Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sistemi, insan ve toplum meselelerinin halli noktasında her örgüsü tezatsız bir dünya görüşüdür. Bu dünya görüşününzirve noktası veya mücessem hâli,Başyücelik Devleti’dir.
Başyücelik Devleti’nin mihrak şahsiyetleri hiç şüphesiz ki “Kurucu İrade” mânâsınıdamündemiçtir. İdeolocya Örgüsü çerçevesinde bunun adı Başyücelik’tir. Madde ve mânâda Başyüce, “Üç Işık” esprisi üzerinden “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”dır. Bunun mihrak şahsiyetleri ise Büyük Doğu Mimarı Üstad Necip Fazıl ve İBDA Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu’dan başkası değildir. Tuğra isim ise Esseyyid Abdulhakîm Arvasî Hazretleri’dir. “Devlet-i ebed müddet” mânâsı üzerinden, “Ahir zaman”ın ahirinde yaşadığımıza göre,kıyamete kadar böyle devam edeceğine şüphemiz yoktur.
Büyük Doğu-İBDA ruh ve fikir sisteminin mücessem hâli olan Başyücelik Devleti, kendisini meydana getiren tüm unsurların toplamından fazlaya tekabül eden bir mânâyımündemiç “unsur üstü” keyfiyeti haiz bir mimari plan, program ve projedir. Kendisini meydana getiren tüm unsurların mahiyetini deizah eden bir yapıda olduğunu ise söylemeye gerek yok. Demek ki Başyücelik Devleti, bir “üst müessese” olmasına rağmen unsurların meydana getirdiği, fakat unsurlardan bağımsız “unsur üstü” bir müessesedir. Onu “unsur üstü” yapan en büyük özellik, Hilafet ve Hükümdarlığı cem etmiş olmasındandır.
“İslâm’da idare şekli yoktur, idare ruhu vardır.” Başyücelik Devleti’nin idare şeklinin Başyücelik olması bu sözün bir nevi teyididir. Kısa bir tarih muhasebesi yapıldığında ilkin Hilafet, sonra Hükümdarlık, en nihayetinde ise Başyücelik temsil makamı olarak karşımıza çıkar.
Başyücelik, Hilafet ve Hükümdarlığın cem edilmiş hâlidir, dedik. Bu, Allah Resûlü’nden sonrakiHilafet ve Hükümdarlığın cem edildiğini göstermesi açısından mühim.
Başyücelik makamı, “Devlet-i ebed müddet”mânâsına bağlı olarak, Efendi Hazretleri’nin uzayan gölgesi hâlinde, Büyük Doğu ve İBDA Mimarlarının gölgesi olarak kıyamete kadar bâkikalacaktır. “Gölge” istidadını yaşatmak hiç şüphesiz ki liyakat şartlarını haiz “gölgeler”e ait olacaktır. “Gölgeler”, birbirini sürekli murakabe eden şahsiyetler topluluğundan birer nişanedir. “Ortak Şuur”un bir yansıması olarak, “Ortak İrade”yi temsil liyakatinde olan her bir “gölge” Başyücelik makamının da “Aydınlık Savaşçısı”dır. Kimin Başyüce olacağı meselesi değil, Başyüce’nin kime kalacağımeselesidir, esas mesele! Talib olmak kimin haddine!
İBDA Mimarı’nın son dönem yazdıkları, meselâ “Ölüm Odası”nda yazdıkları, bana sorarsanız, “devlet aklı”na hitap eden, daha doğrusu “devlet aklı”nı yönlendiren pek çok ipucunu da içinde barındırmaktadır. Adeta içinde yaşadığı, yaşamak zorunda kaldığı devleti yeniden şekillendiren, ona yeni bir ruh ve fikir üfleyen bir dil ve diyalektik örgüleştiriyordu. Bunun hangi saikle yapıldığı cevablandırılması gereken bir sorudur. “Düzen değişimi” isteğinde bir öncelik ve sonralık değişikliği mi, yoksa her an değişen ve gelişen eşya ve hadiselerin (şartların) üstesinden gelmeyi hedefleyen taktik bir manevra mı? Hangisi?
