Aslında tarih boyunca yaşanmış bütün münakaşalar, fikir ayrılıkları, fıtrî sabitlere istinad eden kavramların tanımında düğümleniyor. Ferd ve cemiyetin duyuş ve davranış şablonlarını belirleyen fıtrî sabitler, insandan insana dozajı değişse de, özünde aynıdır ve son tahlilde ruh menşeilidir. Psikoloji biliminde içgüdü tabiriyle karşılanmaya çalışılsa da, bu kelime, kendini idrak kabiliyetiyle mücehhez insana oturmuyor; o yüzden, insanın içine gömülü ve sürekli belli bir rotada yürümeye zorlayan temel hisler olarak içgüdüleri değil, fıtrî sabitleri görüyoruz. Bunların bazıları aşırı düşkünlük, bazıları da fobi olarak tezahür ederler. Ancak fıtrî sabitler herkes tarafından aynı şekilde algılanmaz ve bu farklılığı belirleyen her bir ferdin dâhil olduğu içtimaî şuur süzgecidir. Aynı manzaraya bakan iki insanın farklı şeyler görmesi gibi… Mesela ölüm korkusunun, ölümsüzlük/varlığını ebediyen idame arzusundan kaynaklandığı kabul edilirken, bunun hemen yanında duran olmazsa olmaz inanma ihtiyacı modern zamanlarda hep göz ardı edilegelmiştir. Her ne kadar tanımlar arasında, hatta sabitlerin tayini konusunda derin anlaşmazlıklar bulunsa da, fıtrat hükümranlığını sürdürüyor. O yüzden, İbda Mimarı, bütün bir iktisadı insanların varlığını sürdürme arzusuna bağlamaktadır.
İnsanî öz, ruh, mümin ya da kâfir, her insanda aynı. Hakikat-i Ferdiye, yani bütün beşeriyetin hakikatinin tek insanda -Hz. Peygamber (SAV)’de- toplanması meselesinin, her şeyin galibine tâbi olması ilkesi muvacehesinde, aslı buradadır. Bu hususu biraz daha açmak gerekir kanaatindeyiz: İslam, Hz. Âdem (AS)’dan beri gelen dinin adıdır ve en kemal halini Resûlullah Efendimiz (SAV)’de bulmuştur. Bu din, Yaradan’ından bir rahmet olarak insana gönderilmiştir. Rahmet olmasının sebebi belli: O olmadan ferdî hakikatin ve içtimai düzenin var olamayacağı Mutlak Fikrin gerekliliği ve beşer tarafından kurulamazlığı davası… Yaradan, kulunun fıtratına mutabık mutlak kuralları/sabiteleri göndermiştir ki, daha ilk anda berhava olmasın; tutunacak çıpası, zihin ayağını basacak zemini olsun. İnsanın içine massedilmiş fıtrî sabitlerle Allah tarafından gönderilmiş mutlak sabitelerin buluşması, insanlığa mutluluğu getirmesi mümkün yegâne yoldur. Din, olmazsa olmaz mutlak mihrakı oluştururken, onun dışında kalan beşerî görüşler, dinin yapısını –mecburen- taklid eden, onun merkezde olmasıyla var olabilen sapmalar halinde varlık bulmaktadırlar, bir nevi içinde yaşayacağı bedene muhtaç, müstakil bir hayat düzeni olamayan parazit gibi. Beşerî öz aynı olduğundan ve durulacak yerde de Mutlak Fikir durduğundan başka bir alternatifi de yoktur. Bütün insanlığın Peygamber (SAV)’in kadrosu olması hikmeti de buradadır: Varlıkları, onunla anlam kazanmaktadır.
