Kâinattaki tüm titreşimlerin (yaratıcı varlık, diğer bir ifadeyle de mutlak varlık olan Allah’ın yarattıkları çerçevesinde, büyük insan olarak tavsif edilen ve varlıklar âlemini şamil bütün bir kâinat veya büyük âlem; küçük âlem veya topyekûn varlığın temsilcisi veya topyekûn kainatın özü ve hülasası olarak insan; “varlıklar bütünü” içerisinde canlılık belirtisi olarak hareket; iradî hareketin ufuk çizgisi olarak insanî hakikat; “Allah’ın iki parmağı arasında olan” ve bütün canlı varlıkta, daha doğrusu hayvan ve insanda gayr-i iradî olarak çalışan kalb; kalbin muhafazası olarak beden; insana has ve hususi olan düz-müstakim hareket veya sırat-ı müstakim olarak istikamet ve istikametin baş tacı hâlinde “Mutlak Fikir” çerçevesinde şekillenen hak ve adalet; duygu, düşünce ve iradî faaliyetlerin nihaî gayesi olarak “Adalet Mutlak’a”!) kaydolduğu bir arşiv niteliğinde olduğu ön kabulünden hareketle akaşa (esîr, yuvarlak halka, boşluk, “Levh-i Mahfuz”, “Abdülhakîm Koltuğu”), kâinatın varoluşundan bu yana meydana gelen tüm duygu, düşünce ve iradî faaliyetlerden, seslerden, ışıklardan, bilgilerden, kısacası, topyekûn eşya ve hadiselerden yansıyan titreşimlerin kaydolduğu bir oluşum (topyekûn varlığın plan, program ve projesi, kâinat tasavvuru, dünya görüşü, duygu ve düşünce sistemi, ruh ve fikir sistemi, “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ni ihtar eden “Mutlak Fikir”!) olarak da değerlendirilmektedir. Her varlığın bir akaşası olduğuna ve bunların toplamının akaşik kayıtlar çerçevesinde bir arşiv meydana getirdiğine inanılır. Tedaisi, Levh-i Mahfuz ve Kirâmen Kâtibin melekleri!.. Tedainin tedaisi, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştiricisi olarak, meselâ nefs kutbunun temsilcisi olarak mânâ kazanan Deccaliyet ve ruh kutbunun temsilcisi olarak mânâ kazanan Mehdiyyet çerçevesinde söylersek, (esîr ve esir!), “ilim mi, din mi?” veya “ruh mu, akıl mı?” sorularının da cevabına yataklık eden olarak, Deccaliyyet Komitesi olarak Kristal Krallık hayali kuran ve küresel sermayenin elinde şekillenen teknik-teknoloji ve “İnternet”, “İstikbal İslâmındır” müjdesine veya Allah’ın vaadine yataklık eden olarak da Büyük Doğu-İBDA ve “Abdülhakîm Koltuğu”!..
Demişlerdir ki, yaratılışın başlangıcından ta ki sonuna kadar, kısacası tüm geçmiş ve gelecek, esîr veya akaşa da denilen “boşluk” veya “yuvarlak halka”da kayıtlıdır. “Hafıza-i beşer” veya “Levh-i mahfuz”!.. Evet, varlıkta hiçbir madde dönüşümler geçirmekle yok olmaz. Meselâ kuyruk sokumu kemiği olarak da bilinen acb-üz-zeneb veya us’us, beden bütünlüğü dağıldıktan sonra da varlığını devam ettiren olarak, diğer bir ifadeyle de öldükten sonra tekrardan dirilişin gerçekleşeceği bir kemik olarak, daha doğrusu toprakta çürümeyen tek cüz veya madde (gen haritasını mündemiç) olarak varlığını devam ettirmektedir.
