Başlıkta ifade ettiğimiz ibadet türlerinin kuralları gibi şart ve gereksinimleri de vardır. İslâm’ın başladığı, Kur’an’ın da indirildiği, ilk günden itibaren bize peyderpey kulluk görevleri verilmiştir. İlk görev olarak da kelime-i şehadet getirilerek, İslâm binasının kapısından içeri girme “merasimi” uygulanmıştır. Buharî ve Müslim’den öğrendiğimize göre Peygamber Efendimiz, şöyle buyurmuştur: “İslâm şu beş temel üzerine bina edilmiştir.” İşte bu hadiste, kelime-i şehadetten sonra namaz ile oruç gelir; deli ile rüştüne ermemiş çocuklar dışında hiç kimse tarafından terkedilmemesi, bir görev şuuruyla ifa edilmesi farz olarak yazılmıştır.

Farz kılınan ibadet türlerinden hac ve zekât fakir ve yoksul olmak şartıyla, Allah tarafından ifa edilme mecburiyeti kaldırılmıştır.

Kim bir yoksula, “sen ne diye hacca gitmiyorsun, niçin zekât vermiyorsun” diyebilir ki? Kim ki böyle bir şeye yeltense, ayıplanır, yadırganır. Amma bir namazsız, alenen oruç yiyen saygısıza “sen neden oruç tutmuyorsun” yahut “namazlarını kılmalısın” demek Allah Resûlü’nün bize tavsiyelerindendir. 

Allah’ımızın takdir ve ruhsatıyla, bunlardan oruç ile namaz şimdiki icra ettiğimiz noktaya kadar birkaç kere Allah ve Resûlü tarafından dizayn edilmiştir; emredildiği şekli hiç değiştirilmeden kolaylaştırma aşamalarından (vela tüassir) dileği doğrultusunda bugünkü aslı hâliyle icra ve ifası boynumuza borç olarak kalmıştır. Demek oluyor ki, Allah kullarını hiçbir ibadeti yapamayacakları, çekemeyecekleri şekliyle mecbur tutmuyor, şükürler olsun... 

İbn-i Cerir’in kaynaklarına göre Bakara Sûresi’nin 185. Ayeti sonradan inmiştir ve Rabb’imiz bu ayette mukim ve sağlıklı olanların kesinkes oruç tutmalarını emreder. Hasta ve seferde olanlara (daha sonra tutma şartıyla) oruç tutmamalarına ruhsat vermek suretiyle “Allah sizin için kolaylık ister, zorluk istemez” ayeti indirilmiştir. Oruç tutmaya güç yetiremeyen, şifa bulmaz hastalar ve ihtiyar kimseler için ise oruç yerine fidye verilmesi sonradan emir olan kolaylıklardır. (1)

Diğer bazı değişiklikler ise şu şekildedir:

Önceleri oruçlu kimse akşam iftar vakti girdikten sonra, uyumadıkları sürece yer, hanımıyla ilişkide bulunabilirdi. Uyuduktan sonra gece yarısı da uyanmış olsa, bir daha ne yer ne de hanımıyla ilişki kurardı. Bu zor olmasına rağmen uygulanır idi. Ümmet zorluklara katlanır, görevlerini aksatmazdı. 

Ensar’dan Sirma Hz. isimli birisi var idi. Gün boyunca hem çalıştı, hem de orucunu tuttu. Akşam eve gelince yorgunluktan bir şey yiyip içmeden uyuyakaldı. Bir uyandı ki, sabah olmuş ve dışarısı ışıldamıştı. Hiçbir şey yemeden oruçlu işe gitti. Peygamber Efendimiz, Sahabî Sirma’yı görünce, “ya Sirma görüyorum ki çok bitkin ve yorgunsun” dedi. Sirma Hazretleri ise, “Evet Resûlullah çok yorgunum, dün gün boyu çalıştım akşam eve gelince yorgunluktan hiçbir şey yiyemeden uyuyakaldım. Bir kalktım ki sabah olmuş, ben ne yapayım oruca devam ediyorum” dedi. 