Marks ve Engels ikilisi, her şeyin galibine tâbi olması ilkesini, kendi ideolojileri için, ama tersinden kullanmışlar ve insanî özü maddeye bağlayıp “altyapı (iktisad), üstyapı (örf, hukuk, siyaset) münasebetlerini belirler” demişlerdir. Yöntem doğru, cevab yanlış... Bütün beşerî münasebetlerin kişinin kendi iç dünyasında, yani ruhta yaşandığı yakîn ile tecrübe ettiğimiz bir vakıa. Öte yandan insanlar arasında görüş ayrılıklarının vukûu mukadder, zira çevresini açıklama teşebbüsündeki kişi, mekanik bir akıldan ibaret olmayan, içinde aklın bir “ayırıcı” vazifesi üstlendiği, ama bunu yaparken muhtaç bulunduğu “mekânı” hislerin, fıtrî sabitelerin üste doğru tezahürlerinin sağladığı terkibî bir varlık. İşte o yüzden İbda Mimarı’nın “herkesin hakikati kendine; hakikatin hakikati nerede?” sorusu, hem bütün bu farklılıkların tabiiliğine hem de bu farklılıkları tanzim edecek âlemşümul bir “üst kıstas” ihtiyacına işaret etmektedir.
Çevreyi izah sürecinde, son tahlilde iki temel cenahın teşekkül ettiğini gözlemlemekteyiz. Eşya ve hadiseyi kendinde/kendiliğinden izah iddiasındaki maddeciler/akılcılar ile madde üstü bir mercie bağlayan maneviyatçılar/ruhçular… Yukarıda zikrettiğimiz, İbda’nın “Her şey galibine tâbidir” ilkesi gereğince ruhçuluğun nihai mukadder noktası “Allahçılık” iken, maddeciliğin ise nihilizm-hiççiliktir. Gerçi görünüşte birbirine zıd gibi duran bu iki cenahın, yine aynı ilke icabı, aslında tek bir mihrakta, “galib olan” Allahçılıkta toplanması zaruret kesbeder; zira hiçlik, mahiyeti itibariyle, varlığın kendisiyle tenakuz arz ettiği gibi, ezelîlik mevzu hiçlikle açıklanamaz.
Ruhçu, varlığı izahında, meseleyi madde ötesine teslim açısından, muhayyer ve rahat iken, maddeci zahirde hür, ama aslında dört duvar arasına mahpustur. Bu mahpusluğun “hürriyet” olduğunu sanırken de bilmez ki, gene o her şeyi açıklayan mihrak arayışının gönüllü esiridir. Kişinin, fıtratı gereği, Yaradan’ın varlığında bulacağı tatmini/emniyet hissini, gözüyle görüp aklıyla kavradığı maddede bulduğunu sanır. Anasının kollarındaki bir çocuğun duyduğu güven hissini duymaktadır bilip tanıdığı maddenin kucağında… Emniyet-inanç itminanı arayışı bir fıtrî sabittir hâlbuki. Kudret sahibi olma-tahakküm kurma arzusu da fıtrî bir sabittir. Ölümsüzlük/yok olmama arzusu ise bu ikisinin daha derininde olan en temel bir fıtrî sabittir. Hülasa, ferd ve topluluğun hareketlerini, davranışlarını yönlendiren dürtüler, maddî referanslarla izahı gayri kabil fıtrî sabitlerdir.