Çin ve Hint mistisizminde bütün duygu, düşünce ve iradî faaliyetlerin yok olmayıp, akaşa denilen süptil (esîri) cevherde kaydedildiği düşünülmektedir. Tedaisi, İBDA Mimarı’nın söylediği: “Herkes hakkını alacak!” Demek ki akaşa, her duygu, düşünce ve iradî faaliyetin, sesin, nefesin, ışığın titreşimlerinin dahi kaydolduğu, kısacası eşya ve hadiseler çerçevesinde ruhî ve maddî âlemden yansıyan tesir veya titreşimlerin hemen hepsinin kaydedildiği bir tür arşiv niteliğindedir. Küllî irade ve cüz’i irade, diğer bir ifadeyle de kaza ve kader çerçevesinde şekillenen istidat ve yaşanmışlıklar, daha da doğrusu mekr-i ilâhî çerçevesinde şekillenen ferdî veya içtimaî tecrübeler üzerinden şuuraltından şuura çıkan veya şuur seviyeleri olarak beliren yeni durumlar, en nihayet “mücerred idrak zemini” olarak anlam kazanan kültür, edebiyat ve san’at ürünleri vs. tüm bunlar levh-i mahfuz’da saklıdır, mündemiçtir. Tedaisi, yaşadığımız yeni zaman ve mekânda tecelli eden “İstikbâl İslâmındır” mânâsının müjdecisi İBDA Mimarı’nın 6 ciltlik Tilki Günlüğü –“Ufuk ile Hafiye”- isimli eserinden tüten “Berzah sırrı” keyfiyetini haiz mermer kanatları veya mânâlar denizinin balıkları! Sözkonusu eser hakkında İBDA Mimarı, meâlen, “Yüzyılımızın mânâ âleminden görünüşünün topoğrafyasıdır” derken neyi niçin müjdelemiş olabilir?!
Her düşüncenin, her eylemin, her sesin ve her ışığın vibrasyonlarının (titreşim, sarsmak, cezbe, semah, dua, helezon, kadüse, vida, nurbat, nebat, rüya, ilm-i ledün, ibadet, namaz, secde, miraç, nefs terbiyesi!) kaydolduğu, özetle, maddî ve mânevî âlemden (halk ve emr âlemi!) yansıyan tüm tesirlerin seri ve dakik bir biçimde kaydedildiği sınırsız ve ebedî arşiv, Batı teozofisinde(1)veya modern literatürde akaşik kayıtlar sistemi (“akashic records”) olarak kavramlaştırılmıştır. Bu kavram, topyekûn kâinatta cereyan eden tüm eşya ve hadiselerin yok olmadığını, bir şekilde kendine has ve hususi belirli izler bıraktığını ve bunların da bir “saklı levha”da kaydolduğu düşüncesinden veya ön kabulünden hareketle Batılı teozoflar tarafından, Hint mistisizmindeki “evrendeki tüm uzayı kaplayan temel esîrî cevher”mânâsına“akasha”sözcüğünden türetilmiştir. Batılı teozoflara göre, nasıl ki evrende hiçbir madde dönüşümler geçirmekle birlikte yok olmazsa, (“kün fe yekûn” meali: “Ol” der ve olur” mutlak ölçüsü çerçevesinde kuyruk sokumu veya us’us da denilen acb-üz-zenebin ifade ettiği mânâ bir tarafa, gitmek ve gelmek, sır, esrar, ısrar, tekrar, idman, riyazet, nefs terbiyesi, namaz, secde, miraç!), tüm eşya ve hadiseler de yok olmayıp akaşa denilen süptil (esîr) cevhere kaydolur.Meselâ, hareketlerin kaybolmamasının mücessem hâli olarak, idmandan hasıl olan güç ve / veya kuvvetin kas ve / veya kas kuvveti olarak belirmesi ve bununla iş veya amel yapılması ve bunun da dua veya ibadet formunda yaratıcı varlık olan Allah’a ulaşması! Mutlak Varlık olan Allah ile “varlıklar bütünü” arasında her daim bir açık kapı olarak duran dua ve ibadetlerin Allah tarafından kabulü veya reddedilmesi!
“Akaşik kayıtlar sistemi” Budizm’de “Ferdî akaşa” ve “Küllî (Sınırsız) akaşa” şeklinde bir tasnife tabi tutulmuştur. Buna göre, ferdin duyguları, algıları, zihnî oluşum veya süreçleri, şuur hareketleri veya seviyeleri, kültür, irfan ve idrak durumları, fizikî biçim veya formları ile ilgili olarak her ne varsa, daha doğrusu insanoğlunun temel faaliyetlerinden olarak duygu, düşünce ve iradî faaliyetlerinden neş’et eden her ne varsa, diğer bir ifadeyle de küllî iradenin hasrındaki cüz’i irade çerçevesinde tezahür eden tüm eşya ve hadiseler “Ferdî akaşa”da, küllî irade veya kader sırrına taalluk eden tüm eşya ve hadiseler ise “Küllî (sınırsız) akaşa”da kaydedilmektedir, kaydedilmiştir.
