Birçok sorun var ki, sebebinden çok neticesi itibariyle ele alınıyor. Bize kalırsa bunların başında da hâkimiyetin kaynağı bahsi geliyor. Günümüz dünyasında hâkimiyetin kaynağı millete atfediliyor; fakat devlet ehramı ters yüz edildiğinden, hükmedenlerin bir müddet sonra kendisini tanrı addetmesi gibi bir garabet hâsıl oluyor. Diğer pek çok meselede olduğu gibi, bu te de hadisenin künhüne vakıf olunmadan, neticeleri itibariyle yapılan tartışmalar dolayısıyla sorunun kaynağı da bir müddet sonra unutulup gidiyor. Aslî mesele, bataklığın kurutulması olacağı yerde, insan ve toplum her gün yeni bir sivrisinek vakıası peşinde harab ediliyor. Bu vaziyetin daha da vahim bir veçhesi de şudur ki, devlet yönetiminde söz sahibi olanlar da bir müddet sonra bataklığı unutup, tıpkı yönetilenler gibi sivrisinek peşine koyulmaktan kendilerini alamıyorlar.

Mutlak Yerine Muğlak

Fransız İhtilâlini doğuran şartlar ve ihtilâlin bizzat kendisinin dünya çapındaki tesiri, bilhassa beşer planında son derece yıkıcı oldu. Her ne kadar maddeye nüfuz ve teknik planındaki gelişmelerin önü açılmışsa da, bu açılan kapıdan büyük sermayedarlar geçti. Kurulan yeni düzen, mücerret bir ruh taşıyan insanın, insan gibi yaşama hakkını elinden aldı. Bahsi bu şekilde açınca, sanki teknik gelişme ile insan gibi yaşama arasında ters bir orantı varmış gibi de anlaşılmasın. Bütün bir kâinatın üzerine inşa edildiği temel unsur olan muvazene; eğer teknik terakki belli bir kesimin semirmesi, sürekli büyümesi gibi bir netice veriyor, bütün geri kalan insanlık ve tabiatı araç haline getirip içtimaî muvazeneyi bozuyorsa, teknolojik terakki beşeriyeti tahrib eder bir mahiyet arz ediyor. Yoksa tek başına teknikte meydana gelişmeler dolayısıyla insanlık niçin zarar görsün? Polisin elindeki silah, halkın can güvenliğini sağlarken, katilin elindeki silah insanlara zarar vermek içindir.

Mevzumuzun asıl cihetine dönecek olursak; Fransız İhtilâlini doğuran şartlar ve ihtilâl sonrası yeniden inşa edilen anlayış, temel dayanak olarak aklı benimsedi. Her ne kadar Rönesans döneminin fikir mimarlarının asıl derdi Hristiyanlık dinini aklîleştirerek yobaz kilisenin elinden kurtarmak idiyse de, bu sürecin neticesi, “tanrı”nın hayatın dışına itildiği bir düzenin inşaı oldu. Ferd planından başlayarak cemiyet ve devlet planına dek “tanrı” hayattan tecrid edildi. İnsan, daha kendi kendisine meçhul iken, insanlığın meselelerini çözüme kavuşturmak noktasında yetkili tek mercî olarak yine kendisini atadı. Hâl böyle olunca da, insan aklının ufkuna kıstırılmışken “hürriyet” naraları atan, çeşitli zümreler arasındaki menfaat kavgaları ile bu zümrelerin vahşî sömürüsüne kurban edilen bir toplum meydana getirildi.

Bütünü meydana getiren parçalarda yapılan ayrı ayrı gözlemlerden elde edilen, çoğu kere de birbirini çelen, muğlak bir tür bilgi, “mutlak”laştırılırken, Kadir-i Mutlak olan hayattan tecrit edilerek “muğlak”laştırılmaya çalışıldı.

Hangi Kula Kulluk Edileceğinin Kavgası

İnsanı aşkın, müteâl ve “Mutlak” olana dayanan düzen ortadan kalkıp, insanın kendi koyduğu kurallar işletilmeye başlayınca, ferdî planda ne yaşanırsa yaşansın, içtimâî planda kula kulla düzeni başlar. Bu düzenin “hürriyet”, “hak”, “hukuk”, “terakki”, “çağdaşlık” gibi son derece güçlü kelimeler kullanılarak empoze edildiği toplumların, bir müddet sonra kulu kulluk etmeyi özgürlük, Allah’a kulluk etmeyi ise tutsaklık şeklinde idrak eder hâle geldiğini Türkiye’de gördük. Bugünün dünyasında toplumun çeşitli kesimleri arasındaki iktidar kavgasının merkezinde, iktidarın kaynağından ziyade hangi kula kulluk edilmek istendiği bulunuyor. Şuurlu yahut şuursuz, böylesi bir anlayış merkezinde temerküz eden düzenlerde, iktidar tarafında yozlaşma, rüşvet, adam kayırma, vurdumduymazlık, her meselede kendisini haklı görme, hukuk tanımazlık, dalkavukluk yaygınlaşırken, karşı tarafta ise benimsenen hayat tarzının uç noktaları ifrat hâlde eylem mevzu edilerek “benim zihniyetimdeki kul tapınmaya daha lâyıktır” minvalinde seviyesizliğin envaî çeşidi zuhur ettiriliyor. Son dönemde şahitlik ettiğimiz “ne istersem giyerim”, “15 Temmuz’a karşı bira festivali”, “istediğimle yatarım”, “nerde istersem gezerim” kampanyalarından hatırlayacağımız gibi...

