İlk Sorgu
13.11.1992 Cuma günü akşam saatlerinde, Terörle mücadele Şubesi ve Karakol Ekipleri tarafından bulunduğum semt çevriliyor. Etrafta 4-5 ekip aracı var, diğer sokaklarda tutulmuş vaziyette. Bulunduğum yerden çıkıp yolda yürürken ellerinde silâh 10 kişi kadar sivil ekip üzerime geliyor ve bir müddet sonra yakalanıp bir arabanın içine bindiriliyorum. Orada olduklarını zannettikleri hücre evini soruyorlar. Hiçbir cevap vermiyorum. Sokakta bir şey yapmak istemiyorlar. Hemen yakındaki bir binayı çeviriyorlar ve zillere basıyorlar. Cama çıkan birisi “Polisseniz ne olacak, size kapı açmıyorum!” diyor. Adam zar-zor ikna ediliyor ve kapı açılıp apartmana dalıyorlar. Bir şey elde edemiyorlar. Doğru tarafa götürüyorlar beni. Üzerimdeki anahtarları alıyorlar. Ben arabada, başım iki koltuk arasında eğik vaziyette beklerken bu saatte kapalı olan hanı açtırıyorlar ve Dergiyi kedi başlarına basıyorlar. Beni de kelepçeleyip bir minibüse bindiriyorlar ve doğru İşkence Şubesi’ne…
Gayrettepe’deki İşkence Şubesi’ne varınca önce üzerimden çıkanları bir zabıtla teslim alıyorlar. Gözlerim devamlı bağlı ve zabıtla imza atarken biraz açılıyor.Saat 23.10, biraz ayakta bekledikten sonra beni binadan çıkarıp doğru işkencehaneye alıyorlar. Ve hemen işkence faslı başlıyor. Anladığım kadarıyla odada kalabalık bir işkenceci grubu var. 10-15 kişi olabilir. Biri girip, biri çıkıyor; kimi konuşup, kimi susuyor. Hallerinden beni bayağı özledikleri (!) belli oluyordu. Hemen Taraf Dergisi’nden açılıyor. Benim ve diğer arkadaşların işkence şubesinden gördüklerinden anlaşılan o ki Taraf Degisi’nin yayınından işkenceci polisler bir hayli etkilenmiş idi ve her fırsatta bunu dile getiriyorlardı. Ve derginin sahibi ve yazı işleri müdürü karşılarındaydı.
Kısa tartaklamalardan sonra üzerimi çıkarmamı istiyorlar. Bir harekette bulunmayınca tekrar ikaz ediyorlar; soyunuyorum ve duvara doğru döndürülüyorum. Biri, Körfez Savaşında’ki Amerikan Politikalarına karşı olduğu için gözaltına alınıp işkence gören Salih Mirzabeyoğlu’na yapılanlar için Taraf’ın manşetlerini kastederek, “Özal indirilsin vatana ihanetle yargılansın dersin ha!” diyor ve ilave ediyor: “Bağımsız Birleşik İslâmi Devlet ha!” Bu slogan aynı sayının kapağı idi. Ben de soruyorum: “Bunun için mi buradayım?” Hiç birinde ses yok..
 Oda çok kalabalık, vızır vızır işliyor; biri girip biri çıkıyor. Çırılçıplak vaziyette, iki kolumu açıp boydan boya bir tahta veya benzeri bir şeye sıkı sıkı bantlıyorlar ve iki dolap arasında düz askıya alıyorlar. Cinsel organ ve ayak parmaklarıma bağladıkları kablo ile ceryan veriyorlar. Bu arada ayak bileklerime bağladıkları kelepçe benzeri bir aletle bileklerime baskı yapıyorlar; kırılacak gibi oluyor. Ceryan verilirken üzerime su dökülüyor. Zamanla da omuzlarım kopacak gibi oluyor.
-Ali Osman nerede?
-Bilmiyorum
-Nasıl bilmezsin?
İşkence seansına şiddeti artarak devam ediyor. Sorular peşpeşe geliyor.
-Ortak hücre eviniz nerede?
-Böyle bir şey yok.
-Haraç topluyormuşsun?
-Benim buna ihtiyacım yok.
Sorular mütemadiyen sürüyor.Daha sonra kollarım askıdan dolayı uyuşuyor; bunun üzerine indiriyorlar. Kollarımın uyuşukluğu geçmesi için hareket ettiriyorlar. Bu arada işkence kafirlerin hakaretleri devam ediyor. Her fırsatta Taraf Dergisinde işkenceciler hakkında yazılanları bana hatırlatıyorlar. Yani intikam alıyorlar. Öyle ki, “yasal bir derginin muhatabı basın savcısıdır. Suç ifadesi varsa toplatılır, takibata geçer” bile diyemiyorum. Hoş desem de bir faydası olmayacaktı zaten.
Kollarımın uyuşukluğu geçtikten sonra; bu sefer kollarım daha sıkı bağlanarak askıya alınıyorum. Aynı şekilde cereyan verme ve ayak bileklerime kelepçe ile baskı devam ediyor. Aynı sorular soruluyor ve bir netice alınamayınca, devam ediyorlar... Kollarım tamamen uyuşunca askı müddeti doluyor, indiriyorlar. Kollarımı hareket ettirmemi söylüyorlar.
Daha sonra sandalyeye oturtup İBDA Cepheleri hakkında bilgi istiyorlar. Dergide yazan bilgileri söylüyorum. Not alıyorlar. Sorgulama esnasında, “mantar gibi cepheler bitiyor, biz bile şaşırıyoruz” diye itirafta bulunuyordu işkenceciler. İBDA-C ULTRA FORCE ismi dikkatlerini çekiyor. Ne manaya geldiğini soruyorlar konuşmalar esnasında İBDA-C KİP, İBDA-C REF REF, İBDA-C GENÇ ADAM, İBDA-C SİAR, İBDA-C KÜRDİSTAN, İBDA-C ŞARK, İBDA-C ULTRA FORCE, İBDA-C DSH (Devrimci Safi Hareketi), İBDA-C  İGO (İhtilalci Gençlik Ordusu) gibi cephelerin adı geçiyor. Kimi legal, kimi illegal ve birbirinden bağımsız cepheleri birbirine karıştırıp soruyorlar.
