(Geçen sayımızda İran’da İslâm fetihlerinden evvel kurulmuş Mecusî vakıflarını incelemeye başlamıştık. Bu sayımızda kaldığımız yerden devam ediyoruz.)
Kişi, vakıf veya benzeri bir hayır işi gerçekleştirdiğinde, ya karşılık gözetmeden veya karşılığını Allah’tan umarak gerçekten bir hayır işi yapmayı ya da namının sürmesini, kendisine ve çocuklarına bazı menfaatleri temini, yine aynı zamanda göstere göstere bir “iyilik” yaptığından övgülere mazhar olarak nefsini okşatmayı/egosunu tatmini hedeflemektedir. Tabii her durumda olduğu gibi üçüncü bir şık daha var: Bu iki zıtlığın, yani gerçekten hayır işi yapmakla nefsi tatmin arasında, aslında kişinin kendi maneviyatına tam hâkim olamadan yaptığı iyilikler var. Herkesin kalbindekini Allah bilir, biz zevahire bakarız. Ancak bu söz İslâm dairesi içinde bulunanlar için geçerlidir. İslâm dairesi dışında bulunanlar, her ne kadar kendileri halisane niyetlerle iyilik ettiklerini düşünseler de, yaptıkları hayır işlerini belli bir nisbete bağlayamadıklarından, en nihayetinde nefsanî yönleriyle tezahür etmektedirler.
Herkesin kendi tecrübesiyle bildiği üzere, başıboş, nisbetsiz davranış olamaz. İnsan, yapıp ettiklerinde anlam arar, yoksa anlamlandırmaya gayret eder. Rutindir, içgüdüseldir, refleksatif hareketlerdir vs. biçiminde tavsif edilen davranışlarda dahi psikologlar bir arka plan aramıyorlar mı? Bunları, yanlış ya da doğru, belli merkezlere bağlama çabası içinde değiller mi? İnsanın şuurlu bir varlık oluşu, onun en mümeyyiz hususiyetidir. Diğer taraftan, şuurumuzun dışına itilen veya bir şekilde şuurumuzda kendine yer bulamayan ve “şuuraltı” diye tanımlanan olguların, insan davranışlarındaki tesiri ise inkâr edilemez. Modern psikolojinin ilgisi de işte bu “şuuraltı” sahasına teksif olunmuş durumdadır. Hülasa, ruhun (nefsin, libidonun vs. adını ne koyarsanız koyun) asıl faaliyet gösterdiği alan, kişinin şuurlaştıramadığı şuuraltıdır. Öyle ki, inanan bir insan dahi inancının sıhhatini şuurlaştıramaz; ancak aksiyonda tezahür ettiğinde görebilir gerçekten inanıp inanmadığını. Yine yapıp ettiği iyi işlerle ruhunu maddî kirlerden arındırmayı mı amaçlamaktadır, yoksa nefsinin kibir sobasını daha da bir harlandırmayı mı? Bunun bile çoğu zaman “farkına varamaz.”
Neticede bulanık bir hüviyeti haiz insanın yaptığı objektif iyilikler bile, kalben doğru nisbeti bulamadığında –bu mânâda nisbetsizlik mümkün değil- kendine de, içinde yaşadığı cemiyete de bir fayda sağlamaz. Bu vaziyeti, kendini Müslüman addeden birçok kişi için de söylüyoruz ve işin doğrusu kendimizi de istisna tutmuyoruz; kaldı ki, İslâm’a TERSİNDEN NİSBETLE anlam kazanan İslâm dışı olanların hayır işleri tamamen bu kapsam içinde… Onun için İbda Mimarı’nın “herkesin hakikati kendine; hakikatin hakikati nerede?” sualine bir külliyat halinde verdiği cevaba SAHİDEN NİSBET kurmadan bir verim elde edilemeyeceği uyarısını yaparak mevzuumuza dönelim.
