Onu liseye giderken tanıdım. “Necip Fazılla Başbaşa” isimli kitabı cebimden hiç çıkmazdı. Necip Fazıl’ın sadece şair olmadığını hayretler içinde okumuştum. Sonra “İbda Diyalektiği” geldi. Elimde sözlük, satır satır okudum. Dönüp tekrar okudum. Anlayamadığımı anlamak için Felsefeye Giriş kitapları okudum. Dönüp tekrar okudum. Necip Fazıl’ı Salih Mirzabeyoğlu’ndan okumak gibi bir şansa sahip olmuştum. Önce Kumandan’ı sonra Üstad’ı tanıdım. Büyük Doğu’yu İbda’dan öğrendim.

Ama bizi sadece kitapları değil, bizzat Kumandan’ın kendisi, şahsiyeti, asaleti cezbetmişti. Okul arkadaşım Havva ile aynı zamanlarda tutulmuştuk İbda’ya. Aynı anda aynı rüyayı görüp sabah şaşkınlıkla birbirimize anlattığımızı hatırlarım. Rüyamızda Kumandan’ı görmüştük ama nasıl bir rüyaydı, şimdi hatırlamıyorum.

90’larda Salih Mirzabeyoğlu’nu okumak tehlikeli bir şeydi. Okulda soruşturmalara uğradım. İsmim kara listeye girdi. Sık sık müdür odasına çağırılıp nutuklar dinledim. Konya’dan İstanbul’a tekrar döndüğümüzde Üsküdar İmam Hatip Lisesi son sınıf öğrencisiydim. Müdür odasına çağırdı. Dosyamla birlikte “kara liste” de gelmişti. Gülerek bahsetti bundan müdür. “Merak etme, burada ibdacı olman bizim için problem değil”…

Düşünüyorum da, koskoca akademisyenlerinden, koca koca yazarlarına kadar, İbda’nın içinde de görünmüş birçok insanın neden artık aramızda olmadığını çok iyi anlıyorum. Birincisi, fikrin yüklediği sorumluluktan kaçmak. İbda muhatabından iş ve eser bekler. İkincisi Kariyer. Hepsi profesör, doktor filan olabilmek için veya makam için “hakikatin temsilcisini” terk etmişler. Üçüncüsü korku. 99’dan sonra özellikle Kumandan’ın başına gelenlerden korkup kaçanlar. Ha tek tek isim vermeyeceğim ama bilmem nerede sinema yazarı, bilmem hangi kıytırık dergide edebiyat saçmalaması yapıyorlar şu an… Nasipsizlik işte… Nitekim “Yeni Dünya Düzeni”ni inşa etmeye talip bir fikir hareketinden ve onun mimarından bahsediyoruz. İçinde çürük barındırmaması normal…

99 yılıydı onu ilk görüşüm. Metris cezaevinde parmaklıklar ardında. Bütün zarafeti ve asaletiyle, yüzündeki sıcacık gülümsemesi ile karşımdaydı… Akademya dergisinde bir makalem yayınlanmıştı. İsmimi söyleyince o yazıyı hatırladı hemen. Ne dedi hatırlamıyorum, ben heyecandan dilimi yutmuştum… Sonra yaklaşık bir yıl boyunca Metris’e her hafta ziyarete gittik. 28 Şubat’ın en sert günleriydi. Ve bir avuç İbdacı 28 Şubat’ın baskılarına direniyordu. Her hafta Metris cezaevine girenlerin sayısı artıyordu. Darbeciler baskıyı sanki sadece İbdacılara uyguluyordu. Müslümanlar (!) ise izliyordu. Gazete çıkarıyor, dergi çıkarıyor lakin İbdacıların direnişine omuz vermiyorlardı. Darbenin istediği gibi sinmişti herkes.

Kumandan, 99 yılını “Kurtuluş Yılı” ilan etmiş, “Müslümanlar dik durun, karşınızda leşler var” demişti. Müslümanları yok etmek üzere gerçekleştirilen 28 Şubat darbesi herkesi sindirmişti ama Kumandan’ı ve onun bağlılarını asla!.. Hatta bu dik duruş darbecileri tedirgin etmişti. Ziyarete giderken yolda otobüsler, minibüsler durduruluyor, Kumandan’ın ziyaretçileri tek tek seçilip gözaltına alınıyordu. Evet, çok sert günlerdi, polis, karakol, cezaevi arasında mekik dokuyorduk. Gözaltına alınanlar dayak yiyor, gençlerin bilhassa gözü korkutulmaya çalışılıyordu. Hiçbiri dönmedi yolundan. Ne kariyer, ne “mama” için… Metris cezaevi ise her hafta yüzlerce ziyaretçiyi ağırlıyordu. Türkiye’nin dört bir yanından insanlar Metris’e Kumandan’ı ziyarete geliyordu.