Taraf’ın 13. sayısındaki “İBDA-C nedir?” yazısını ezberlemişler. Ben İBDA-C’yi izah ederken hemen o yazıdan delil getiriyorlar. Meselâ: Bazı eylemleri sorduklarında, “İBDA’da cepheleşme var, isteyen istediğini bağımsız olarak yapar” deyince; “kendinden zuhur diyalektiği değil mi?” diye hemen iştirak ediyorlar.
Bu sohbet (!) bir müddet devam ettikten sonra soğuk duş faslı başlıyordu. Bu işkence esnasında da aynı sorular devam ediyordu. Bir ara din adına ahkâm kesmeye, İslâm’dan dem vurmaya başladılar. İşkencecilerin içlerinde namaz kıldıklarını söyleyenler oluyordu. Bir de bana, “namaz kılıp kılmadığımı, günde kaç vakit kıldığımı” soruyorlardı. Kemalist devleti tahkim için bol küfürlü ağızlarıyla dini alet ediyorlardı. Kızdıkları an ise malum tavırlarını gösteriyorlardı. Bu iğrenç adamların ağzından dinî mefhumların istismar edilmesinden tiksiniyorum.
Amerikan uşağı T.C.’nin hizmetkârları, şeriata dayalı Büyük Doğu devleti kurmaktan dolayı operasyon düzenleyip bu hususta bana işkence ederken bir de dinden dem vuruyorlardı. Bu da işkencenin başka türlüsüydü.
İşkence altında, çektikleri bu nutukları dinlemek zorunda kalıyordum. “İslâmla sizin ne ilginiz var! Anayasanızda Allah kelimesi bile geçmiyor. Lâiklik İslâm karşıtlığıdır” demeye fırsat bırakmıyorlardı… Birisi şunu diyordu: “Devlet lâik olur, fertler ise istediği gibi olur.” Karşılarında lâik olmayan birinin olduğunu unutuyorlardı bu sözü söylerken. Devlet fertlere karışıyordu, “lâikliğe karşı gelme” diye hem de işkence tezgâhında…
İBDA’ya ilgi duyan büyük bürokratlardan bahsedilirken Anayasa Mahkemesi üyesi Haşim Kılıç’ın adı da geçiyordu. Kumandanla geçmişte olan arkadaşlıklarını bildiklerini belli ediyorlardı.
Taraf’ta geçen, “Maraş’ta Kontgerilladan Camiye Bomba mı?” haberine binaen soruyorlar:
-Kontgerilla ne demek?
-Devletin gizli gücü…
-Yani, polis diyorsun.
Hemen anlamışlardı. Tasdik mânasında sükût ediyorum. Yine soruyorlar:
-Niye camiye bomba koyacağız?
-Provokasyon için…
-Ne biliyorsun biz yaptık?
-Failleri bulunamazsa bu iddiamız geçerlidir.
-Bir-iki manyak bomba atmıştır, yakalanamadılar diye bize mi kalacak?
“Devlet güçlüdür, devletin eli-kolu uzundur” diye devamlı propaganda yapan işkenceciler nedense burada ağız değiştiriyorlar; bir iki manyağı yakalamayacaklarını söylüyorlardı. Acaba neden? Bu mevzu konuşulurken şunu hissettim ki, sorgulanan taraf psikolojisine onlar bürünmüştü. Yani bir nevî suçluluk psikolojisinde idiler… Bir iki manyağı bulamayan polis ya da kontgerilla…
Her türlü aşağılık teklif, şantaj ve tacizlerle İşkence Şubesi’nde kaldığım on beş gün boyunca karşılaşıyorum. Gözaltında kaybetme tehditleri, kalçamda cop gezdirme, vs. sayabileceklerim. Sık sık, gözaltında on beş günden fazla tutabileceklerini söylüyorlardı ki bu operasyonda bunu gördük. İlk alınan arkadaştan başlamak üzere 18 gün şubede tutulduk. (Ben üç gün sonra alındığım için 15 gün şubede kaldım)
Soğuk duşa devam ediyorlardı. Acaba sabah olur mu diye merak ediyorum; sabah olunca beni bırakacaklarını düşünerek; göz bandından gündüz mü gece mi olduğunu anlayamıyorum. Bir yandan sorular devam ediyordu. İstihbaratı zayıf polis yakaladığı kişilerden işkence zoruyla bilgi almaya çalışıyordu. Böylece polis ve MİT kendi vazifelerini yakaladığı kişilere yaptırmak istiyordu. Ali Osman hakkında elde edemedikleri istihbaratı benden almaya çalışıyorlardı.
İlk geceki sorgu bitip aşağıya hücrelere indirildiğimde çoktan sabah olmuştu. Saat 8.30’du. Su istiyorum vermiyorlar. Bir hücreye konuyorum. Hücrede su olmasına rağmen cereyandan sonra su içmenin böbreklere zararlı olduğunu düşünerek bir müddet içmiyorum. Hücredekiler beni görünce toplanıyorlar ve bana yer açıyorlar. Biraz uzanıyorum, bir iki saat sonra uyanıyorum. İşkencede ayak bileklerime takılan kelepçeden dolayı ayaklarım şişmiş, üzerlerine basamıyorum. Bundan dolayı diğer hücrelerdeki arkadaşlar namaza çıkmasına rağmen ben çıkamıyorum. Teyemmümde olduğum yerde namazımı kılmaya çalışıyorum. Namaza çıkmadığımı öğrenen arkadaşlardan Metin Aslantürk selâm gönderip, nasıl olduğumu soruyor. Ertesi gün namaza çıkıyorum, görebildiğim arkadaşlarla helalleşiyoruz. İyi olduğumu söylüyorum. On kişi kadar olmuştuk.