İBDA Mimarı’nın son dönem lif lif örgüleştirdiği “Ölüm Odası”, yine bana sorarsanız, Başyüceliğin bir tür “Kozmik Odası” mahiyetindedir. Bu “Kozmik Oda”, Cumhuriyet’in niçin bir katlanış olduğu sırrını da mündemiçtir. “Cumhur” üzerinden devlet, mukadderat çerçevesinde, “devlet-i ebed müddet” mânâsı çerçevesinde son ve som yeni bir değerlendirmeye tabi tutulmuş gibidir. Bu değerlendirme neticesinde devlet, tabiri caizse, Kurtuluş Savaşı Mücadelesini de gayesine erdirici bir noktada, tekrardan fabrika ayarlarına geri döndürülmeye çalışılıyor gibidir. “Aşina olunan kalıplar üzerinden aşına olunmayan mânâların verilmesi” terkibi hatırlanmalı!
Osmanlı sonrası kurulan Cumhuriyet, mukadderat çerçevesinde rıza gösterilen bir devlet olarak değil, bir katlanış olarak kendisine yol verilen bir devlet olarak kuruldu, daha doğrusu kurulmasına göz yumuldu. O günkü şartlarda kurulmasına göz yumulan devlet, o gün bu gündür aslına rücu ettirilmek istenmektedir. Bunca çekilen çilenin başka bir izahı zaten olamaz. Bugün gelinen noktada bu mücadele veya süreç, sanki mecraını bulmuş gibidir. Bu mânâdan olarak, “Millet değil, İllet!” mânâsını mündemiç “(M)İllet İttifakı” karşışında “Cumhur İttifakı” hem isim ve hem de ismin delalet ettiği mânâ itibariyle isabetli bir seçim olmuş intibaı veriyor. 15 Temmuz İşgal girişimin geri püskürtülmesinden sonra gelişen hadiseler “Cumhur İttifakı”nı tarih sahnesine çıkardı ve o gün bu gündür bu mânâ, adeta “Gökten gelen bir karar vardır” esprisine de yataklık edici bir mahiyette, Başyücelik Devleti’nin tarih sahnesine çıkışını selâmlıyor. Burada şu şekil bir saptama yapmakta hiçbir mahzur görmeyiz. Meselâ, “kötüden iyiye gelen, iyiden kötüye gidene tercih edilir” esprisi çerçevesinde söylersek, halihazırdaki devlet, yani yaklaşık yüz yıldır kendisine katlanılan devlet, “iyiden kötüye doğru giden değil, kötüden iyiye doğru gelen” bir mânâyı vehmettirdiğinden, tercih edilmesi gerekene daha yakın durmaktadır. İBDA Mimarı’nın Cumhurbaşkanı Erdoğan hakkında, meâlen, “Zâtiyle değil de, vehmettirdiklerinden dolayı kıymetli!” ifadesi hatırlanmalı! Bu çerçevede denilebilir ki, Erdoğan’ın şahsında “kötüden iyiye doğru evrilen devlet”, merkezinde yine Cumhurbaşkanının olduğu “Cumhur İttifakı” üzerinden Başyücelik Devleti’ne doğru evrilen bir istikamet kazanmıştır. Buistikamet nasıl taçlandırılır, onu bilemem! İBDA Mimarı’nın gerek Anayasa Referandumunda “Tavrımız doğrudan evettir!” fiilî desteği, -ki bu destek alenen dillendirilmeseydi kanaatimizce% 50 barajı geçilemeyebilirdi-, sonrasında, Kumandanımızınmuhterem zevceleri Hayran Hanım’ın 24 Haziran 2018 seçimleri öncesinde teşekkür ve duyuru mahiyetinde söyledikleri ve hassaten eşinin Reis hakkında, “Allah muvaffak kılsın” şeklindeki duasını paylaşması çok mânidardır.