NOT: Geçtiğimiz haftasonu Maçka Parkında bir kadın ile güvenlik görevlisi arasında çıkan münakaşa neticesinde, kendisini aydın, ilerici, Atatürkçü diye tanımlayan bir kesimin attığı slogan ve açtığı pankart: “Ne İstersem Giyerim”. Yahu bundan 90 sene evvel ne istersem giyerim deyip sarığını şalvarını çıkartmayanlar, sizin yolunda yürüdüğünüzü iddia ettiğiniz Mustafa Kemâl’in emriyle darağaçlarında sallandırılmadı mı? Hadi onu hatırlayamadınız, daha dün diyebileceğimiz zamanlarda başörtüsü dolayısıyla okullarına alınmayan, memur olamayan kızlarımıza hiç sahib çıktığınızı da görmedik...

İlericilik, modernlik, Atatürkçülük gibi, aslında ne olduğunu kimsenin bilmediği, bir dünya görüşü ortaya koyamamış, dayatmacı bir zümrenin sloganı zaviyesinde kalmış hareketlerin açmazı da budur herhâlde... Baştan sona tutarsızlık. Bir de ne olduğu belli olmayan bu tutarsız dayatmacı anlayış, bizim meselelerimizi çözüme kavuşturacakmış... İnsandaki bütün “itidal” hislerini zorlayan sizin gibi “şeytanlaşmışlara” hak ettiğini verecek olanlar geliyor, merak etmeyin!

İç İçe Geçmiş Sistemler Bütünü

Fertlerden müteşekkil aile ve ailenin en küçük birimi olduğu cemiyet… Cemiyet ile mutabık bir din ve bu dine ait anlayış... Bu anlayıştan hâsıl olan dünya görüşü… Bu dünya görüşünden doğan hayat tarzı ve bu hayat tarzının şahsiyet ölçüsü, ahlâkı, irfanı, terbiyesi, estetik idraki… Ve bunların toplamından müteşekkil içtimâî kültürün kurmuş olduğu en büyük müessese olarak devlet ile devletin tüm bunların toplamını içine sindirdikten sonra yürütme organları vasıtasıyla nezaret etmek vazifesinde olduğu, bir bütün olarak cemiyet… Görüldüğü üzere, her biri ayrı ayrı esas ve usûller üzerine hareket eden sistemlerin, ahenkli bir şekilde birleşmesinden müteşekkil olan sistemler sistemi bir sistem. Bu tabiî olan.

Peki, günümüzde inşa edilmiş olan sunî sistem nasıl işliyor? Yukarıdaki sıralamadan da anlaşılacağı üzere, zurnanın son deliği diyebileceğimiz bürokrasi tarafından ferd, aile, cemiyet ve geri kalan her “şey”, belli zümrelerin menfaati istikâmetinde şekillendirilmeye çalışılıyor. Eğitim, iktisad, ordu, hukuk gibi icrâ kuvvetleri de, icrâ vazifesinin dışına çıkıp, geri kalan her “şey”i biçimlendirmekte kullanılan âletler hâline dönüşüyor.

Üstad Necib Fazıl diyor ya “Tersine devlet ehramı” diye. İşte ters çevrilmiş bu ehram dolayısıyla geri kalan her şeye de tersinden bir bakış getiriliyor ve kurulu düzen, çözüm getirmek yerine, varlığının mahiyeti itibariyle bizzat sorun teşkil ederek meseleleri çözümsüzlüğe mahkûm ediyor.

Modern Eğitimin Temel Meselesi

Yukarıda izah etmeye çalıştığımız üzere, eğitim, iç ve dış yüzleriyle birbiriyle iç içe geçmiş onlarca sistemden müteşekkil büyük bir sistemler sistemi içindeki sistemlerden yalnızca biridir... Geri kalan bütün dişlileri kırılmış, enerji kaynağı kesilmiş, tahrik unsurları devre dışı kalmış, kasası çürümüş bir makinede, tek bir dişliyi tornadan geçirip geçirip, olmadı değiştirip o makineye geri takmak ne işe yararsa, Türkiye ve hattâ dünyanın geri kalanında, bütünü gözden kaçırıp eğitim sitemine odaklanarak yapılacak tüm müstakil hâmleler de o işe yarayacaktır; yani hiçbir işe… Eğitim metodu, müfredatı ve binalarını yenilemekle, büyük sistem içindeki bir sistemi tek başına onarmak mümkün değildir. Hâl böyle olduğu içindir ki; öğretmenden, müfredattan, sınıf geçme sisteminden, sınav sisteminden, veliden ve şundan bundan ayrı ayrı şikâyet etmekle ömür ve dahi ömürler geçer de, meselenin künhü bir türlü çözüme kavuşturulamaz.