2000 yılında, Salih Mirzabeyoğlu’nun mahkemeye çıkmaması gerekçe gösterilerek, Metris cezaevine Noel Baba operasyonu düzenlendi. Özel eğitimli Bordo Bereliler, cezaevinde silahsız ve devlet korumasında olan insanlara çatıyı, duvarları delerek, bombalarla, G-3 silahları ile saldırdılar. Onlarca kişiyi yaralayıp, bir gönüldaşımızı şehid ettiler. Kumandan’ı aldıklarında bir koridor oluşturup öldüresiye saldırdılar. Yüzü gözü kan revan içindeyken mahkemeye çıkardılar. Hâkimler, üstü başı toz içinde, yüzünde morluklar ve yaralar ile karşısında çıkarılan Kumandan’a, “bu halin ne?” bile demedi. Bunu da Müslümanlar (!) izledi. 28 Şubat medyasının onca karalama kampanyasına iki isim dışında dur diyen olmadı.

Kartal cezaevinde tecrit hücresinde başladı çilesinin yeni bir aşaması… Kumandan’ın sonradan “Telegram” ismini verdiği cihazlı Zihin Kontrol işkencesine başladılar. Ne yapsak yardım edemedik ona. Elimiz kolumuz bağlıydı bu işkence karşısında. Araştırmalar, incelemeler, soruşturmalar bir netice vermiyordu: Telegram işkencesi tüm şiddetiyle devam ediyordu. Ve bunu da Müslümanlar (!) izledi. Gazete çıkardılar, dergiler çıkardılar, ama dönüp ne oluyor demediler, diyemediler.

Ancak Kumandan, Telegram gibi ağır bir işkenceye rağmen cezaevinde onlarca telif eser kaleme aldı. Kendi deyimiyle; “Bugüne kadar fikirde, harekette hep taleb piyasası oluşturmak gibi bir yerde bulundum; arzım hep böyle oldu.”

Sular durulup darbe baskısı geri çekildiğinde bile Kumandan hapisteydi. Ne yapsak, ne etsek, ne söylesek taş duvarlara çarpıyor, medyasıyla, hukukçusuyla, devletiyle, kimseye sesimizi duyuramıyorduk. 2014 yılında Kumandan yeniden yargılanmak üzere serbest bırakıldığında aradan tam 16 yıl geçmişti.

Zihin Kontrolü-Telegram işkencesi ise devam ediyordu. Bu konuda hiç kimse, etkili yetkili herhangi bir kişi veya kurum harekete geçmedi. Bağlıları olarak bizler de hiçbir şey yapamadık. Belki daha çok çabalamalıydık. Belki daha çok çalışmalıydık. Belki gecemizi gündüzümüze katıp bu işkenceyi yapan işkencecileri bulana kadar durmamalıydık. Ama yapamadık. Telegram suikastı neticesinde beyin kanaması geçirip günlerce hastanede kaldığında dua etmekten başka bir şey gelmedi elimizden.

Şehid olup, Rahmeti Rahmana kavuştuğunda, naaşı evine getirildi. Orada, çalışma masasının önünde, bütün heybetiyle yatan Kumandan’dı… Geniş masasının önünde ebedi istirahatgâhına gitmek üzere hazırlanıyordu. Masasında notları, son incelediği kitaplar, lügatler, dergiler… Her biriyle vedalaştı sanki…

Bu dünyada çileyle geçen 68 yıllık ömründe, tek saniyesini çalışmadan geçirmeyen bir Mütefekkir’i son yolculuğuna uğurladık. Şimdi İbda külliyatının, “asrın yenileyici fikrinin” sorumluluğu omuzlarımızda, karınca gibi çalışacağız. Yeni Dünya Düzeni’ni kurana kadar, mücadelemizi sürdüreceğiz. Bu da bizim ahdımız olsun…


Baran Dergisi 594. Sayı