Geçen hafta Mecusî vakıfların tesis ve işletilmesine dair bazı hususiyetlerine değinmiştik. Şimdi de Mecusîlikte vakıf yapan kişinin vasıflarının ne olması gerektiğine ve Mecusî vakıflarının sermaye ve akar tablosuna bakacağız. Bu arada, yazımızdaki “Madeyan” (Bin Hüküm) isimli kanun kitabına dair iktibasları Amerika’da basılmış ve İran ile civarı kültürleri konu edinen “Encyclopedia Iranica” isimli kaynaktan aldığımızı söyleyerek, bu hususu soran okurların merakını giderelim.
Madeyân’da vâkıfın haiz olması gereken vasıflarla ilgili açık bir bilgi bulunmamaktadır, ancak Christensen’e göre başka bir kanun kitabında (Dadesten-i Denig) sayılan sıfatların vâkıfta da bulunmasını beklemek hata olmaz. Buna göre vâkıf, büluğ çağında, Zerdüşt dinine inanan, Şehinşah’ın tebâsı ve büyük cürümlerden herhangi birini işlememiş bir kimse olmalıdır. (Arthur Christensen, Avesti ve Pehlevi Kanun Kitabları, sh. 102) Kısacası, Mecusî yasalarına göre vakfı yapan kişi, ne yaptığının bilincinde olan ve bu hayrı yapma salahiyetine erişmiş bir kişi olmalıydı. İslâm’da da vâkıfta bazı şartlar aranmaktadır ve bir kısmı yukarıda zikrettiklerimizle şeklen paralellik arz etmektedir. Yine Madeyân’a göre kadınlar da vakıf kurabilirler ki, bu da İslâm’daki vakıflarla, en azından zarf olarak Mecusî vakıflarının benzer özelliklerinden birisidir.
Mecusî vakıfların malî yapısı, diğer medeniyetlerdeki vakıf kurumlarıyla da benzerlik göstermektedir. Meselâ vakfın esasını oluşturan ana mülk konusu, geçen sayılarımızda işlediğimiz Hindu ve Budist vakıf teşekküllerini andırmaktadır. İşin doğrusu, İran, uzun bir süre kültür olarak Hint alt kıtasının Batı yönündeki bir uzantısı fonksiyonunu icra etmiştir. Yani İran kurumlarında Hint tesirlerini görmek bizim açımızdan hiç de şaşırtıcı değildir. Hintlilerle Perslerin “dünya algısı” belli bir döneme kadar birbirlerine paralel bir gelişme seyri izlemiştir diyebiliriz.
Mecusîlere göre, vâkıf tarafından dinî maksatlarla ayrılan mülk, umumiyetle bir sermaye veya arazi ile bunlardan husule gelecek akardan oluşmaktaydı. Tercihan vakfın sermayesi, verimi yüksek bir mülk olmalıydı: İşlenmiş veya işlenmeye namzet tarlalar, bağlar, bahçeler, bostanlar, vs. Şapur I’e ait kitabelerde, vakfedilebilecek mülkler arasında menkul mallar, bilhassa da büyükbaş hayvanlar zikredilmektedir. Vakfa konu ana mülkün veya malın bakımı, vergilerin ödenmesi ve vakıf mütevelli giderlerinin karşılanması, tabiatı icabı, vakfın ana mülkünden değil, bu mülkten elde edilen gelirlerle gerçekleştirilebilirdi; vakfın ana sermayesi dokunulmazdı. Bu mülkü devretmek veya suiistimal etmek kesinlikle yasaktı. (Madeyân, böl. 1, sh. 35) Bu ve benzeri zorunlu masraflar karşılandıktan sonra kalan para, vâkıfın arzusu istikametinde dinî maksatlar için kullanılmaktaydı: İhtiyaç sahiplerine yardım, vâkıfın ruhunun selâmeti için kurbanlar kesilmesi, törenler düzenlenmesi, ayinler yaptırılması vs.. Gelirin bakiyesinin tasarruf hakkı, vâkıf ile onun ailesinde veya vakıf ilâmında ismi geçen lehdar ile onun intifâ hakkına sahib mirasçılarında bulunmaktaydı.