Açık konuşmak gerekirse, günümüzde eğitim ile alâkalı olarak yapılan tartışmalar, eleştiriler ve değişiklikler, sistemin bütünü göz ardı edilerek yapıldığı için pratik açıdan hiçbir anlam ifâde etmemekte ve herhangi bir iyileşmeye de vesile olmamaktadır.

En kaba tarafından eğitim meselesine yaklaşanlar bile karşılarında derhâl aile, gençlik, iktisad ve sağlık gibi, bütünü meydana getiren sistemin diğer parçalarını karşılarında bulacaklardır. Bu sistemlerin hepsini birbiriyle ahenkli kılmadan, her biri için müstakil olarak yapılacak çalışmaların hiçbir hükmü olmadığını anlamak da bu kadar güç olmasa gerek. Tabiî burada şu hususun da altını çizmekte fayda var; nasıl ki determinist yaklaşımın benimsenmesi ve dayatılması neticesinde bütünü gözden kaçırıyor ve parça parça işlerle bir iyileşme sağlayamıyorsak, tıpkı bunun gibi bize dayatılan demokrasi dolayısıyla da bütüncül zihniyetle hareket edecek kuvveti bir türlü toplayamıyoruz. Malûm, bir dönem sonra seçime girecek ve hasta ile yakınlarından oy isteyecek hiçbir doktor, hele ki tıp bilgisi de iyi değilse, derinlemesine bir tedaviye cüret edemez, “pansuman tedavilerle” yetinir. Olsa olsa bugünkü gibi ucuz kahramanlıklara başvurarak, müfredatta millete de hoş gelecek çeşitli değişiklikler yapmak suretiyle günü kurtarmaya bakar.

***

Bir daha hatırlatacak olursak; kayışı kopmuş, kurma kolu kırılmış, içine su kaçtığından bütün parçaları oksitlenmiş bir saatin, yalnız eğitim dişlisini çıkarıp değiştirerek eğitim bahsinin çözüme kavuşturulamayacağı kanaatinde olduğumuz için, müfredattan, velilerden, öğretmenlerden, okullardan bahsetmiyoruz bile. İbda Hikemiyâtında altı kalın çizgilerle defaâtle çizildiği üzere, her meselenin kendi esas ve usûlleri olmakla beraber, Türkiye’de eğitim sistemi hakkında esas bir yana, usulden bile haberdar olunmadığının şuurundayız. Dolayısıyla kahvehanedeki şu kötü, bu eksik diye dırdır eden dedikodu seviyesinde değil de, bir üstten meseleyi ele almaya çalışıyoruz.

Memnuniyetsizliğimizde Samimi Miyiz?

Lâfa geldiği zaman kimse mangalda kül bırakmıyor: Eğitim sistemi çok kötü, felâket... Ekonomi altüst oldu, gelir dağılımındaki eşitsizlik her geçen gün derinleşiyor... Adam kayırma geçer akçe olmuş, dalkavukluk ise itibar kaynağı... Yozlaşma cemiyeti içten içe kemiren bir kurt gibi... Ne ahlâk kalmış, ne terbiye... Gençlik kendi başına bir şahsiyet sahibi olmadığı için, şahsiyeti bindiği otomobilde, kullandığı telefonda arıyor... Öğretmenler, sistemin parçası ve menfilikleriyle kendiliğinden yürütücüsü... Aile müessesesi perişan olmuş... Çalışmadan para kazanmak istiyorlar... Ve saire...

Kahvehanede oturan adamlar da, altın gününde buluşan kadınlar da, sosyal medyada yazanlar da, profesörler de, siyasetçiler de, yazar çizerler de ortak bir şekilde hemen hemen bunlardan şikâyetçiler. Dikkat ediyorsanız icrâ makamı, icrâya yol açıcı olması gereken aydın ve icrânın muhatabı millet, hepsi beraber şekvâcı, elbette icrâ makamının şikâyetçi olması da ayrı bir garabet… Görüldüğü üzere kimse içinde yaşadığımız hayattan memnun değil. Peki, alternatif ne? Bu meseleler daha fazla yol ile köprü yaparak, daha fazla soyunup daha çok içerek çözülecek cinsten de değil. Yukarıda izah ettiğimiz üzere, insanın iç ve dışyüz faaliyetlerine konu olan sistemlerin sorunları, müstakil olarak çözüme kavuşturulamıyor. Çünkü her biri bir diğeriyle iç içe...

***

Şimdi o zaman şu noktaya geliyoruz; şikâyet etmiş olmak için mi şikâyet ediyoruz, yoksa gerçekten de esaslı bir şekilde samimiyetle meselelerin çözüme kavuşturulmasını mı istiyoruz? Döndük dolaştık ve samimiyete, taklidi gayr-ı kabil olan yere geldik. Bunun en önemli ayaklarından biri de “sistemler sistemine” göre kurulup yürütülecek eğitimdir ve en başta da tepedekilerin eğitimi...

Baran Dergisi 551. Sayı