Batı teozofisinin kurucusu olarak da bilinen ve akaşa sözcüğünü modern literatüre kazandıran Helena PetrovnaBlavatsky’e(2) göre “ferdî akaşik kayıtlar”ın yanı sıra, her gezegenin kendine has ve hususi “gezegensel akaşik kayıtlar”ımevcuttur. Ki, Rudolf Steiner ve Edgar Cayce gibi ünlü medyum veya kâhinlerin dünya tarihinin bilinmeyen geçmişiyle (Atlantis, Yedi Kök Soy vs.) ilgili olarak aktardıkları bilgilerin bu “gezegensel akaşik kayıtlar”la irtibata geçerek aktardıkları ileri sürülür. Bu arada hemen şunu da söylemek gerekir ki, öngörü mahiyetinde de olsa, velev ki söylenenler doğru olsun, fark etmez, hadîs ile de sabit olduğu üzere, “bütün kâhinler yalancıdır.” Çünkü sözkonusu olan şey gaybidir ve gayb, -Allah’ın bildirdikleri müstesna!-, yalnızca Allah tarafından bilinebilir.
Spiritüalistler(3) “ferdî akaşik kayıtlar” yerine “serbest hafıza”(4) kavramını kullanırlar. “Sınırsız akaşa” kavramına ise hiç mi hiç sıcak bakmazlar. Çünkü; Spiritüalist anlayışa göre, bir vibrasyonun varlığını akaşik teorideki gibi ebediyen sürdürmesi maddî olarak mümkün değildir. Bu durum, spiritüalistlerin gerçek ruhçuluktan nasibli olmadıklarına da ayrıca delil teşkil eder! Aslında bu mevzu, yani “levh-i mahfuz” veya “kader sırrı”na taalluk eden tüm eşya ve hadiselerin kaydedilmişliği mevzuu (Kirâmen Katibin melekleri!), ancak ve ancak “gerçek ruhçuluk”, yani “ruhçuluğun hakikatini temsil eden İslâm” üzerinden vuzuha kavuşturulabilir. Yaşanmışlıklar veya tecrübeler üzerinden mevzuya bir bakıldığında, meselâ idmandan hasıl olan kas kuvveti, bahşedilen dünya hayatı üzerinden bir değerlendirmeye tabi tutulduğunda, yani ömür çerçevesinde düşünüldüğünde sürdürülebilirliği mümkün değildir. İnsan ölünce bütün maddî ve manevî kazanımları da, madde planında sona erer. Halbuki, ibadet çerçevesinde yapılan tüm idman veya ibadetlerden hasıl olan kazanımlar, meselâ namazdan hasıl olan sevab sonsuzluk arşivinde (Kiramen Katibin melekleri tarafından levh-i mahfuz’da kaydedilen olarak) saklıdır. Yine meselâ kurban kesme mevzuunda olduğu gibi, etlerin veya kanların madde planında Allah’a ulaşması mümkün değildir. Gerçi Allah bütün varlığa kendi varlığını nakşetmiştir hakikati dikkate alındığında, hiçbir şeyin zayi olmadığı veya kaybolmadığı da çok rahatlıkla görülebilir. Meselâ toprak “hak” mânâsınadır ve kurbandan akan kan toprakla buluşur, kesilen etler de topraktan yaratılan beden üzerinden tekrardan Allah’a ulaşır, ayrı mesele! Çünkü Allah, kendisine muhtaç olunan varlıktır! İnsan açısından icra edilen herhangi bir iş veya faaliyetin temel esprisi niyet ve amelde saklıdır. Niyet amelin ruhu, amel ise ruhun bedenidir. Niyet ve amelde emre itaat (farz) sözkonusu olduğunda, yani maksad Allah’ın rızası olduğunda tüm yapılanlar insan (Müslüman) açısından daha bir anlam kazanmaktadır. Meselâ Hac farizasını ele alalım. Hacca gitmek niyet ve amel üzerinden tamam olur. Bu tamamlık içerisinde meselâ kâbenin etrafından 7 kere dolaşmak mânâsına kâbeyi tavaf etmek farz ibadeti olarak kaydedilir. Demek ki, bedenî veya ruhî, aklî veya kalbî, maddî veya manevî tüm insanî faaliyetler müspet veya menfi (İslâmî literatürde haram veya helâl, hayır veya şer, diğer bir ifadeyle de günah veya sevab) olarak kaydedilmektedir. Bütün bunlar, Allah’ın verdiği ömür çerçevesinde, yaradılışın gayesine uygun olarak ve yine Allah’ın verdiği imkanlar dairesinde Allah’a ibadet veya isyan olarak kaydedilir. Tedaisi, İBDA’nın mânâlarından biri hâlinde, “kârı tamamen kullanana ait olmak üzere sermaye vermek.”
