Artık ruh ve yücelik doğuramaz olmuş bir millete Hakk’ın armağanı olan bu iki dehayı; Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve büyüğüm kadim dost Salih Mirzabeyoğlu’nu hasret ve minnetle anıyorum
Salih Mirzabeyoğlu hakkında neler biliyoruz, onunla ilgili neler söyleyebiliriz? Belki pek çok şey, belki de sadece teferruata dair şeyler, ama netice itibariyle pek az şey. Falan tarihte falan yerde doğdu, şu şu şu işleri yaptı, filan tarihte vefat etti biçimindeki kuru bir tarif ise, ruha dair her şeyi dışarıda bırakan, konuyu mekanik bir formül içinde hapsetmekle rahatlayan hevesli bir raportörün açıklamalarından farksız bir tanım olacaktır. Onun hakkında söylenenlerin, yazılanların en kayda değer olanı; “sevgili”, dost, Üstadım diye andığı Rahmetli Necip Fazıl Kısakürek’in söyledikleri ve yazdıklarıdır. Bunlara belki birkaç dostunun, uzaktan da olsa onu seven birkaç kişinin söylediklerini ilave edebiliriz. Peki bu kadar az bilgiyle onun ruhuna, kimliğine ve kişiliğine dair bir tasvir yapabilir miyiz? Zannetmem. Çok şükür ki elimizde “kendi” sistemini teklif ettiği, kendine has bir tarzda sunduğu, kelimelerin ritmini, yapısını, dil ve diyalektiğini, diyalektiğinin temel ilkelerini özgürce seçtiği, sadece birer kitap olmaktan öte, âdeta Müslümanların ruhlarına verilmiş bir arınma ve yenilenme emri olan eserleri var. Nimeti kadar, hakkıyla okunması çaba isteyen, sorumluluk yükleyen, her harfinin arasında, her kelimesinin altında bir hakikati barındıran eserler bunlar... Ruhunu bulabileceğimiz ve söylediklerini anlayabildiğimiz nisbette, ulaştığı mânâların derinliklerine onunla birlikte dalabileceğimiz yer de burası. Dolayısıyla bu eserlerin her biri, bize bilmediğimiz hakikatleri keşfettirmeye, ruhumuzu kendi özüne döndürmeye, kurtuluşumuzu gerçekleştirmeye yönelik bir çağrıdır; itirazın, inkârın değil, İlâhî tecellileri kabul etme istidadındaki yüzlerin doğum yeridir. O hâlde, ancak zihnî bir birikim ve zihnî referanslarımızın zenginliği nisbetinde tüm güzelliği ve İlâhîliği ile kavranabilecek bu eserlere yaklaşırken çok dikkatli olmalıdır insan. Zira, artık büyük ruhlar doğuramaz olmuş bir millete, Hakk’ın tek mutlak insanî değer olarak sunduğu bu dehânın, yeni bir gerçeklik algısı, şuuru ve felsefesi olarak önümüze saçtığı bilgilerin sezgisi imana özgüdür. Sıradan bir gibi geçirilen pek çok mevzu bize aydınlatıcı, ufuk açıcı gelebileceği gibi, önemle üzerinde durduğu, özellikle vurguladığı, eserlerine hâkim olan pek çok tema da bize pek tabiî gelebilecektir. Zira kullandığı pek çok kavram, imge, simge ve metaforlarda yarattığı değişim, onlara yüklediği farklı anlam, onları kendi formundan farklı bir forma aktarırken getirdiği eleştirel bakış bize o kadar tabiî bir biçimde sunulur ki; belli bir güce ulaşmış, artık tapınılan kavramları ve fikirleri tersyüz ettikleri için, bunların kaynakları, önemi ve değeri konusunda yanılgıya düşeriz; bunlara bu kadar kolay ulaşıyor olmanın yanılgısıdır bu. Oysa varoluşa mânâ kazandıran, inancın gıdası olan formlar, muhtemel bir şey olan ortalama insandan neşet etmez; sağlam ve farklı bir yaratılışa sahip “Büyük Sanatkâr”lardan ileri gelir. Bu insanların farklılığı ve büyüklüğü, onların ibdaî bir dehaya sahip olmalarından kaynaklanır. Dünya bu insanlar için Hakk’ın cemâlinin bir aynasıdır. İçine, bulduğu her şeyi tıkıştıran insana ise bir çuval kadar şekilsiz, başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaletinde boğulan bir malûmatfüruştur. Dolayısıyla sürekli şuur ve düşünce zemininde kalan bir akıl yürütme, bizi İbda Dil ve Diyalektliği gibi çok katlı bir yapının tüm katmanlarına ulaştırmaz. Böyle bir metod sadece birincil bir temrin, dayanak ve sıçrama tahtası hükmündedir. Zira hakikat cüz’i değil, “Küllî Akıl”ın emrindedir. Dolayısıyla, İbda Dil ve Diyalektliği’lye ünsiyet kesbetmek isteyen bir insan, sadece işi tahdit ila bir esasa bağlayan, kuru bir akıl yürütmeye dayalı bir metodla yetinmemeli; ruhen, bu dil ve diyalektiğin ortaya koyduğu gerçeklik mertebelerine yükselmek, bunları ruhî hayatın farklı tonları olarak algılayıp kendi ruhuna katabilmek gibi, Küllî Akıl’a ait melekelere ünsiyet kesb etme arayışı içinde olmalıdır. Bunu bize kazandıracak olan da, bir “Bütün Fikir” çerçevesinde asrını yenileyen yenileyiciye ve eserlerine duyduğumuz sevgi ve bağlılık olacaktır. Şayet onun sevgisi ve eserlerinin gücüyle kuşatıldığı hâlde, hâlâ tüm kazanç ve zenginliğinin bu kuşatılmışlıktan kaynaklandığını göremeyecek kadar körse insan, bir an önce ondan uzaklaşmalıdır. Çünkü, inancının büyüklüğü nisbetinde iddiaları da büyük olan bu insanın yanında bayağılık ve zayıflığın hiçbir zaman yeri olmadı; tüm sevgi ve bağlılık söylemlerine rağmen, gerçeklikle tüm bağı renk körü mesabesinde olan, göremediklerini görebildikleriyle temsil ederek vaziyeti idare edenler, her şeyiyle samimi ve hasbî olan bu gerçek insanı gerçekten sevemedi ve anlayamadı, eserlerinin üzerine yaydığı gücü göremedi.