Bundan başka, hiçbir gelire müsaade etmeyen vakıflar da mevcuttu. Böylesi vakıfların masraflarının karşılanması için vâkıfın bıraktığı bağışlar kullanılmakta, vakfın sermayesi de vergilere, mülkün bakımına ve mütevellinin maaşına ayrılan kısımdan kalan bakiyeden ibaret bulunmaktaydı. Fakat “Ateş tapınakları”nın kendilerine gelir getiren mülkleri vardı. Bunlar, “Ateş’in malları” veya “Ateş’in” diye tesmiye olunan mülklerdi. Kâbe-yi Zerdüşt (İran’da, Persepolis’in 12 km kuzeybatısında, Nakşı Rüstem sitesinde bulunan ve üzerinde kitabeler işlenmiş olan kaya) üzerine yazdırdığı kitabesinde Şapur I, bir kısım mülklerinin gelirlerini Ruvanegân olarak tesis ettirmiş bulunduğu beş ateş tapınağına bağışladığını söylemektedir. Bu mülklerin ne kadar olduğunu, masraflardan arta kalıp vâkıfa veya ailesine geri ödenecek miktarın nasıl kullanılacağına dair talimatlarından anlamaktayız. Burada artan miktar yıllık 1000 baş davarı bulmaktadır. (Back, Sasânî Devlet Kitabeleri, sh. 335-38) Ebediyen yanması gereken kutsal ateşler de “Ateş’in Hizmetkârları” (Bendegân-ı Ateş) isimli ve maaşları bu tarz vakıfların kesesinden karşılanan rahip ya da sivil kişilerin gözetimi altında bulunmaktaydı.
Sasânî hukuk terminolojisinde, kamu yararı gözeten, köprü ve mabed gibi halkın genel kullanımına açık vakıflarla, asıl maksadı vakıf sahibinin soyundan gelenlerin geçimini temin olan aile vakıfları arasında herhangi bir ayrım yapılmamaktaydı. Her ikisinin tesisi için de hükümdar onayı gerekmekteydi. Kamu yararı için yapılmış bir vakfın kalıntıları halen İran’ın Firuzabad şehrinde bulunmaktadır. Başvezir Nareş’in yaptırdığı bir köprüden ibaret olan vakıf, 5. Asırda tesis olunmuştur. Köprünün vakfiyesinde, Nareş tarafından kendi ruhunun selameti için yaptırıldığı yazılıdır ve kullanan herkesin onun ve çocuklarının ruhuna dua etmesi istenmektedir. (Henning, Firuzabad Yazması, sh. 98-102) Aynı Nareş, kendisinin ve oğullarının ruhlarının kurtuluşu için, içinde ateş tapınakları inşa ettirdiği dört adet köy kurdurmuş, bu köylere, gelirleriyle tapınakların bakımı yapılsın, rahiplerin maaşları ödensin diye de üç büyük bahçe vakfetmiştir. Miladî 10. Asırda, yani Nareş’ten neredeyse 7 asır sonra yaşamış tarihçi Taberî, ateş tapınakları ve bahçeleri de dâhil olmak üzere bu köylerin halen Nareş’in sülbünden gelenlerin tasarrufunda bulunduğunu ifade etmektedir. Taberî’nin bu sözlerinden, Mecusî vakıflarının dindarlık haricindeki başka bir maksadını daha görmekteyiz: Yukarıda da bahsettiğimiz üzere, kişinin kendisine ve soyundan gelenlere bir gelir temin etmek istemesi. Dinî vakıflar, hükümdarın veya diğer devlet görevlilerinin zaman zaman gerçekleştirdikleri müsadere işleminden masun tutulmaktaydılar. Aile vakıfları da, dinî vakıf kisvesi altında, hem dokunulmaz kılınmakta hem de aileye gelir temin etmekteydi. Vakıf malları, o ailenin mülkiyetinden sayılmayı sürdürmekte ve miras bırakılabilmekteydi. Her ne kadar vakıf üzerinde vakfiye hilafına bir tasarrufta bulunmak veya hukukî statüsünü değiştirmek haklarından mahrum bulunsalar da, mülkiyetlerinden çıkmamaktaydı.