Evet; “Allah’tan geldik, dönüşümüz yine O’nadır” Mutlak Ölçüsü, bütün titreşimlerin sınırsız, dolayısıyla da sonsuz varlık olan Allah’a doğru bir akış halinde olduğundandır ki, kaybolması da muhaldir. “Her an bir şe’nde olan Allah”, “Sonsuz” ve “Mutlak Varlık”tır. Bu mevzuda, Üstad Necip Fazıl tarafından “başıboş arayışın mektebi” olarak tavsif edilen Batı felsefesinde, meselâ Hegel Diyalektiğindeki “Tez, Antitez ve Sentez” döngüsü ile Doğu hikemiyatında, -“Kün fe yekûn” meâli: “Ol” der, olur!” “Mutlak Ölçüsü”ne sımsıkı bağlı -, meselâ Batı felsefesinin de hakikatini aslına rucü’ ettiren olarak İBDA Diyalektiğindeki “kendinden zuhur” esprisine taalluk eden veçhesiyle, İmam-ı Rabbanî Hazretleri’nin, “Allah ötelerin de ötesindedir…” şeklinde devam eden Allah’ı tarif edişi ve İBDA Mimarı’nın “Ben Kimim?” istifhamı üzerinden “bulamamacasına arama” cehdi, müspet veya menfi cepheden iki uç örnek olarak verilebilir.
Spiritüel literatürde “ferdî akaşik kayıtlar” deyimi “akaşik kayıt sistemi” şeklinde de ele alınmaktadır. Bu, üst şuurumuza kaydedilen her türlü gözlem (müşahede, duygu), deney (tecrübe, düşünce) ve deneyimlerin (faaliyet, irade) yön bulduğu yer anlamında kullanılmaktadır. Topyekûn varlığa ait tüm geçmiş ve gelecek plan, program ve projelerin burada kayıtlı olduğu düşünülmektedir. Dahası, yaratılışın başlangıcından sonlanacağı zamana kadar gezegenimiz ve / veya tüm varlığın akıbet planı (mukadderat!) sözkonusu akaşık kayıtlar sisteminde kayıtlı olduğu düşünülmektedir. Tedaisi, Kaza ve kader çerçevesinde mekr-i ilâhî ve mukadderata yataklık eden olarak levh-i mahfuz!(5)
Manevî mertebeye sahip görücü veya müşahede makamı sahibi (nefs terbiyesi ekseninde altıncı his, tepe çakra, feraset, basiret, kısacası kalb gözü!) kişilerin (Hint mistisizminde Yoga-Guru, Hıristiyan mistisizminde Cizvit-Kilise Babaları, Yuda nesebinde Kabalizm-Haham, Felsefî literatürde Felsefe-Filozof, Batı teozofisinde Medyum-Kâhin, İslâmî literatürde ise Tasavvuf-Velî), bir çeşit üst vibrasyon (Fransızca’da, “titreşim”, İBDA Diyalektiği’nde ise, “sarsmak” mânâsından mülhem “zelzele”, “titreme”, “sarsılma”, “semah”, “cezbe”, “sayha”, “sur”, “kıyamet”, “ölüm”, “doğum”, “Ben Kimim?”) “kendini veya nefsini bilmek” boyutunu yakalayarak bu kayıtları inceleme imkânı elde ettikleri düşünülmektedir. “Kader sırrına eren rahattadır”, sözü malumdur! Başta Peygamberler olmak üzere, bazı dinî liderler ve tersinden veya düzünden nefs terbiyesi (idman, riyazet, dua, ibadet!) işi üzerinde olan bazı kimseler, geçmiş ve geleceğe dair bazı gaybi, diğer bir ifadeyle de bazı gizli bilgilere sahib olabilirler. Peygamberler ve buna bağlı olarak da İnsan-ı Kâmil makamında olan bir Velî için herhangi bir sıkıntı doğurmayan bu tür bir mevzuda, meselâ Ruhî veya psişik literatürde, dünden bugüne bazı medyum veya kâhinlerin geçmiş ve gelecek hakkında bazı gizli bilgilere ulaşabildikleri iddiası, sözkonusu bilginin muhtevası açısından çok sıkıntılı bir durumdur ve de tartışmalıdır. Medyum veya kâhinlerden tevarüs eden bilgilerin doğruluk