O zor şartlar altında ve davanın istediği çapı düşünerek, İşkence Şubesi’ndeki günlerimde ağzımdan hiç eksik etmediğim dua şu idi:
“Ya Rabbi bizi İslâm İhtilâl-inkılâbını gerçekleştirmenin madde ve mânâ şartlarına erdir.” Amin…
MİT’Ten İtiraf
İkinci gece yine yukarıya alınıyorum. İtiş-kakıştan sonra beni bir zevatın (!) karşısına çıkarıyorlar. Yine oda kalabalık. Sesini değiştirerek konuşan bu zevat (!) MİT mensubu. Diğerleriyle farklı bir üslûbu ve tarzı var. Beni, Irak ziyaretimle ilgili sorguluyor. Verdiğim cevapları yazıyor, elindeki notlardan bana bazı şeyler soruyordu. Amerika ile savaşan Irak’ın yanında yer almamız T.C.’nin zoruna gidiyor ve bu hususta işkence ile karışık sorgulanıyordum.
“-Niye Irak’a gitmişim?”
Batı ülkelerine veya Amerikancı Müslüman ülkelere gitsem mevzuu olmayacaktı; ama Amerika ile harbeden Irak’a niye gitmiştim. Aslında bu soruyu CIA sorsa belki normaldi; fakat MİT soruyordu: Irak ve Saddam’la ilişkimiz ne boyuttaydı? Maddî yardım alıyor muyduk? Sorgularda arkadaşlarımız da Irak’la ilgili sorulara muhatap oluyordu. Irak’a gitmemin nedeni, “Amerika ve emperyalizme karşı savaşması ve Bağdat’ta yapılan İslâm halk konferansının davetlisi olmamdı” diyorum. Irak’ta ne yaptığımı anlatmamı istiyorlar. “Irak İzlenimleri”ni anlatıyorum. T.C. politikalarının Amerikan güdümünde olduğunu ve bizim bunu kabul etmediğimizi söylüyorum. MİT’çi “kalbî yakınlık” diye değerlendiriyor bu durumu. Herhalde Hıristiyan-Siyonist Batı’ya kalbî yakınlık duyacak değildik, T.C. gibi…
Irak’a gitme nedenini izah ederken birisi atıldı:
“-Niye İran’a gitmiyorsun?”
İran’ın İslâmî yönünün hırdavatçı dükkânındaki “eczahane” tabelasından ileriye gitmediğinin bilincinde olan bizlerin İran’a karşı olduğumuzu bilerek  bu soruyu soruyorlardı. İran’a gitsem mahsuru yoktu; fakat Amerika ile savaşan Irak’a gitmek mahsur teşkil ediyordu T.C. yetkililerince.
Sorgulamalar esnasında MİT mensubu şöyle bir itirafta bulunuyordu:
“-Bazı badireler içinde bulunduğumuz gerçek ama bunu atlatacağız.”
Ülkenin bulunduğu durum itibariyle görünen o ki, T.C. büyük badireler içinde ve battıkça batıyor ve böyle giderse işi zor. Beni, Hıristiyan âlemine karşı bir Müslüman ülkenin yanında yer aldım diye sorgulayanlar, yarın kendilerinin Amerika yanında yer aldıkları için halk tarafından hesaba çekileceklerini düşünüyorlar mı acaba?
Bu MİT’çi Arap kavmini devamlı karalamaya çalışıyor, “Araplar bize ihanet etti, arkadan vurdu” gibi modası geçmiş propagandalara başvuruyordu. Böylece, Arap-Türk düşmanlığını körüklemeye çalışırken Amerika ve Yahudi’ye bir şey demiyordu MİT. Bu âdi karalama kampanyası karşısında tiksindim ve şunu dedim: “İsrail’i ilk tanıyan T.C. olduğu gibi Cezayir’in bağımsızlığını da son tanıyan T.C. olmuştur.” Hıristiyan ve Siyonist Batı’ya karşı İslâm âleminin yekvücut olmasını istemedikleri ortaya çıkıyordu. Müslüman ülkeler arasında da Arap, Türk, Kürt ayrımı sokarak birbirine düşman yapmanın Yahudi ve Hıristiyanların işine yaradığını söylemeye bile gerek yok. T.C.’nin izlediği politikalar ise Hıristiyan-Siyonist Batı’nın politikalarıyla uyuşuyor.
MİT mensubunun sorgulamasından Türkiye Gazetesi ile yakın ilişki içerisinde oldukları düşüncesi bende teyit oldu. Ayrıca Türkiye Gazetesi’nde çalışan temiz arkadaşlarla olan bazı ilişkilerimizi bildiklerini belli ediyorlardı. Gerçi bunun hiçbir kıymeti yoktu. MİT bunu çok şey biliyormuş havası vermek için kullandı. Bu gazetenin muhabiri bazı arkadaşlar temiz olabilir; fakat bu ga­zetenin MİT yakınlığı da saklanacak gibi değil.
Bu arada yeri gelmişken şunu da belirteyim: Tarafın 15. sayısının ilânını Türkiye Gazetesi'ne vermiştik, ilân metninden, "İşkenceci Köpekler Ku­durdu” başlığını çıkardılar ve hatta, “Türkiye İşkencede Birinci"’ başlığını da çıkarmak istediler. Buna itiraz edip, “bunu Uluslararası Af Örgütü tesbit etmiş. Size ne oluyor. İşkencecileri niye bu kadar koruyorsunuz?” dedik. Buna birşey diyemeyip ücretiyle ilânı yayınladılar. İlk başlığı çıkararak.