Necip Fazıl’ın hayatında aradığı “bir genç adam”, Salih Mirzabeyoğlu’nun hayatında da “işte aradığım insan” dediği bir “Büyük Sanatkâr” vardır. Genç yaşında onu tanımış, talebesi olmuş, ondan büyük oranda etkilenmiştir. Kendi fikirlerini örgüleştirir, sistemini kurarken, çalışmalarını “bir ve aynı bütün”ün iki kanadından biri olarak sürdürmüştür. Körü körüne bir bağlılık, öykünme değildir bu bağlılık ve birliktelik: Mutlak’ı arayan, onu ancak an’da yakalayabileceğinin, sadece hislerde bulabileceğinin şuuruyla hareket eden, ideal güzelliği hissedilebilir kılacak formu yakalamaya çalışan, beden ve ruh olarak güzel bir insanın, İlâhî nur içinde ışıldayana kadar, tıpkı maddeye biçim verir gibi ruhuna bir ölçü kazandırması, yaptığı müşahedenin hükmü altında temâşa ettiği ruha dönüşmesidir. Dolayısıyla, Sokrates’e nisbetle Eflatun benzetmesinde olduğu gibi, Salih Mirzabeyoğlu’na ait ruhî bir potre çizebilmek için, Hakk’ın ona giydirdiği bu imgeyi görmek, her biri ruhî bir temrin hükmündeki eserlerini okumak yeterlidir. Zira şahsının tarihî niteliği kadar, eserlerinin de tarihî bir niteliği vardır. Orijinalite, kalbin-fikrin içliliği ve derinliği demektir. Dolayısıyla eserleri ve hayatı üzerinden ondaki özgünlüğü yakalayabilmek, sahip olduğu temel duyguları ortaya çıkarabilmek için ona ait birkaç sayfa bir şey okumanız, sistemine koyduğu İBDA isminin anlam ve açılımları gibi eşsiz, misilsiz ve benzersiz bir hava solumanız için kâfidir. Ancak ruhunuz çorak ve tüm ruhî armonilerden uzaksa, yeni bir dil oluşturmak, yeni bir düşünce sistemi kurmak yolunda sürekli doğum sancıları çeken, sancılarını dindirecek, eşyanın düzenini temin edecek sihirli kelimeyi bulabilmek için dilin tüm imkânlarını kullanan bu büyük ruhu tanıma şansınız olmayacaktır. Zira ruhta bulunan her şey şuurlu değildir, ancak şuur seviyesine yükselmekle bize ulaşır. Demek ki, insan bir yerde şuurunda olduğu şeydir. Ve şuur bir tecelli mahallidir. Dolayısıyla, aklî ve ruhî tecellileri yansıtan bir ayna konumundaki şuur ne kadar saf, temiz ve düzenli işliyorsa yansıttığı gerçekliği de bizim için o denli anlamlı kılacaktır. Bunun ötesi, “kendinde olmak küfür, kendinden geçmek iman” ölçüsünde işaret edilen; vecd hâline bürünme, kendini bilme, kendine hükmeden İlâhî ismi bilmenin şuuruna erme hâlidir.