Hazret-i Ömer de dâhil, ashab hanımlarına yaklaşmaz idi. Hz. Ömer bir akşam âdetini bozdu ve iftardan sonra hanımıyla ilişkiye girdi. Ve sonra pişman oldu, koşarak Efendimiz’e danıştı.
Allah-u Teâla Bakara Sûresi’ne iki ayet daha indirdi.

Hanımları ile yatıp kalkmalarının helal olduğu, hanımlarının kendilerine, kendilerinin de hanımlarına birer örtü olduğu buyuruldu. Şafağın aydınlığı, gece karanlığında fark edilinceye kadar, yiyip içilmesi, hanımlarla beraber olunmasının helal olduğu ilahî ruhsat ile kesinleşti. İşte buraya kadar anlattıklarımızın sebeb-i harbiyesi, orucun son şekline, yani bizim halen uyguladığımız duruma gelene kadar geçtiği aşamaları öğrenmemiz içindir.

Şimdi namaz hakkında vaki olan değişikliğe göz atalım. Muaz b. Cebel’den bildirdiğine göre, Peygamber Efendimiz Mekke’den Medine’ye göç edince, tam on yedi ay Mescid-i Aksa’ya dönerek namaz kıldı. Sonra Yüce Allah, “yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz, hoşnut olacağın kıbleye seni elbette erdireceğiz. Artık yüzünü Mescid-i Aksa’dan, Mescid-i Haram’a doğru çevir, bulunduğunuz yerde yüzlerinizi o yöne çevirin” buyurdu. Hicret’in ikinci yılı bitmeden namaz kılarken kıblemiz değişmiş oldu. Namazla ilgili ikinci değişiklik cemaat ve ezanla ilgilidir. Allah, “namaz kılın, zekât verin” demiştir. Fakat hiçbir zaman “namaz kılın cemaat olun” diye buyurmamıştır. Yalnız bir ayette Allah’ın elinin cemaat üzerinde olduğu mesajı verilmiştir. Namazı cemaatle birlikte kılmak, 27 derece daha sevab; bu Efendimiz tarafından öğretildi. Namaz kılan ümmetin Cemaat haline getirilerek saf tutup, bizzat Peygamber Efendimiz’e uyularak kılındı. Maalesef bugünkü imam efendilerle cemaatlerimiz bu şık namaz intizamına hiç önem vermiyorlar. Çok yazık...

Medine’de cemaatle namaz kılınması için herkes birbirini çağırıyor idi. Bazıları arkadaşlarını evden camiye götürmek için çaba sarf ediyordu. Bir davet metodu için istişareler yapıldı. Dumanla haberleşilecekti, cemaat bir araya gelip namaz kılınacaktı. Fakat tam karara bağlanılamadı. Birkaç gün sonra Ensar’dan Abdullah bin Zeyd, Allah Resûlü’ne gelerek, “Ey Allah’ın elçisi bu gece uyanıklığımla uykum arasında bir rüya gördüm. Bir adam üzerinde iki parçalık yeşil giysiyle karşımda durup yüzünü kıbleye doğru dönerek şu kelimelerle bağırmamı söyledi...”

Allah Resûlü “hangi kelimeler” diye sual buyurunca, Abdullah bin Zeyd bugünkü ezanı okuyuverdi. Ezan adı Allah Resûlü tarafından koyulmuştur. Ezanı okuyan kişiye de müezzin denildi. Abdullah bin Zeyd Hazretleri’nin rüyasını, Hz. Ömer de görmüş ve Allah Resûlü’ne “aynı rüyayı ben de gördüm, fakat Ensarlı benden önce davrandı” demiştir. 
 
Dipnotlar
1-Bakara Sûresi, 185.
2-Bakara Sûresi, 144
3-Suyuti Tefsiri : Sayfa 164


Baran Dergisi 594. Sayı