derecesi amelî olarak tartışmalı olsa da, itikadî olarak “haşa sümme haşa / asla ve kat’a” şeklinde reddedilmesi gereken türdendir. Çok defa gizli varlıklardan (Allah’ın El-Latif(6) ismi mânâsı çerçevesinde beden-bedenî, ruh-ruhî, melek-melekî, cin-cinnî, şeytan-şeytanî!) devşirilen yalan-yanlış bilgilere ulaşılabildiği sözkonusudur. Meselâ halk arasında “yıldız kayması” şeklinde yorumlanan gökyüzü hadiselerinden bazılarının melekler arasında konuşulan mevzulara müdahil olmak isteyen şeytan ve cin taifesinin kovalanması şeklinde yorumlandığı sözkonusudur. Meleklerin konuşmalarından devşirilen bölük pörçük bilgiler, velev ki doğru olsun, bu tür gizli varlıklardan devşirilen bilgiler her daim sıkıntılı ve aldatıcı olmuştur. Şeytan ve cinlerin maskarası olmaya kadar giden durumlar sözkonusudur. “Gaibi Allah’tan başka hiç kimse bilemez” Mutlak Ölçüsü çerçevesinde bir değerlendirme yapmak icab ettiğinde, “Mutlak Ölçülerin Mutlak Tatbikçisi” olan Allah Resûlü buyuruyorlar (meâlen): “Bütün kâinler yalancıdır.” Allah Resûlü bu hadîsi söylerken bir kâhinin yarın yağmur yağacak demesi ve dediğinin çıkması üzerine, dahası evini su basması ve bir yanda suyu boşaltırken diğer bir yandan da, “Bütün kâhinler yalancıdır” meâlindeki hadîsi buyurması, bu mevzuda ne kadar hassas olmak lazım geldiğini gösterir. Ancak, bütün her şeye rağmen, meselâ “İstikbâl İslamındır” müjdesi çerçevesinde söylersek, İslâm üzerinden Müslüman istikbâlden de haberlidir. İstikbal geçmişin devamıdır. Hâl böyle olunca, geçmiş ve gelecek anda tecelli ettiğine göre, “anın hakkını veren” olarak bir Velî, geçmiş ve gelecekten de haberli olma imkânına kavuşur. Nitekim İBDA Mimarı, meâlen, “Gaybı Allah’tan başka hiç kimse bilemez, amma velâkin, gayb hissedilebilir hâle getirilebilir”, der. Bu mevzu, “siyaset koku alma sanatıdır” terkibine yol veren olarak firaset (koku alma, köpek, nefs, nefs terbiyesi!) ve basiret veya kalb gözü (üçüncü göz, epifiz bezi, akl-ı selim) üzerinden bir keşif, dolayısıyla da istikbâli koklama işidir. Bu çerçeveden olarak, “Bütün bir kâinat mimarisinin topoğrafyası” olarak tavsif ettiği “Tilki Günlüğü” isimli eseri hakkında İBDA Mimarı’nın, “Tilki Günlüğü bizim istihbaratımızdır” sözü çok mânidardır. “Şiir idrakı Kur’ân idrakıdır” çerçevesinde söylersek, bütün bir Büyük Doğu-İBDA külliyatı “şiir idrakı” üzerine bina edilmiştir. Büyük Doğu Mimarı’nın şairi tarif ederken orada kullandığı “Gaibi kurcalayan çilingir” ifadesi ise bu mevzuun hakikatini bütün haşmetiyle ortaya koyar. İBDA Mimarı’nın, “Necip Fazıl ve benden başka şiirde mânânın suretini bulabilmiş başka kimse yoktur” derken de, ne demek istediği daha iyi anlaşılmaktadır. “İyi, doğru ve güzeli temsil eden” olarak, “düşman oklarına hedef olmak” mânâsına İBDA Mimarı’nın “Telegram”a hedef olmasının biricik sebebi, “Bilgi güçtür” esprisi üzerinden rahmanî gücün karşısında Deccal taifesinin şeytanî güce sahib olmak iştiyakıdır. Deccal taifesinin İBDA Mimarı’na “Telegram” uygulamak istemesinin en büyük sebebini bu noktalarda aramak icab eder.