Hayatın düzeni de, bu düzenin siyasete, hukuka ve iktisada yansımaları da haddizatında bu cenahlardan birine irca edilmek durumundadır. Yani her mesele, Üstad’ın sorduğu “hayatı hazza göre mi yoksa fazilete göre mi yaşayacağız” temel sorusu etrafında şekillenmektedir. Fazilete göre cevabı, kendiliğinden değerler hiyerarşisinin, insanları aşan bir müteâl/mutlak değere göre tanzimi ve menfaatin geri plana atılması neticesini getirirken, yani nisbeten basitken, hazza göre cevabının davet ettiği sonuçlar muğlak, karmaşık ve negatif tabiatlıdır. Eğer “dünya buradan ibaret, hesap yok” görüşünü son raddesine kadar götürürsek, karşılaşacağımız manzara, menfaat ve enaniyet odaklı bir cemiyet, herkesin yekdiğerini alt etmeye çalıştığı bir vasat, egemen olanın kendi ürettiği değerleri dayattığı bir düzen olacaktır. Lakin böyle bir düzenin sürdürülebilirliği şaibelidir ve yukarıda zikrettiğimiz fıtrata aykırıdır. Batı iktisadına, yani son tahlilde “maddeci” siyasî iktisada derinlemesine eleştiriler getiren Polanyi, bu hususla alakalı bize güzel bir misal sunmaktadır: Liberalizme yönelttiği eleştiride, tarif edildiği haliyle liberalizmin uygulanamaz olduğunu, tatbikinin denendiği 1834-1855 arası devrin, eğer durdurulmasaydı bütün sosyal dokuyu tahrib ederek toplumu çökertme istidadı gösterdiğini söyledikten sonra, liberalizm konusundaki bütün iddiaların safsatadan ibaret bulunduğunu ifade etmektedir. Hâlbuki bize Batı iktisadı liberal kapitalist piyasa ekonomisi olarak sunulmuştu ve bu halen de sürüyor. Buradaki sıkıntı, “söylem” ile “eylem”in, hakikatle onun algılanışının arasında oluşan makastan kaynaklanmaktadır. Sistemlerini maddi çıkar duygusunun asıl saik/faktör olduğu kabulü üzerine kuranların, niye sistem kurma teşebbüsünde bulunduklarının izahsızlığı ayrı mesele, liberalizm gibi gerçekten insan fıtratına ters ve cemiyetin oluşumunu engelleyici bir görüşü benimsemeleri hayrete şayandır. Gerçi aksi, yani yine maddecilik menşeili totaliter kolektivizm de hayrete şayandır, lakin o içtimaî düzenin tesisinde vakıaya daha mutabıktır. Düzenin temini, hukuku ve ortak faydayı, bunlar da ahlâkı ilzam eder. Materyalist iddialı ahlâkın en büyük açmazı da “niçin” sorusuna cevabı olmamasıdır.
Bu mevzuda ısrarla durmamızın sebebi, hayatın bir bütün olması ve ne hukukun ne siyasetin ne de iktisadın tek bir birim halinde, mücerred bir vaziyette ele alınmasının hakikatle örtüşmemesi… Bunların bıçakla kesilircesine müstakil bir yapı halinde görülüp kendilerine ait kurallarla işletilebilecekleri iddiasının, biraz yakından bakınca, doğru olmadığını müşahade ediyoruz. Kısacası, ferd ve cemiyet, hem birim olarak hem toplu olarak bir bütündür; kapalı birer dairedir. İktisadı, cemiyetin inancından, örfünden, coğrafi şartlarından, alışkanlıklarından ayırmak mümkün değildir. Müstakil iktisadî tahlillerin olması yanlış değildir; yanlış olan bunlara, sanki bir fizik kuralı imiş gibi muhtariyet vermektir. Bu yanlışı, bilhassa Marks’ın ve onun yolundan giden “maddeci mü’minlerin” çokça yaptıklarını ifade edelim.
Esas olan akış… Üstad’ın Sakarya Destanı’nda dediği gibi “Akışta demetlenmiş büyük küçük kâinat”… Bu akışı durdurmak ise, her ne kadar yaptıklarıyla aksini iddia etse de, beşer takadinin üzerinde… Bütün bir varlığa tasallut eden bir cazibenin pençesi altında malum bir meçhule doğru gidiyoruz; tıpkı suyun denize doğru akması gibi. Suyla uğraşanlar bilirler; suyu “hapsetmek” mümkün değildir, ancak ona yol gösterilebilir. İllaki hedefine, yani denize varmaktan başka bir gaye tanımaz.