Söz de, yazı da, çizgi de ruhumuzda bulunanların tecelli mahallidir. Ancak yazı ve çizgi sözden sonra gelir. “Her şeyden önce kelâm vardı” ölçüsü bağlamında söylersek; Allah Âlemi bir aşk anında ve kelâmın sonsuzluğuyla yarattı. Ve her şey bütün zamanlar için, tek hamlede söylendi. Yani, her şey “Kün” (ol) emrinin hasrı içinde. Dolayısıyla Kün’ün “kâf”ında kemâli, “nun”unda “nur”u gören ruh, “kemâl” ve mümin bir gözde yuvalanmış “nur”un da sahibi olarak kelâmın sırlarına ermiş, bahtiyar bir ruhtur. Salih Mirzabeyoğlu bu kafiledendi; kelâmın sırlarına ermiş seçkin ve mutlu bir ruhtu. Mûkim ve mûkin olduğu makamda şahit olduğu güzellikleri, duyduğu, anlatılması imkânsız güzel sözleri kendi içinde kavradı, ruhuna kattı, fakat onları dillendiremedi... Anladı ki, “ortalama insan”ın tahammül edemeyeceği, tâkat getiremeyeceği bu sözleri faş etmesine izin yoktu... O da bunların izini eserlerinde sürdü... Peşinde olduğu hakikati, vermek istediği mesajı işlediği mevzuyla derin ve incelikli bir şekilde birleştirerek eserlerinde verdi... Ruhî olanı estetik temsil aracılığıyla görünür kıldı, hep bu güzellikleri paylaşabileceği “mutluluğunun mutlu aynası” olacak mânâlı yüzler, anlamlı insanlar aradı. Ne var ki; ceza ve ödülün tesirini gösterebilmesi için, öncelikle bunu kabul edecek bir zeminin olması, yoksa da bunun hazırlanması gerekir. Ne yazık ki, musıkî nağmeleri gibi yazılmış bu fikirleri kabul edecek bir fikrî zemin yoktu, sesine hiçbir seda gelmedi. Manevî bir istikameti olmayan, sığ perspektiflerinin ötesine geçeni anlamayan; ata et, ite at yedirmeye çalışan ve hiçbir sorumluluk almadan entelektüel olarak gezinenler nezdinde bu büyük gerçeklik, bir yerde yalana dönüştü. Fikre samimi yaklaşanlar bile, “sana inanıyorum ama bunları aklım almıyor” söyleminden öteye gidemedi. Kalabalıklar arasında kendini yapayalnız ve yabancı hisseden bu yüce insan ömrünü kendi ruh dünyasına kapanarak, sürekli kendi kendine “kredi” açarak geçirmek zorunda kaldı. Kemâl ve istidadının büyüklüğü nisbetinde sıkıntıları da büyük oldu. “Ölüm ruhun hurucu/hayat öte yakada” diyerek, Bir başına Bir olan’a sığındı.
Tarihte, yaşarken kıymeti bilinmemiş hak ettikleri değeri görmemiş, sürülmüş, “yargılı” yahut yargısız infazlarla hayatlarına el konmuş insanları düşünmek son derece üzücüdür, insanı derinden yaralar. Sonradan göklere çıkarılacak, okullarda zorunlu ders olarak okutulacak olsalar da, bu gerçeklik değişmez. Ruhları hakkında düşünen insanlar, ruhu olan her şeyin susturulduğu modern zamanlarda, modern ve postmodern yöntemlerle hâlâ yok ediliyorlar! Oysa insandan murad; dehanın ta kendisidir. “Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım.” ölçüsü bağlamında söylersek; dünya tarihi peygamberlerin ve onların varisi konumundaki âlimlerin ve onların eserlerinin tarihidir. Dolayısıyla onların insanlıkla teması, insanın güzel ve samimi olduğu tek andır. Köklerinden kopmuş bir topluma yeni bir ruh vermek, yeni bir kimlik, yeni bir hafıza inşa edebilmek için Mutlak’ın peşinde çile dolu bir hayat süren Salih Mirzabeyoğlu hem ruh, hem fikir olarak, bu “fikrî aristokrasi”nin en büyüklerindendi. Birçoklarının boş yere çaldığı kapılardan O, her zaman vakar ve güven duygusu içinde rahatlıkla geçti, yakıtı hakikat ve marifet olan aşk ateşinde yanmakla “öyle zayıf düştü ki; sonunda herkül oldu.”
Geçmişte olduğu gibi bu gün de hayatının ve eserlerinin arınma ve yenilenme yolunda her zamankinden daha güçlü bir çağrı olduğuna inanıyorum; okunması, sindirilmesi, satır satır izlerinin sürülmesi gerektiğini düşünüyorum. Zira kurtarıcı fikir bu eserlerde ve “kurtuluş yolu” bu fikrin taşlarıyla döşeli.
Artık ruh ve yücelik doğuramaz olmuş bir millete Hakk’ın armağanı olan bu iki dehayı; Üstad Necip Fazıl Kısakürek ve büyüğüm kadim dost Salih Mirzabeyoğlu’nu hasret ve minnetle anıyorum; onlara Allah’tan rahmet diliyorum. Mekânları cennet olsun. Onların fikrî dokunuşları, tüm sevenleri gibi benim de mutlu ve samimi olduğum tek andı. İnşallah ahirette de bizi kendi halimize bırakmaz, temaslarını sürdürürler.
Aylık Dergisi 176. Sayı Mayıs 2019