Akaşa sınırsız bir arşivdir, dedik. Bu çerçeveden bakıldığında akaşa, “hafiza-ı beşer” olarak da tavsif edilebilir. Tedaisi, “Abdülhakîm Koltuğu” veya “Beşer zekasının sekreteri İBDA!”… Sözkonusu arşivde tüm geçmiş ve gelecek kayıtlıdır, dedik. “Bâtının zahire çıktığı bir zaman diliminde yaşıyoruz” diyen İBDA Mimarı’nın düşmanları da (Deccal taifesi) bundan nasipli gözükmektedir. Nitekim “aksiyonlarını da bizler alıyorlar” sözü bu tür bir mânâyı ihtar eder bir mahiyettedir. Derinliğine bir araştırma yapıldığında aslında teknik-teknoloji denilen insanî çabanın derinliğinde tasavvufî hakikatler, tecrübeler veya yaşanmışlıklar, diğer bir ifadeyle de Velî menkıbeleri olduğu çok rahatlıkla görülebilir. Meselâ “Telegram” denilen hadise (fenomenoloji!), Velî’nin kalbten geçeni okumasının bir tür muadili gibidir. Teknik-teknolojik imkânlar üzerinden zihin kontrolü veya düşüncede meydana gelen bilginin okunması (kalbden geçen bilginin değil!), “Telegram”dan başlıca maksaddır. Bu tür bir okumanın titreşimler (elektromanyetik dalgalar) üzerinden yapılıyor olması da ayrıca çok dikkat çekicidir. Diğer taraftan, internet ortamında Google gibi arama motorlarının Facebook ve Twitter gibi sosyal paylaşım sitelerinin muhtevası, kadüsedeki yuvarlak halka veya esîri üzerinden “hafıza-i beşer” iddiası ile örtüşmektedir. Deccal taifesinin Kristal Krallık hayali güden İllimünati kanadının sembol dünyasında “üçüncü göz” veya “biri bizi gözetliyor” esprisini de iyi okumak gerekiyor. Bu mevzu, “rol çalma” ile geçiştirilebilecek bir mevzu olmanın çok ötesinde bir anlam taşıyor. Metafizik bir savaşın tam ortasında olduğumuz tez elden anlaşılmalı ve bu savaşta, imanın korunmasının “elde ateş korunun tutulması” hadîsi dikkate alınarak pozisyon alınmalıdır.
Dipnotlar
1-Teozofi, “tanrı” ve “bilgi” kelimeleri birleştirilerek türetilmiştir. Kelime Grekçe’de “tanrı” anlamındaki “theos” sözcüğü ile “ilâhî bilgelik, bilgi” anlamındaki “sophia” (sophos) sözcüğü birleştirilerek türetilmiştir. Bir yandan ezoterik ve ökült tradisyonlara, bir yandan sezgisel medyumlukla alınan bilgilere dayalı bir felsefî sistemdir. Günümüzde teozofi denildiğinde, öncelikle, kaynağını esas olarak Hint mistisizminin insan ile evren ve Tanrı arasındaki ilişkileri açıklayan felsefî denebilecek Hint teozofisinden almış olmakla birlikte Batı teozofisi akla gelir.
2-Helena Petɾovna Blavatsky ya da Helena von Hahn (d. 12 Ağustos 1831 Yakateɾinoslav, Rusya İmpaɾatoɾluğu (Şimdiki Dnipɾopetɾovsk, Ukɾayna) - ö. 8 Mayıs 1891, Londɾa) Rus Okültist, Teosofi Deɾneği'nin kuɾucusu ve Teozofi'nin batıda yaygınlaşmasını sağlayan kişidiɾ. Madam Blavatsky diye de biliniɾ. 31 Temmuz 1831'de Ukɾayna'da doğmuş ve 8 Mayıs 1891'de Londɾa'da ölmüştüɾ. 1848'den 1858'e kadaɾ dünyayı dolaşmış, 1873'te New Yoɾk'a göç etmiştiɾ. 1878'te de Ameɾikan vatandaşı olmuştuɾ.