İnsanların kazanma, daha fazlasına sahib olma arzusu, fıtrîdir. Bunun yanı başında, bir nevi ölümsüzlük arzusunun neticesi olarak kendinden sonrakilere bir tereke/miras bırakma isteği durur. Hatta bir ölçüde kazanma hırsı, o istek tarafından güdülenir ve gerekçelendirilir. Şu ya da bu, bunların temel fıtrî saikler olduğu gerçeği tartışılamaz ve su misalinde verdiğimiz gibi, Allah’ın bir cazibe merkezine doğru akış için yarattığı ve insanın varlığı için zaruri bu sabit hislerin iptali, insanın iptali gibi bir sonuç doğurur. Nefsi ağzından çıkıp giden veliye “onu geri al” hitabındaki hikmetlerden birisi bu olsa gerektir. Hülasa zahirde maddî ihtiyaçları ve geçimi temin şeklinde görünen kazanma arzusu, derinlerden gelen, fıtratın icabı bir temayüldür ve bu yüzden iptal edilemez, ancak yönlendirilebilir, yönetilebilir. Bu temayül, ya fıtratına mutabık doğru/sahih yoldan veyahut da bulabildiği her yoldan hedefine varmaya çalışacaktır. Tabii burada mevzu yine gelip doğrunun birliği ve mutlak fikrin gerekliliği lerine dayanır.
Konumuz iktisad olduğuna göre, fıtrata uygunluk bahsine buradan devam edelim. Dediğimiz gibi kazanma arzusu fıtrîdir ve bu yüzden, İslâm’da kazanç elde etmek, elbette kurallar dâhilinde olmak kaydıyla, makbuldür; yönetme meselesi. Mealen, kazancın onda dokuzunun ticaretten, onda birinin de ziraattan geldiği hadisi malum. Resûlullah Efendimiz (SAV), bu hadisle, sırf bedenen çalışıp emeğin karşılığını almaktan öte (ki bu yevmiye ya da onun alt ve üst katları cinsinden olup karşılık kişinin ailesiyle beraber bir gün rahatça yaşamasını sağlayacak ayni veya nakdi ödemedir) onun üzerine bir miktar koyma gayretini teşvik eder. Ancak İslâm’daki bu makbul kazanma arzusunun itidal sınırları içinde olmasını temin edecek değiştirilemeyen kuraların mevcudiyeti, onu diğer bütün iktisad nazariyelerinden farklı bir mevkie yerleştirmektedir.
Marksizm ile Kapitalizm arasında bir tercih yapma durumunda değiliz, lakin birincisinin insanlardaki kazanma ve “bir şeylere sahib olma” güdüsünü reddedip üstüne üstlük bunun yerine telafi edici bir uhrevî inanç mihrakı ikame etmesi lazımken kendinden ibaret materyalizmi koyması, aslında ideolojik strateji anlamında ne kadar boş bir görüş olduğunu isbata kâfidir. Devrim sürecinde, devrim sonrası hay huy içinde ve arkasından kopan savaşın gözleri kör etmesiyle iki nesil varlığını sürdürdükten sonra hızla çökmüştür; o haliyle yozlaşıp çökmesi de kaçınılmazdı. İdealizm ile materyalizmin bir araya gelemeyeceğini, her gelecek tasavvurunun gaîyet/teleoloji ilzam ettiğinden metafizik mahiyet taşıdığını, o yüzden materyalist ideoloji tabirinin bile koca bir safsata olduğunu bir kenara bıraksak bile, Marksist-Leninist ideolojinin uhrevi bir menfaat sözü vermeden insanların kendi becerileri ve gayretleriyle elde ettikleri kazançlarına sahib olmalarına izin vermemesi, ölümcül bir hataydı. Kimileri böylesi bir yaklaşımı, toplumu asgaride eşitlemeyi ve asgari seviyeyi peyderpey yükseltmeyi hedefleyen kolektivist görüşlerin konsantre hali Marksizm’in ideolojik anlayışıyla mütenakız bulabilir. Öyleyse, yine bu ideolojinin ölü doğduğunu söyleyebiliriz.
