisinden aşina olduğumuz, geçmişin o romanesk bütünlükleri ile bugünün süreksiz ve parçalara ayrılmış eserleri arasındaki farkı açıklayan da işte bu durumdur. Bu açıdan bakıldığında; ben ara bir nesle aitim ve internetle, cep telefonuyla, e-posta ve tweet’lerle doğan, herkesin süresiz ‘bağlantıda’ olduğu, ‘sosyal ağlar’ın daha yakın zamanlara kadar bizler için önemli bir zenginlik olan mahremi ve insanlara bir derinlik kazandıran esrarı yerle yeksan ettiği ve bu durumun büyük bir romanın konusu olabileceği bir dünyayı, sonraki nesillerin de edebiyat aracılığıyla nasıl ifade edeceğini merak ediyorum. Yine de edebiyatın geleceği konusunda iyimser olmak istiyorum ve geleceğin yazarlarının Homeros’dan beri her kuşağın yaptığı gibi bir önceki nesilden bayrağı devralacağına inanıyorum.”

Orhan Pamuk, 2006’da aldı Nobel ödülünü. Konuşmasında, babasının üzerindeki tesirinden uzun uzun söz ettikten sonra söyledikleri ise şu kadarcık oldu:

- “Benim için yazarlığın sırrı, nereden geleceği hiç belli olmayan ilhamda değil, inat ve sabırdadır. Türkçe’deki o güzel deyiş, iğneyle kuyu kazmak bana sanki yazarlar için söylenmiş gibi gelir. Eski masallardaki, aşkı için dağları delen Ferhat’ın sabrını severim ve anlarım. Benim Adım Kırmızı adlı romanımda, tutkuyla aynı atı yıllarca çize çize ezberleyen, hattâ güzel bir atı gözü kapalı çizebilen İranlı eski nakkaşlardan söz ederken, yazarlık mesleğinden, kendi hayatımdan söz ettiğimi de biliyordum. Kendi hayatını başkalarının hikâyesi olarak yavaş yavaş anlatabilmesi, bu anlatma gücünü içinde hissedebilmesi için, bana öyle gelir ki, yazarın masa başında yıllarını bu sanata ve zanaata sabırla verip, bir iyimserlik elde etmesi gerekir.”
Svetlana Aleksiyeviç 2015’te Nobel aldı ve oldukça uzun bir konuşma yaptı. En çarpıcı bölümleri aşağıda:

- “Savaştan hemen sonra, Theodor Adorno şok içinde, ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti. Bugün ismini şükranla anmak istediğim öğretmenim Ales Adamoviç de, 20. yüzyılın kâbusları hakkında kurgu yazmanın günahkârlık olduğunu düşünüyordu. Burada ibda ediciliğe yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyat üstü’ olma zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü... Nietzsche’nin sözleri geliyor akla: Hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz.

Peki, bugün edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. Muhteva, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan var etmiş oluyor, heykeltıraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan, hem oyuncu, hem ibdâ eden.”

Edebiyatçıların “en iyileri” sayılanlar, edebiyat hakkında konuşurken, bir muhasebeye de girişiyorlar. Bu anlamda “Nobel konuşmaları”, ödülü alan, reddeden veya sessiz kalanlarıyla, 1950’den bugüne, “modern” edebiyatın “biçim ve muhtevasına” dair arayışlar hakkında da bir fikir veriyor, yer yer çok çarpıcı noktaların altını çiziyor. Bu çerçevede Nobel konuşmalarını okudukça, çarpıcı bölümlerini derlemeye devam edeceğim.
 
Baran Dergisi 511. Sayı