Adamın biri köyünden çıkmış, birkaç ay sağda solda avare gezindikten sonra geri dönmüş. Olmayan malını pazarlayacak ya, ertesi gün hemen kahveye “düşmüş.” Eş, dost, arkadaş çevresinden tanıyanlar, “yap ağaya bir kahve” bahanesiyle adamı aralarına alıp, “anlat bakalım arkadaş” demişler, “bunca zaman neredeydin- neler gördün?” Adam çok gezmiş çok görmüş edasıyla, sıkacağı palavraları dinleyecek birilerini bulmanın hazzıyla, başlamış anlatmaya: “Ağalar” demiş, “balık diye bir şey gördüm ama, nasıl anlatsam bilmem ki. Bir hörgücü var ne desem boş, hele bir hortumu var ki anlatılır gibi değil.” Bu minvâlde bir sürü martaval sıkarken, dinleyenlerden biri lafa girmek zorunda kalmış. “Yahu” demiş, “bu adam balığı tanımadığı gibi, deveyle fili de birbirine karıştırıyor.”

Bu kıssayı bende tedai ettiren, Asım Yenihaber’in 21 Mayıs 2012 tarihli Yeni Akit gazetesinde çıkan yazısı oldu. Sayın yazar, baştan sona riya kokan; “hem nalına hem mıhına” misâli yazısında, bir haksızlığa karşı çıkıyor kisvesi altında; S. Mirzabeyoğlu’nun şahsında İBDA’ya “çakma” derdinde. Böyle bir fırsat yakalamanın sarhoşluğuyla olsa gerek, bir taraftan akli ve ahlâki pejmürdeliğini sergilerken, diğer yandan Salih Mirzabeyoğlu’nu tanımadığı gibi, merdi kıptî misâli, “Onun ‘üstad’ tanıdığı ve çok ulaşılmaz sanılan Necip Fazıl’la çok muhaveremiz var, Mirzabeyoğlu ile ise bir tek cümle tekellüm etmedik” diye şecaat arz ederken sirkatin de söylüyor; “adam tanımayla surat tanıma”yı da birbirine karıştırıyor.” diyeceklerine, “bir kitabının kapağını açıp iki satır okumuşluğum dahi yoktur” diye devam edecek, ama edemiyor. Serde entelektüellik var ya! Zülfi yâre dokunuyor. Ama aynı adam, sadece gıyaben tanıdığı bir insan hakkında, istediği gibi ahkâm kesmekte bir beis görmüyor. Arkadaş dile de vakıf(!); Mirzabeyoğlu’ndan kinâye, “adam bir değil, iki kere Beyoğlu!” diyerek, aklı sıra bunu ironik bulduğunu vurgulamanın derdinde. Eli ayağı bağlı, ondört yıldır cezaevinde yatan bir insana karşı gösterilen tavır, ne kadar asil – ne kadar zarif (!) bir davranış değil mi? Dahası, “aykırı- üstadane- İslâmi kesimin üvey çocuğu bile değildir” gibi, keyfi yakıştırmalarla, gerçekliği algılayışı sekteye uğramış öğrenimli cahil, acı çeken bir ruha rastlamanın sevinciyle alçaldıkça; ne kadar bencil, duygusuz ve tiksindirici bir tavır sergilediğinin farkında bile değil. Acılara deva olması beklenen düşüncenin kendisi hastalığa dûçar ise, ilâhî olanı da kendine benzetmek ister.

Köleliği mutluluk, fikrin geçerliliğinin delili halindeki haklı nefret ve öfkeyi şiddet sayar. “Yapıcı deha” için neyin ceza neyin ödül, neyin ayna neyin örtü olduğunu birbirine karıştırır.