Öte yandan Kapitalizm halen hayatiyetini sürdürmektedir. Çünkü Kapitalizm, maneviyat/inanç sahasındaki noksanını, bir fıtrî sabit olan insanların sahib olma dürtüsünü gıdıklayarak telafi etmektedir. Gerçi Kapitalizmin merkez ülkelerindeki süreç karmaşıktır, ancak hadisenin özü budur. Yani içtimaî gelişme için gerekli yakıtı, ruh/fazilet kaynağından değil, nefs/haz kaynağından sağlamaktadır, ama sağlamaktadır. Ancak onun “amorf” yapısı, yani faydası için her şeyi araçsallaştırıcı yaklaşımı, ilk önce doğduğu ülkelerde büyük alt üst oluşlara yol açmış, akabinde bu alt üst oluşu bütün dünyaya satıp karşılığında aldıklarını cemiyetine yayarak geçici de olsa sükuneti temin edebilmiştir. Öyle ya da böyle, çarpık ve ölü doğmuş Marksist ideolojinin aksine, maneviyatı olmadığının şuuruyla cepheden saldırıp yok etmeyi değil “yönetmeyi” tercih eden Kapitalizm, yaşattığı acılara rağmen, başarılı sayılabilir.
Fıtrat dini olan İslâm’daysa sahib olma, kazanma, mülk edinme, miras bırakma, zihnî ve bedenî gayretlerinin karşılığını alma ve sermaye biriktirme, tahdidlere tâbi olsalar da, helaldirler. Ancak kazanmanın en bedavacı yolu olan, içtimaî bir kara delik gibi bütün cemiyetin sermayesini yutan, yuttukça büyüyen, büyüdükçe daha çok yutan kötücül riba/faiz haramdır. Toprak mülkiyeti helaldir, lakin toprakların neredeyse tamamı amme malıdır; ya devletin ya da vakıfların uhdesindedir. Toprak mülkiyetine izin verilirken hakkaniyet fıtrî sabitinin tatmini gereği, rantiyeciliğe geçit yoktur; hem yasaktır hem de yapılması mümkün değildir. Tıpkı faiz, kumar, içki, zina yasakları gibi, rantiyecilik/imarla vs. oynayarak topraktan haksız kazanç elde etme de yasağı da, İslâm’ın insanlığa niçin rahmet olduğunu apaçık göstermektedir. Yine, olmayan veya istikbalde üretilecek malın alım satımı, istisnalar dışında, yasaktır. Firmaların değerini üretim ve performans kapasitelerine göre değil de, manipülasyon ve spekülasyonlara göre, sadece talebe göre belirlediğini iddia eden ve aslında bir nevi resmi hırsızlık sistemi gibi çalışan borsa yasaktır. Ama pazarda, elbette devletin gözetimi altında ve yine elbette belli sınırlar dahilinde, fiyatların oluşumu serbesttir. Bizde aslolan kamunun menfaati ve onun en iyi malı en uygun fiyata almasıdır. Bir nevi rakibin devlet olduğu bir rekabet düzeni vardır. Ama her şeyden evvel, şeriat dairesi içinde ticaret, üretim, vs. yapan herkesin aynı zamanda sevab kazandığı bir nizamdır İslâm nizamı. Yani iktisadî düzeni olması gereken yere, ahlâka bağlayarak taşları yerli yerine oturtan, fıtrî sabitleri yok etmeye çalışmayıp bilakis onlara müsbet istikamette “yön” veren ve bu şekilde ortaya çıkan enerjiyi bütün bir cemiyetin istifadesine sunan rejimdir. “İslama muhatab anlayış İbda”nın iktisad görüşü, bu habitatı kurmayı hedeflemektedir.
Baran Dergisi 551. Sayı