Basına tanıtılma esnasında Türkiye Gazetesi muhabiri polis ağzıyla, İran yanlısı ve Kumandana dil uzatanları kastederek bizi itham edici sorular sordu. “Tevhid Dergisini siz mi kurşunladınız?” gibi İrancıların avukatlığını yaptı. Bu mu­habire, Türkiye Gazetesi'nden tanıdık bir isim verip “işkence gördüğümüzü yazsın” dememe rağmen, işkenceci po­lisler tarafından ikaz edilmiş olacak ki operasyon haberi tamamen saptırılarak verildi. Operasyonu siyasi bir haber değilmiş gibi “13 kişi yakalandı” başlı­ğıyla verdi. Haberin içinde, İBDA-C'den hiç bahsetmeyerek “kundakçılık yapanlar yakalandı” dendi; olayı adi suç gibi gösterdiler. Diğer basınla be­raber polise ne kadar bağlı olduklarını gösterdiler. İşkenceci polisin güdü­mündeki “işkenceci basın”...
Şeriat İçin Silahlı Mücadele ve Kaleşnikoflar
(İBDA-C) masası şefi Mahir Seçer, “İBDA-C'de keleş buldum” diye bütün şubeyi turluyordu. Alacağı primi düşünerek; etrafa zafer işaret­leri yapıyordu. Kimilerinde ise mutlu­luktan ziyade keleş korkusu başlamıştı. Şöyle diyorlardı: “Keleş çıktı şok olduk. Bununla bizi mi öldürecektiniz?”
Operasyonun hemen bitiminde ya­kalanan gönüldaşlarımıza da tabanca falan sorulmuyor, “keleşler nerede, sandıkların yerini söyle” diyorlardı.
Sorgularda arkadaşlarımız şu soru­ya muhatap oluyordu:
-"Silâhlar Irak'tan alınıyor, lrak'ta kampınız nerede?" Tabii böyle birşey kabul edilmiyordu.
Mahir Seçer, kapağında "Şeriat İçin Silahlı Mücadele” başlığı olan Taraf Dergisini masaya vurarak haykırıyor­du: "Şeriat için silâhlı mücadele dedi­niz, şimdi de keleş çıktı, silâhlanıyorsunuz”. Bu slogan daha önce Nokta Dergisinde çıkmıştı diyo­rum. Bu sefer daha çok köpürüyor.
Polislerdeki keleş şokuna Adliye personeli de katılıyor, “İslâmcılar silâhlanamaz, bu nasıl oluyor?” gibi şaşkın lâflar ediyorlardı.
DGM savcısının bana ilk sorusu, “Ortadoğu ülkelerini de kapsayıcı Bir­leşik İslâm Devleti önermek ve bu hu­susta silahlı mücadeleyi benimsemek” şeklinde oluyordu. Haliyle reddediyordum...
İBDA'nın teorik olarak işaretlediği, bir hareketin yürütülmesinde ve yönlendirilmesinde­ki siyasi önderliğin temel unsurlarından silâhlı mücadelenin gerekliliği bahsi ve bundan hareketle de İBDA cepheleri­nin İslamcı hareketteki siyasi önderlik misyonu ve bunun ŞERİAT İÇİN SİLAHLI MÜCADELE noktasında camianın şuurlarına alternatif verici ol­ması polisi kaygılandırıyordu. Ve İslamcı kitlenin İBDA önderliğine muhtaç olması polisin diğer İslamcı cemaatlere bu korku ile bakmasına sebep oluyordu.
Poliste İBDA-C Paniği
“Mantar gibi biten cephelerden” ve “İBDA-C'de çıkan keleş'ten polisin "şok" olduğunu belirtmiştim. İşkence­lere de katılan esmer, orta boylu, kara gözlü, kara kaşlı, bıyıklı, etine dolgun nöbetçi polis dost ağızlarına bürünerek yokluyor ve şu korkusunu ifade ediyordu:
-Bir polis öldürürseniz bütün İBDA'cıları buraya toplarlar.
Ben de şunu diyorum:
-Olayı yapanı bulamadıktan sonra ne elde edeceksiniz, ki?
Bu sefer kıvırıyor, "tabii delille, olayı yapanı ararız" diyor. Polisin nasıl delil topladığını İşkence Şubesi'nde yakinen gördük. Polisin en büyük delil toplama yöntemi işkence tezgâhı. Başka birşey yok...
İşkenceye alındığım bir gece nö­betçi polis hücremdeki sol ve PKK'lıya, yüzünde hoşnutsuz bir ifade ile beni kastederek şöyle diyordu:
-“İki sene sonra başka örgüt kal­mayacak. Bu dinci örgütten başka.”
Sorgu faslından sonra hücreme indi­rildiğimde hücredeki arkadaşlar bunu bana naklediyorlardı.
Yine sol timin söylediği, aynı hücrede kaldı­ğımız TKP/ML Hareketi liderlerinden Celal Meral’in aktardığı sözü:
-"Artık burada işsiz kalacağız. Ya­kında dinci örgütlerle ilgileneceğiz."
İBDA-C'yi bir türlü çözemeyen polis, 12-15 yaşlarındaki İBDA sempa­tizanlarına operasyon düzenlemiş ve hatta 15 yaşındaki bir İBDA sempati­zanını Şube'ye alıp Filistin askısına alacak kadar paniklemişti. 12-15 yaşla­rındaki 3 çocuğu savcıya çıkarıyorlar, bir tanesini de 18 günlük operasyona rağmen ele geçiremiyordu.
İBDA'nın, Kur'an Kurslarında, İmam-Hatiplerde, tarikat çevrelerinde ve diğer cemaatlerde taban ve destek bulması polisi çileden çıkarıyordu. Diğer cemaatlerle ilgimiz bütün arka­daşlara soruluyor, “Aczimendilerle nasıl ittifak yaptınız?” gibi mevzular üzerinde duruyorlardı. Ehl-i Sünnet Cephesinin tutmasından endişelenen laik rejim, diğer cemaatlere hızlı sira­yetimiz üzerine telaşlanıyordu.
