Toplum olarak günümüz meselelerini nasıl çözüyoruz? Yahut günümüzde her an karşımıza çıkmakla ısrar eden, bizi hayat gayemizin dışına taşırıcı mahiyette olan unsurları nasıl bertaraf edeceğiz? Günbegün ahlâkî geleneklerimizi zaaflarımıza kurban ederken, ecdadın bizlere bıraktığı İslâm Medeniyeti’ni yavaş yavaş yitirmeyi kabul eder olduk. Hani devamlı işlenen günah nasıl bir süre sonra korkunçluğunu yitirip insana normal gelmeye başlıyorsa, aynı şekilde milletin kültüre olan düşmanlığı da böyle başlayıp devam ediyor. Kültür düşmanlığının saikleri çok fazla. Aile içi düzensizlik ve okuldaki eğitimden tutun sonrasında oluşan ahlâki zaaflarımıza kadar… Kültüre olan şuursuzca düşmanlık hâliyle beraberinde ferdin hayat tarzına müdahaleyi de getiriyor. Böylece nereye nasıl bakacağını, neyi nasıl yapacağını, hangi meseleyi ne şekilde tartıp nasıl ve niçin konuşacağını bilemeden bir ömrü heba ediyor. Tüketim çılgınlığından misal verelim öncelikle. Kendisine tahsis edilmiş sınırın dışına taşırılmaya çalışılan ferde karşı kapitalizm “tüketim” denen bir canavarı salıyor ortaya. Öyle bir “tüketim canavarı” ki, insanın eşyaya olan saygısını almış, “eşyayı istismar” ettirerek “putun şımarıklığı”na da yol açmıştır. Şöyle diyelim: Ferdi ayakta tutan değerleridir. O değerler dumura uğrarsa fert düşer ve kalkamaz.
Kültür düşmanlığına gelecek olursak; yüz yıllık hatırı olan tarihî bir çeşmenin şırıl şırıl akan suyunu kesersek ilk hatırı kırmış oluruz. Suyu kesilen çeşmenin ilkin musluğu çalınır, ardından çöpe çevrilir. Yüz yıllık hatırı bozulan çeşme ya kaybolur yahut restore ayağı altında değiştirilerek başka bir amaç için kullanılmaya başlanır.
1930’larda toprak ve taşla üstü kapatılan, seksen sene sonra ortaya çıkartılan o hatıraların neden toplumun nezdinde değer görmediğini de yukarıda çizdiğimiz çerçeveye bağlayalım.
“Tarihî bir çeşme yahut asırlık tarihi eserler bizi neden ilgilendirsin ki?” diyenler elbette olacaktır. Fakat kültüründen, köklerinden dışarı fırlamış tarihî bir taş parçası bile bizim kimliğimizdir. Dedelerimizin ruhudur. Onlarla geleceğimizi yani mazimizi anlarız. Mazimiz ise bizim hafızamızdır.
Amasya Belediye Başkanı, bir ilçenin merkezine eline telefon alıp “selfi” çeken bir şehzade heykeli diktirmiş. Gün geçmiyor ki, kültüre dair bir cehli mürekkeb çıkmasın ortaya. İlla içindeki kültür yozlaşmasını fâş edecek. Canı sıkılmış olan başkanın sanırım yapacak başka işi yoktu. Şöyle soralım: Amasya’da selfi şaklabanlığı yapmak mı doğru, yoksa Amasya’nın kültür dokularıyla ilgilenmek, kültürüne ait unsurları meydana çıkarmak mı?
Tarihî çeşmenin suyunun akmamasından rahatsız olmayan fert, selfi heykellerinin dikilmesinden de rahatsız olmayacak. Hakeza Süleymaniye’nin ruhuna inemeyenler önüne de köprüyü dikerler.
Bir de diğer bir açıdan bakarsak; Batı’dan ithal edilen kavramlar anında zihinlerimize yerleşip kullanıma geçiyor. Önü ise alınmıyor, alınamaz oluyor. Bu misal gibi Türkiye’de toplumun ahlâkını bozan binlerce unsuru hatırlayabiliriz. Topluma zarar veren bir şey izale edilirken, başka bir taraftan başka bir problem çıkmaya başlıyor. Delik ne taraftan kapanıyorsa, karşısından yeni bir delik ortaya çıkıyor. Yani ortada bir şişe var ve patlayan tarafına yama yapılıyor. Artık yamalar da sızdırmaya başladı. Artık bizim patlamış şişenin yerine yeni bir şişe almanın zamanı geldi ve geçiyor.
Madem herkesin dilinde “sistem bozuk abi, ne yapılsa elde kalıyor” şarkısı var, madem herkes meselenin siyasetle olmayacağı tarafında; o halde yeni bir anlayışa ihtiyacımız olduğunun şuurunda da olmamız gerekiyor.
Gayesiz, mihraksız, hiçbir işimizi ruha nispet etmeden yaşanan hayat -mazur görün- hayvanların sürdüğü hayatla aynı değil de nedir?
“Eşref-i mahlukât” olduğumuz gerçeğinin hakkını verebilmek, insanca yaşamak, niçin dünyaya gönderildiğimizin şuurunda olmak, bir Müslüman olarak baş vazifemizdir.
Salih Mirzabeyoğlu, eşya ve hadiseler karşısında tavrımızın ne olması gerektiğine dair miyarları bir terkib hâlinde İbda fikriyatı ile önümüze koymuş bulunuyor. 15. İslâm asrının İslâm’a muhatab anlayışı olarak tezahür eden BD-İbda dünya görüşü, işte yukarıda kimini sıraladığımız aksaklıkların kökten telafisi için kendisini dayatıyor.
Sistem başından beri çarpık bir anlayışa sahip olduğuna göre, toplumun insanca yaşaması için “kâr tamamen verilene ait olmak üzere, sermaye veren” İbda anlayışını idrak etmemiz, o anlayışın kılavuzluğunda köklerimize inip o kökler üzerinden hayat ağacımızı yeniden büyütmemiz bizim kurtuluşumuz olacaktır. Kurtuluş İslâm’da, kurtuluş yolu ise BD-İbda’da…
Baran Dergisi 436. Sayı