3-Spiritüalizm ya da öte âlemcilik terimi Latince “ruh” anlamına gelen “spiritus” sözcüğünün sıfatı “spiritualis” sözcüğünden türetilmiş olup ruhçuluk anlamında kullanılmaktadır. Türkçede tinselcilik olarak da adlandırılmaktadır.
4-“Serbest hafıza”, Neo-spiritüalist terminolojide kullanılan bir terim olup, “ruhun şimdiki ve geçmiş yaşamlarına ait her şeyin kaydedilmiş olduğu, serbest şuurun bildiği ve kullandığı hafıza” olarak tanımlanır. “Bağlı hafıza”nın beyne bağımlı durumda çalışan ve geçici bir hafıza olmasına karşın, “serbest hafıza” fiziksel beden veya onun bir organı olan beyin olmadan da mevcudiyetini sürdüren, perisprital ve ebedi (kalıcı) bir hafızadır. Avrupalı metapsişikçiler serbest hatırlama fenomenlerini kriptomnezi (“gizli hafıza”) adı altında incelemektedir. Birçok metapsişikçi gibi, kimi zihinsel rahatsızlıkların önceki reenkarnasyonlardan kaynaklandığını düşünen Joan Grant ise 1960’lı yıllarda serbest hafızayı adlandırmak üzere “uzak-bellek” anlamına gelen far-memory terimini ortaya atmıştır. Geçmiş yaşamlara ait kayıtlara Teozofi’de akaşik kayıtlar adı verilir.
5-Levh-i mahfuz, olmuşların ve olacakların, zamandaki bütün anların ve mekândaki bütün varlıkların, kısacası, her şeyin yazılı bulunduğu bir ilâhî muhafaza levhası; ilahî ilmin aynası, kaderin defteri, kâinatın programıdır… Levh-i mahfuzun insandaki küçük örneği, “hafıza”dır. Hafıza, başımızdan geçen olayları, gördüğümüz yerleri, tanıdığımız insanları, duyduğumuz sesleri, tattığımız tatları, hayatımız boyunca edindiğimiz bütün intibaları, öğrendiğimiz bütün bilgileri içine alır, ama yine de dolmaz… Hafıza, zekanın hazinesi, tefekkürün sermayesi, benliğimizin tarihidir. Ruhumuza takılan en değerli cihazlardan (ruhî kabiliyet) biridir. Hafızasız bir zeka işimize yaramaz. Çünkü biz, eskiden öğrendiklerimize dayanarak düşünürüz… Hafızanın bir de ebedi hayatımıza bakan yönü vardır. Hafıza, bir senet, bir vesika, bir belgedir. Ahiretteki muhasebe vaktinde, dünyada işlediğimiz sevapları ve günahları göstererek bize şahitlik eder… Nasıl insanın başından geçen bütün olaylar hafızasında yazılıyorsa, kâinattaki bütün olmuş, olan ve olacak olaylar da o büyük hafızada yazılıdır. Her iki “levha”da da Rabbimizin “Hafîz” (koruyan, muhafaza eden) ismi tecelli eder… Her şeyin Levh-i Mahfuz'da yazılmış olduğu gerçeğini bazı kimseler akıllarına sığıştıramazlar. “Yazılma” denilince “harf harf kaleme alınmayı” anlamak eksik olur. Genlerin dizilişi yazı yazmadan çok farklı. Hafızanın bir şeyi kaydetmesi de daktiloyla yazmaya benzemiyor. Bir teyp bandında yahut video kasetinde de sözler ve olaylar kalemle kaydedilmiyorlar… İşte her şeyin ve her hadisenin, “Levh-i Mahfuz’un defterleri olan İmam-ı Mübîn ve Kitab-ı Mübîn’de yazılması” bunların çok ötesinde bir keyfiyetledir. Bu kaydın da harflerle, kelimelerle alakası yoktur. (https://sorularlaislamiyet.com/levh-i-mahfuz-ne-demektir-0)
6-Latif isminin 2 manası vardır: 1- Çok lütufkâr ve lütfu bol olan manasına gelir. 2- Bütün gizli işlere vâkıf olan ve ilmiyle her şeyi kuşatan manasına gelir. Allah-u Teâla bu iki manayla Latif’tir.
Baran Dergisi 615. Sayı