Aczimendi Dergâhlarının özellikle Ankara, Maraş, G. Antep, Kayseri, Elazığ ve Malatya'da İBDA cephele­riyle ilişki ve bağlantıları soruluyor. Bu dergâhların İBDA cephelerine olan destekleri üzerinde devamlı duruluyor. Türkiye'deki İslamcı hareketin siyasi önderliğini yapan İBDA-C'lere tarikat­ların ve diğer cemaatlerin desteğinin ne olup olmadığını vc bu etkimiz sonucu o cemaatleri olduğu yerde sıçrattığımız endişesini taşıdıkları gözleniyordu.       
İBDA-C SİAR'ın Türkeş’ten ayrılan "Yeni Oluşumcular" içerisindeki çalışmalarını da bir türlü hazmedemiyorlardı.
İşkence Şubesi'nde kaldığım gün­lerde polis karalama kampanyasına devam etti. Kumandanımızın Ermenilere hizmet ettiği, (bazan ise) Ermeni olduğunu, Alfa Romeo arabası olduğu, Ali Osman'ın alevi olduğu gibi saçma sapan ifadelere ciddi ciddi başvurdular. Bunları bana karşı dahi söylediler. Tilki Günlüğü'nden kendileri meşhur ettiği rüyayı bana da gösterdiler. Hem de gözüm bantlı iken. Bu sefer bunun rüya olduğunu inkâr etmiyorlardı; fakat Mahir Seçer rüya tabircisi(!) olmuş, bu rüyayı bambaşka türlü yorumluyordu. Ayrıca, “Ku­mandan ve Ali Osman'ın havyar yediğini ve bizim burada süründü­ğümüzü” söyle­yerek etkileyici(l) propagandalar yaptılar. Polis, benzeri karalama propagandaları operasyon boyun­ca dışarıda da yaptı. Baskında bulundukları ev, işyeri, kurs ve yurtlarda İBDA'cıIarı kara­lamaya kalktılar: “Kürtçü, PKK'lı, kal­pazan, haraççı” gibi laflar ederek...
Bu karalama kampanyası bile poli­sin İBDA-C'lere karşı panik içerisinde olduğunu gösteriyor.
Bir Tip
Terörle Mücadele Şubesi İslamcılar (İBDA-C) masası şefi Mahir Seçer Taraftan altını çizdiği satırları bana okuyordu. Bilhassa, “kendisinin keşfe­dildiği umumi bir tuvalete yakın bir kaldırımda bulunan piç" ifadesine ka­fayı takmıştı. Bundan dolayı şahsi inti­kamını almak için elinden geleni bana yapıyordu. Bunu yaparken de şahsi bir dava gütmediğini belirtmeyi ihmal et­miyordu. İBDA-C korkusundan emekli olmayan M.S. şahsi intikamını işkence Şubesi’nde polis ordusu arasında alır­ken bir de "emekli olup şahsî hesabımı göreceğim" lâfını ediyordu.
Yine, İBDA-C'yi karalamak için hazırlanmış 30 sayfalık bir broşürü bana gösterip, oradaki Taraftan alınma satırları ifademe yazdırıyordu. Daha önce postayla elimize geçen “Müslüm Hakses-ilahiyatçı" imzalı bu broşürü de kimin hazırladığı ortaya çıkıyordu böylece. Polis, İBDA-C'lerin yükselişi­ne karşı her kanaldan uğraş veriyordu. Tarafta yazılanların basın savcısını il­gilendirmesine rağmen ifademe bunları yazdırıyordu ve "cevaplarını ver" di­yordu M.S... Bu tipin ana-baba duru­munun meçhullüğü iddiaları bir yana onun hakkında şunları söylemek isti­yorum. Üstlerinden terfi ve aferin almak için yapmayacağı komplo ve if­tira olmayan bir mahluk. Bu hususta kanun falan tanımayan, uydurma fezle­keler icat eden biri. Mesleki başarı uğ­runa yapmayacağı iş yok. Beni, illegal bir faaliyetim olmadığını bilmesine rağmen örgüt şemasına lider olarak yerleştiriyordu. Yukardakiler de bunun sırtını sıvazlıyordu.
İfademi ver­dikten sonra kendisiyle ko­nuştum ve şunu sordum: II. Operasyonunda beni örgüt yöne­ticisi yazmışsın. Bunu neye da­yandırarak yap­tın? İddia olunan hiçbir eyleme karışmadığım gibi kimse de benim hakkımda böyle bir ifadede bulunmamış. Ortada da hiçbir delil yok. Savcı ve hakimleri de etkile­mişsin yazdığın fezleke ile. Beni bu şekilde itham altında bırakmaya hakkın yoktu, neden?” Cevap olarak, II. ope­rasyondaki arkadaşlardan birinin ifade­sinin benim aleyhimde olduğunu söy­ledi. Ben de, "o arkadaşın polisteki ifadesini okudum, böyle birşey yok. Beni ilgilendiren bir cümle dahi yok" dedim. Bu sefer kem küm etmekten başka bir cevap veremedi. Susarak söylediklerimi itiraf etti. Aynı şeylerin bu operasyonda da geçerli olduğunu söylememe karşın yine birşey diyeme­di. Fakat fezlekesinde yine beni suçla­dığını tahmin ediyorum. Yaptığı uy­durma örgüt şemalarına bir lider lâzımdı ve onun iğrençliklerini ortaya koyan Taraf Dergisinin Sahibi ve Yazı İşleri Müdürü buna uygundu, işkencecibaşı M.S. bir taşla iki kuş vuruyordu. Böylece, şahsî intikamını da alıyordu. Türkiye'de gerçek manada hukuk olsa, mahkumları yanıltmak, uydurma fezle­keler hazırlamak ve yaptığı işkenceler­den dolayı yargılanacak birisidir. Yani her haliyle suçu sabit...