Yeri gelmişken söylemek isterim ki, her ne surette olursa olsun, İBDA Mimarı’nın ailesine karşı saygıda kusur edilmemesi gerektiği, tabii insan olan için, izahtan varestedir. Bununla birlikte, gerek “hastane süreci”nde yaşananlar ve akabinde yaşananların kamuoyu ile paylaşılmasına sebebiyet verenlerin şirretlikleri ve gerekse şirretliklerini sahiblenici bir tutum ve davranış sergilemeleri asla ve kat’a kabul edilemez. Özrü kabahatinden büyük durumların sahibi olmak sahibini vezir değil, rezil eder. Rezilliği içselleştirmek ise patolojik rezillik olarak İBDA tarihinde yerini alır.
İBDA, nefs kaygısı üzerinden hareket etmeyi değil, hak ve hakikat kaygısı üzerinden hareket etmeyi idealize eder. “Dünyayı versen yine de doymam” diyen ehl-i nefs nerede, “ben doğru olduğumu nereden bileyim” kaygısı üzerinden hareket eden hak ve hakikat ehli nerede?!
Büyük Doğu-İBDA, İBDA adına sahiblenilmesi gereken bir ruh ve fikir sistemidir. “İBDA’ya rağmen ibdacı”olunamayacağı bir bedahettir. İbdacı olmak “muradı kestirmek” ölçüsü ile doğrudan ilintilidir ve “muradı kestirmek” ölçüsü, bıçak sırtıdır. Mânâsı, “ben doğru olduğumu nereden bileyim” üstün ahlâkına kadar sarkar. “Birbirinizi sevin!” şiarını dillendiren İBDA Mimarı’nın niçin “Aksiyonda açık, fikirde müphem olun” terkibini başa aldığını iyi okumak gerekiyor. Bu terkibin “İslâm açıktadır; iman kalbte” hadîsi ile de örtüşen bir mânâda olduğunu görmek gerekiyor. Bu durum, olur olmadık “dır” ve “tır”lardan niçin sakınmak gerektiğini açıklar bir mahiyettedir. Şahsî nefs kaygılarımıza göre değil, umuma hitab eden ölçülere göre hareket etmek lazım geldiğini bilmemek sadece ve sadece sahibini yaralar. Israrcı olanı ise dışarda bırakır. Dışarda kalan tekrardan içeri alınmayı hak edene kadar beklesin, sabretsin, çile çeksin, Allah büyük!
Hatırlanacağı üzere, İBDA Mimarı 1990’lı yıllarda, 1. Körfez Savaşı vesilesiyle Cuma Dergisi’nde bir röportaj vermişti vebu röportajda “Şartlar Türkiye’yi tarihi misyonunu üstlenmeye zorluyor.” demişti. Bana sorarsanız bugün biz bu sözün nusretine şahidlik etmekteyiz. Yine bana sorarsanız, devlet-i ebed müddet mânâsına ram olmuş bir devlet, “Cumhur İttifakı”nın şahsında beka sorunuyla karşı karşıya olunduğunun şuurunda olarak, “fabrika ayarlarına geri dönmek”ten başka çıkar yol kalmadığını görmüş bulunmaktadır. Bunu görmek zorunda kalan bir devletin sevk ve idare edicilerine “Ölüm Odası” bir yol haritası olarak kâfidir. Çok açık söylüyorum, Baran Dergisi’nde yayımlanan “Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe!” isimli yazı, bizzat devlet aklına hitab eden bir yazıdır. Beka sorununun halli noktasında kaleme alınan bu yazı, İBDA Mimarı tarafından “Ölüm Odası”nda çok cömert bir şekilde devlet aklına sunduğu amiyane bir tabirle tiyolar üzerinden kaleme alınmıştır. Sözkonusu yazı, İBDA Mimarı’nın “Düşmanın silahıyla silahlanınız” hadîs-i