“Her şeye sahtesi musallat.” Kaç türlü fikrî ve ahlâkî kalpazanlık bir arada. Aykırılıktan maksat, farklılık-beklenmedik olanın sıra dışılığı ise, “aşırı uçta olmak fikrinin geçerliliğinin delilidir.” Bir fenomeni anlayabilmek için, önce uç olayları ele almak gerekir. Vaktinizi malûmun ilâmı halinde, tarafların birbirlerini yitirdikleri tuhaf bir diyalog ortamında geçirmek, sizin için hiçbir şey ifade etmeyen önemsiz şeylere odaklanarak, asıl önemli olanı göz ardı etmek büyük entelektüel sahtekârlıktır. Yolunu bulamamışlığın, kifayetsizliğin tezâhürü halinde, topluma aykırı kıyafetler giyerek “ucuz mesaj verme” kolaylığı ile, fikri aksiyona dönüştürme niyetini ispatlamak apayrı şeylerdir. “Modern insanın büyüklüğü karşı çıkışında yatar. Bir kelime etmekten aciz, tepkisiz bir kalabalığın önünde kendini canlı canlı ateşe atan ya da elinde pankart, sloganlar atarak meydanlara yürüyen ve tüm namussuz ve Allahsızlara hayır diyen insanlara şükürler olsun.” ( A. Tarkovsky –Zaman zaman içinde)

İnsanların sevdiklerinizi ulu orta analiz etmesini, eliniz kolunuz bağlı seyredemezsiniz. Çevrenizdekiler ona değerini vermez diye kaygı duyar, onları sakınırsınız. Şimdi ben, sayın yazarın yürüttüğü mantıktan hareketle, bu arkadaşa, bak beyim; “sen kendine “Asım Yenihaber” ismini layık görmüşsün ama, bana göre sana, “Hasım Eskimuhbir” ismi daha yakışır desem, ne lazım gelir?” Hiçbir şey! Maksat münasip görmek değil mi?

Refik Halit Karay’ın Yatık Emine’si dil, üslûp ve edebi bakımdan sosyal hikâyeciliğimizin en güzel örneklerinden biridir. Sizi bilmem ama ben, derin bir boyun eğişle, taş gibi duygusuz, kütük gibi hareketsiz ve donuk insanların elinde, sövüle dövüle oradan oraya sürülüşünü; itiraz, şikâyet, hakkını arama gücü olmadan her zorluğa çaresiz katlanışını okurken gözyaşlarımı tutamam. Kimsesiz, çaresiz, yoksul olduğu için kapanın elinde kalan Emine; sızlanmadan, kızmadan, sabırla her acıya, her türlü kötülüğe tahammül eder. Nihayet, huyunu düzeltmek için sürüldüğü ıssız, susuz, yolsuz bir Anadolu kasabasında, ehli namus geçinen namussuzların esirgediği bir lokma ekmeğe muhtaç, soğuktan ve açlıktan ölür. Ölüsü günler sonra, baskına giden hovardalar tarafından bulunur. Kim sorumlu? Tabii ki bu haksızlığa göz yuman herkes. Bir zekâ kıvılcımı gördüğümüz zaman sırtımızı dönerek, iyilikten güzellikten açıldığında esneyerek, güzel içli ruhları binlerce kez yaralıyoruz. Kileri erzak doluyken bir lokma ekmeğe muhtaç bir insanın ölümüne göz yumanlardan farkımız ne?

Biz insanlar son derece adalet duygusundan yoksun ve nankörüz. “Halkın aklı gözündedir” misâli, hep gözle görünür olanı severiz. Bu, cins kafaları yargılayış tarzımızı da etkiler. Süreçten çok sonuca değer verdiğimizden, sansasyonel olmayana karşı pek ilgi duymayız. Tarihte hak ettikleri ilgiyi görmemiş, yaşarken kıymeti bilinmemiş insanları düşünmek son derece trajiktir. Bu insanların sırtından geçinenleri göklere çıkarırken, acı çeken bir ruha rastlamanın sevinciyle, onları kendimize benzetmenin hoyratlığı içinde binlerce kez gönüllerini incitir, ruhlarına yeni yaralar açarız. Oysa, mert bir yürekten gelen sahici bir söz, aklın oyunlarını boşa çıkaran zarif bir gülüş, küçük ama aslında ne büyük şeylerdir.

Aylık Dergisi 95. Sayı Ağustos 2012