II. İBDA-C Panik Operasyonunda gözaltına alınanlarla ilgilenen İbrahim Halil, Hasan Mezarcı, Mukadder Başeğmez, Zeki Ergezen gibi RP mil­letvekillerine ana-avrat küfrediyordu. Niye İBDA'cılarla ilgileniyorlar ve sahip çıkıyorlar, diye. Bunu yapan da Mahir Seçer'di.
Devletin Gücü Veya Güçsüzlüğü
Kemalist devletin tam yetki ile do­nattığı Terörle Mücadele Şubesi'nin iş­kenceci polisleri, "Devlet güçlüdür. Devletten kaçılmaz" propagandasına sık sık başvuruyorlardı. Bunu 1500 ki­şilik polis ordusu içinde gözlerimiz bağlı vaziyete iken söylüyorlardı. Bu­rada devlet gücünü yakalayabildiklerine işkence ile gösteriyordu. Şunu söyleyebiliriz ki, güçlü devlet böyle yöntemlere başvurmak ihtiyacını duy­mazdı. Devletin güçsüzlüğü ile işken­celerin artması orantılı gidiyor. Yani halkına yoğun işkence tatbik eden dev­let zayıftır, çaresizdir. Halkına karşı baskı ve zulüm ile ayakta durmaya ça­lışan "Korku Devleti” hüviyetinde T.C.
Her karakol ve şubeye uğrayan il­gili ilgisiz kişi oradaki normal muame­leyi gördükten sonra devlet ve polis düşmanı oluyordu.
"Devlet biziz" diyen işkenceci hay­vanlar gözaltındaki sanıklara yapma­dıkları aşağılık hareketleri bırakmıyor­lardı. Cinsel tacizlerden, cop sokmaya kadar. Kenan Evren anayasasında ise "devlet kutsaldır" yazıyor. Şu kutsallığa bakın!..
Devletin güçlülüğü bahsinde, bir işkenceci tarafından iki eliyle yarım sa­atten fazla saçlarım çekildi. "Seni kel bırakalım" diyerek. Benim kel kalıp kalmamamın devlete ne fayda sağlaya­cağını hala anlamış değilim.
İşkence Şubesi'nde gördüklerime ve yaşadıklarıma dayanarak şunu söy­leyebilirim ki, devletin güçsüzlüğü ve zaafı orada apaçık görülüyordu. Orada yükselen çığlıkların fazlalığı bunu doğruluyordu.
KUMANDANIMIZIN ESERLERİ ŞUBEDE SATIR SATIR TARANIYOR
İBDA yayınlarından satır satır altı çizilmiş cümleler okuyan Tim ekipleri bilhassa bana "Bütün Fikrin Gereklili­ği" adlı eserden bazı yerleri okudular. Sh. 120'den şu paragraf:
"Tekrarlamakta fayda var ki; düzen değişimi sözkonusu olduğunda eğer orduya güvenilmiyorsa, ister iktidara gelince yapılacak olan bir darbe düşü­nsün, isterse halk ihtilali düşünülsün, bunu gerçekleştirecek bir kadro, örgüt ve metoda ihtiyaç vardır." Ve ilave edi­yorlardı "kadro ve örgüt sîzsiniz işte". Bunlar bir de kadroyu görseler ne ya­pacaklar acaba?
Yine aynı eserden sh.. 121'i okudular:
"Siyasetin gerekliliği anlaşıldıktan sonra, silâhlı mücadelenin düzen deği­şimi yönündeki siyasetin gerekli unsu­ru olduğu da anlaşılır. Silâhlı hareket mevzuunda söylenebilecek olan tek şey, "hareket içinde hareket"in olamaya­cağıdır. Bunun dışında, silâhlı mücade­le, ancak örgüt ve metodun niteliği ve tesirleri ile birlikte tartışılabilecek bir mevzudur. Ancak, siyasetin gereklili­ğini anlatmak gibi, silâhlı mücadeleye karşı olma görüşsüzlüğünü yıkmak ba­kımından, "hareket için hareket"i tasvib etmek de, sırasında "ana siyasete" bağlı bir siyasettir."
Önce "Adressiz Sorgular" kitabına kafayı takan işkenceciler Kumandanı­mızın "İşkence" kitabını görünce şok olmuşlardı. "İşkence" kitabının çıkması üzerinden hayli zaman geçmesine rağ­men kudurmuşlukları devam ediyor. "Tilki Günlüğü" eseri de ellerinde, okunmaktan eskimiş vaziyette. Çoğu yerlerinin de altı çizilmiş...
İBDA-C MASASI DEVAMLI TAKVİYE EDİLİYOR
Sırf İBDA-C'lerle uğraşmasına rağmen, gelişen ve büyüyen İBDA-C hareketine karşı Tim takviye ediliyor. III. İBDA- C Panik Operasyonu'nda şunu gördük ki, tim sayısı iki kat arttırılmış. Ayrıca operasyon boyunca İstanbul'daki tüm karakol ekiplerden destek alındı. Bu hususta MİTin paniği ve desteği zaten biliniyor. Ayrıca yeni araç-gereçler alınmış. Fakat bütün bunlara rağmen hikâyesini başka yerde anlatacağımız gibi araçları istepnesiz ve yolda kalıyorlar.
Bu arada yeni alınan tüysüz işken­ceci polisler içinde İmam-Hatip me­zunları olduğunu da belirtelim.
Devlet, İslâmcılar (İBDA-C) ile müstakbel hesaplaşmaya karşı hazırlıklarını yapıyor. Her iki taraf da bunun bilincinde...
Polisin Ahlâkı
İşkence yapan polislerin çoğunun ağzı içkili. Sol örgüt üyeleri de hücre­lerde gönüldaşlarımıza, "çoğunun ağzı içki kokuyor" diyorlar. Ayrıca uyuştu­rucu kullanıyorlar ve çekmecelerde hap eksik olmuyor.
Polisler birbiriyle devamlı küfürlü konuşuyorlar. Birbirlerine hitapları, "ulan ibne, pezevenk, puşt, dalyarak...” gibi ağza alınmayacak kelimeler.