şerifine getirdiği yeni bir yorum üzerinden kaleme alınmıştır. Bunun gibi pek çok tiyo, “Ölüm Odası”nda devlet aklına sunulmuştur. Dikkate alınıp alınmadığı, ayrı mesele! Bana sorarsanız, dikkate alınıp alınmamasından ziyade ne söylediyse düğüm atmış oluyor ve de devlet erki veya aklı ona göre, bilerek veya bilmeyerek, kendisine şekil veriyor. “Göklerden gelen bir karar vardır” esprisi sıradan bir slogan değildir! Bu kararın ne olduğu üzerinde düşünmek her vatan evladının aslî görevi olsa gerektir. “Göklerden gelen bir karar vardır” esprisindeki saklı inci, Allah’ın kıyamet öncesi “İstikbal İslâmındır” mânâsı üzerinden Müslümanlara bir hediyesidir. Bu hediyenin mücessem hâlinin Başyücelik Devleti olduğunu bilmeyenlere bildirmeyi bir görev telakki ediyoruz. Bunun böyle olmadığında ısrar etmek beyhude bir çabadır. İBDA Mimarı’nın vakti zamanında söylediği şu söz dün olduğu gibi bugün de yürürlüktedir, (meâlen): “Bab-ı âli ya İBDA’nın eri olacak, veyahut da hizmetçisi!”
İBDA külliyatında sıkça tekrar edilen “muradı kestirmek” sözü hepimizin malumudur. Bu söz, İBDA külliyatında söylenenleri anlamak manasınadır. “Liderin muradını kestirmek” sözü de buradan türetilmiştir. “Liderin muradını kestirmek” sözünden kasıd, kıyamete kadar Büyük Doğu ve İBDA ruh ve fikir sisteminin muradına göre hareket etmeyi idealize eden bir hak ve hakikatin dile getirilişidir. Yani şahsî nefs kaygılarına heba edilebilecek veya durumdan vazife çıkarmayı bayraklaştıracak bir söz değildir.İbda’nın ortaya koyduğu prensipler/sabiteler çerçevesi içinde İbdacılara muhayyeriyet temini amaçlanmıştır ve “kendinden zuhur diyalektiği” ile içiçedir. Bu sabiteleri eğip bükme, tevil etme, nefsine veya işine geldiği gibi yorumlama, İbdacıların değil, nefsinin peşinde koşan menfaatperestlerin işidir.
Fert planında, İBDA’ya muhatap olmanın bir gereği olarak, ibdacı kimliği, umum üzerinde lider olmakhevesini kursakta bırakır. Bir ibdacı, şartların getirdikleriyle birlikte sadece ve sadecekendi işinin lideri olabilir. Hangi iş ve eser üzere iş kotarıyorsa bir kişi, ancak o işin lideri olabilir. Bu mânâdan olarak, insan ve toplum meselesi adedince lider profilinden söz edilebilir. Liderlerin liderinden söz edilecekse eğer, o da kendi işinde lider olanların seçeceği bir lider olarak tarih sahnesinde yerini alır. Ama önce hangi iş ve eserin lideri, onu görelim demek hakkı bâki! Bizans tarzı siyasî entrikalar üzerinden veya alavere dalavere ile iş kotarmak isteyenlere söz ziyan!
Kısa ve öz söylemek gerekirse, içtimaî hayatın tüm unsurları bâkir alan olarak ortada durmaktadır. Yani kendi işinde lider olmak isteyenlere tüm tarla ağuşunu açmış beklemektedir. Ne biçmek istiyorsan önce tohum saçmalısın şekerim!Tohumunu görelim! “Buna er meydanı derler bunda söz olmaz!” sözünden mülhem, “Buna ar meydanı derler bunda caz olmaz!”
Baran Dergisi 599. Sayı