Vakfı kuran kişi, eğer isterse, mütevelli olarak bir kadını da tayin edebilirdi. (Madeyân, böl. 1, sh. 27) Vakıfların kayıtları, dinî kuruluşlar arşivi (divan-ı kerdagân) denilen bir devlet dairesi tarafından tutulmaktaydı. Bu daire, aynı zamanda ateş tapınaklarının mülklerinden de sorumluydu. Madeyân’a göre “rad” (başrahip), Kutsal Ateş’e ait malların ve bu malların gelirlerinin idaresinden birinci derece mesuldü. Bu malların ve gelirlerinin hesapları, Harizmî’nin de zikrettiği “Kutsal Ateş Hesap Cetveli”nde tutulmaktaydı. (Harizmi, Mefatih-ül Ulûm, sh. 118) Fakat Mecusî vakıflarının genel ağırlığı, Kutsal Ateş’e ait olanlar değil, Nareş misalinde verdiğimiz aile vakıfları yönünde idi.
Kimi müsteşrikler, Müslümanların kurduğu vakıfların kaynağını İslâm’dan başka bir yerde, mesela Bizans veya Mısır’da, arama çabalarına, geçen sayıdan beri değindiğimiz Mecusî hayır kurumlarını da katmışlar ve aralarındaki kimi benzerliklerden yola çıkarak Müslüman vakıflarının eski İran vakıflarından kopya edilerek veya en azından esinlenerek kurulduğunu iddia etmişlerdir. Yapılan iş doğru olduktan sonra neyin neye kaynaklık ettiği meselesi bizim için çok büyük bir ehemmiyet arz etmese de, ilim haysiyeti adına şu hususun altının çizilmesi lazım gelmektedir: Müslümanların tesis ettiği hiçbir KURUM veya KURULUŞ, şeriata aykırı olamaz; sıhhatini şeriata uygunlukta bulur. Şeriatın cevaz vermediği hiçbir şeyin Müslümanlarca kabulü mümkün olmadığından, Müslümanların tesis ettiği şekliyle vakıf müesseseleri tamamen İslâmî’dir. Başka bir medeniyette veya dinde benzerinin bulunması, Müslümanları bağlamaz. Sırf onlarda var diye kaynağı şeriat olan bir müesseseyi terk etmeyecekleri gibi, şeklen birbirini andıran kurumların veya şeylerin, mahiyette tamamen farklı olabilecekleri aşikârdır. Kitab olma yönünden, çok yüksek değeri haiz bir ilim kitabı ile içinde mesela ahlâka mugayir yazıların bulunduğu bir kitab ortaktır; ama içerik açısından aralarındaki fark inkâr edilemez. Kısacası sırf bazı şeklî unsurlar benziyor diye, şu şunu şuradan bu bunu buradan almıştır tarzı yaklaşımlar, ancak küt kafalı Batılı müsteşriklere ve onların içimizdeki mukallitlerine has olabilir. Peygamber Efendimiz’in (SAV) “İlim Çin’de bile olsa gidip alınız.” hadis-i şerifi bu mevzûda temel ölçümüzdür. Şeriate aykırı hakikat olamaz ve bütün hakikatler Müslüman’ın ÖZ malıdır; o hakikatin nerede tezahür ettiği meselesi Müslüman açısından talî bir konudur.
İşin bu yönüne, İslâm öncesi ve İslâm dışı vakıflar bahsini bitirdikten sonra ayrıntılı bir şekilde değineceğimizden şimdilik bu kadarla yetinmekteyiz.
Önümüzdeki hafta, vakfın çeşitli medeniyetlerdeki gelişimini incelemeyi sürdüreceğiz.
Baran Dergisi 427. Sayı