Bu arada polisi pezevenk durumu­na sokan şu ibret verici vakayı da vere­lim: 23.11.1992 Pazartesi günü Gay­rettepe'deki      İşkence            Şubesi hücrelerinde gönüldaşlarımızın şahit olduğu bu olay şöyle gelişti: İtirafçılık yapan sol örgüt üyesi bir erkekle bir kız gece 24'de nöbetçi polisler tarafından itirafçıların mükâfatı olarak 5 no'lu hücreye konarak çiftleşmeleri sağlandı. Diğer hücrelerdekilerin göz­leri önünde. Nöbetçi polisleri ve onlara bu emri veren amirleri pezevenk duru­muna düşüren bu vak'a devletin ve po­lisin içinde bulunduğu ahlâk anlayışını gözler önüne sermekte. Eğer bu ve benzeri olayların üzerine gidilmezse pezevenklik silsile olarak yukarı kadar gitmektedir haliyle...
Birahanelerden, paket içinde rüşvet alan polislerden bahseden gönüldaşlarımıza verdikleri cevap bizim tesbiti­mizi doğrular mahiyette: "Vay orospu çocukları, polis böyle yaparsa memle­ket battı demektir."
Şube'de uygulanan "taşak sıkma-burma" işkencesi için şunu da diyebili­riz. Bir erkek başka bir erkeğin orala­rında ne arar? Bu mu kutsal(!) vazife?..
Son bir cümle: İşkenceciler kendi­lerini, "biz seçilmiş insanız" diye tanıtmaktalar, Terörle Mücadele Şubesi'ne alındıkları için. Seçilmişi bu halde olursa...
Avrupa Konseyi İnsan Hakları Heyeti Hücrelerde Bizle Görüştü
23.11.1992 Pazartesi akşamı hücre­lerimize Avrupa Konseyi İnsan Hakları heyeti geldi. İki doktor ile bir tercüman bayan... Milletvekilleri, işkencchanelere inemezken böyle bir yabancı heyeti hücrelerimizin kapısında görmek bizde hayret ve sevince sebep oldu. Bu heyet ilk olarak, gözaltındakiler içerisinde süresi en uzun olan Ünsal Zor'la hücre­sine girip yalnız olarak görüştüler. Ünsal Zor, başından geçen işkenceleri anlattı. Askı, ceryan verme, soğuk duş, taşak sıkma, kaba dayak, küfürler vs.'yi ve vücudundaki izleri gösterdi. Heyete re­fakat eden İstanbul Emniyet Müdürü Necdet Menzir'in yardımcısı, nöbet­çi polisi gönderip Ünsal Zor'un hücre­sinin kapısında konuşulanları dinlettirmek istedi. Bunu protesto ettik. Haber vermemiz üzerine Ünsal Zor, daha rahat konuşmak üzere heyetle be­raber tuvaletlere gittiler. Orada Ünsal Zor'u muayene eden heyet, izleri kaybolmuş işkenceleri bile tesbit ettiler. Heyete, yataklarımıza bugün çarşaf ve­rildiğini, tuvaletlerin bugün temizlendi­ğini, lavaboların bugüne kadar süzgeçsiz olduğunu ve bütün bunların kendilerinin gelmesi üzerine yapıldığı­nı söyledik. Şimdi 2 kişi kalan bu hüc­relerde daha önce 4 kişi kalındığı da ilave edildi.
Ünsal Zor'un beni göstermesi üze­rine heyetle tuvaletlerde konuştum. So­yundum ve beni muayene ettiler. Be­limdeki izi kaybolmuş işkenceleri bile tesbit ettiler. Elektrik verme işkencelerini de tesbit edebiliyorlar. Ayak bileklerimde izleri apaçık duran işkenceleri de not ettiler. Gördüğüm işkenceleri detaylarıyla an­lattırdılar ve hepsini defterlerine yazdılar. İşkencelerde kullandıkları aletlerin tariflerini sordular. Gözaltı süremizin dolmak üzere olduğunu henüz ifadele­rimizin alınmadığını söyledim. Askı, ceryan, soğuk duş, falaka gibi işkence­ler yanında tehditleri de anlattım. Ga­zeteci olduğumu belirtip Derginin ad­resini verdim ve kartlarını istedim. Heyet, polislerin yanında bana kartları­nı vermek istedi. Bir karttan dahi kor­kan yetkililer önce, "amirlerimize sora­lım" dediler. Bir tanesi, "tamam alsın" deyip kartı almama birşey demedi. Merkezi Strasbourg'da olan heyet, hüc­relerdeki diğer tutuklularla da görüştü. (Herkes işkence görmüştü) Bu arada heyete, "gönüldaşlarımızdan Kemal Şişman'ın üzerinde ağır işkence izleri olduğunu ve siz geldiniz diye hücre­sinden kaçırıldığını, onunla muhakkak görüşmelerini istediğimizi" söyledim. Fakat Kemal Şişman'la görüşemediler. Kemal Şişman'ın üzerindeki işkence izleri kaybolsun diye hergün vücuduna ilaç sürüyor ve bir sobanın yanında bekletiyordu işkenceciler...
T.C.nin İstediği Müslüman Tipi
Devleti temsil eden İşkence Şubesi'ndekilerin tavırlarından anlaşılan o ki, T.C. İslâmi direk karşısına almaya cesaret edemiyor. Böyle bir kavgayı kaybedeceğinden, direk İslâma saldır­mayı göze alamıyor. Kendilerine göre bir Müslüman tipi çizmeye çalışıp İslâmi yedeklerine alma siyasetini tercih ediyorlar. Namazını kılan, orucunu tutan ve İslâmî devlete hakim kılmak için kavga vermeyen Müslüman, onla­rın istedikleri tip. İşkenceciler içerisin­de namaz kılan olduğu gibi sorguları­mızda ayet, hadis okuyanlar dahi bulunuyordu.
Hücrelerde namaza çıkarılmamız, "bakın namaz kılmalarına bile izin ve­riyoruz" propagandasına yönelik. Buna rağmen namaz iznini sık sık kendileri ihlâl ediyorlardı. "Başlarım namazını­za" diye namaza küfürler de eksik ol­muyordu. Ayrıca, nöbetçi polisler gönüldaşlarımızı namaza çıkarırken diğer tutuklulara da hitaben "tuvalet yok, na­maza çıkacaklar çıksın" diyerek sol örgüt üyeleriyle aramızı bozma gayesi güdüyorlardı.
Laik-Kemalist Devletin kolluk kuvvetleri olan polis ve askerin niye aleyhinde yayın yaptığımız soruluyor­du sık sık. İşkenceci polislere, "kahra­man polis, vatanı kurtaran polis" şek­linde bakmamamızdan bayağı bozuluyorlardı. Senelerce müslümanları Kemalist Devletin yedeğine almış­lardı ve şimdi kimse bu oyuna gelmek istemiyordu. Panikleri bundandı.
Sorgulamalarda geçen mevzular­dan biri de Türkiye'de Cuma Namazı’nın kılınıp kılınamayacağı idi. Ben, Hanefi fıkhına göre şartlarının yerine gelmedi­ğini söylemem üzerine işkencecibaşı M.S. Cumanın şer'an kılınacağına dair fetva(!) vermeye başlıyor. Laik Devle­tin irtica timini nedense Cuma mevzuu çok ilgilendiriyordu; Ve illâki Cuma kılınmalıydı. Aslında Cuma, Darül İslâm-İslâm ülkesinde kılınırdı. Darülharp-Savaş ülkesinde kılınmazdı. İslâmî hükümler uygulanmayan Lâik Devlette Cuma kılınmasını istiyordu iş­kenceciler. Böylece saatlerce Cuma mevzuunu tartıştık. Ben Devlet Başkanı'nın Cumayı kıldırması veya bunun için onay vermesi ve bunun için devletin İslâmî olması şartını öne sürü­yordum ve tartışma uzuyordu. Bir türlü birbirimizi ikna edemedik ve başka mevzulara geçildi.
Lâik Devleti, müslümanların cu­mayı kılıp kılmaması Laik Devleti bu kadar ilgilen­diriyordu; vc müslümanların Cumaları­na bile işkencede karışıyorlardı. Bu devletin ikiyüzlülüğüne pes doğrusu...
Taraf Dergisinden Bitmeyen Şikâyetler
İşkence Şubesi'nden ayrılana kadar her fırsatla Taraf Dergisi'nden gocun­duklarını bana gösteriyorlar, onlar hak­kında çıkan ifadelerden rahatsız olduk­larını işkence ile belli ediyorlardı. Taraf’tan şikâyetler:
"Ne biçim İslâmi dergi, dinden il­mihalden bir kelime yok. Diğer dergi­lere birşey diyor muyuz? Sizin yaptığı­nız ne! Polise askere küfrediyorsunuz, devleti küçük düşürüyorsunuz!"
Devleti, devletin icraatı yani işken­cecilerin devleti küçük düşürdüğünün far­kında değillerdi. Olamazlardı da. Çünkü, sistemli işkence devletin politikası idi zaten...
Yine bir seferinde şöyle diyordu birisi: "Özgür Gündem bile sizin yazdı­ğınız gibi yazmıyor"
İşkencecilerin, gözaltındakilere hayalaranı sıkma ve burma uygulamalarından do­layı Tarafta onlara yakıştırılan "T.....çı Şehitler" ifadesini ve ölüleri­nin "leş" olarak değerlendirilmesini hazmedemiyorlardı. Bu ifadelerden do­layı ben işkence görürken, diğer oda­larda Ünsal Zor ve Süleyman Dal'a "taşak sıkma" işkencesi uygulanıyordu. Bu durum kaskatı bir vakıa idi. Diğer arkadaşların sorgularında da "T....çı şehitler" ifadesi sıkça yer alıyordu. Diğer arkadaşlara, "bakın başka dergi­lerle bir alıp veremediğimiz var mı?" şeklinde sitem ediyorlardı.
Yine sorgulamalarda bana bir soru: "Ölen polisler şehid olmuyor mu?" "Şehit olmaz" cevabım üzerine tokatı yiyordum. "İslâm fıkhına göre şehid, Allah için açılan gazâda Allah için ölen ve öldürülendir" diye izah etmeye vakit bulamıyordum.
T.C.'yi düşman gördüğümüzden, solcular aleyhinde yazmadığımızdan, PKK'yı desteklediğimizden şikâyet edip duruyorlardı. Bir tanesi Laz olma­mı kastederek şöyle diyordu:
-"Ulan herşeyine tamam da şu PKK'lı olmanı bir türlü kabul edemiyorum."
PKK'yı değil, 140 cilt eserden meydana gelen İBDA fikriyatını be­nimsediğimi söylüyorum. Tabii onlara göre İBDA, PKK'dan daha tehlikeli; o da ayrı mesele...
İşkence fasılları esnasında biri atıl­dı: "6 G nedir?" sırasını karıştırarak söylüyorum. Hemen düzeltip doğrusu­nu kendileri söylüyorlar. "6 G mevzuu" diğer gönüldaşların sorgularında da ge­çiyordu ve hatta bunu Kumandanımızın yazdığını zannediyorlardı. “Güvenlik güçleriyle göğüs göğüse gelme” başlığıyla Taraf’ta çıkan Selim Gürselgil seri yazısı idi.
İşkencecilerin hepsinin elinde Tarafın bir sayısı, oradan bana ilginç gördükleri yerleri okuyorlardı. Satır satır okumuş, altını çizmiş, ezberlemiş­ler. Amma da okuyucumuz(!) varmış burada, diyorum kendi kendime. Oku­yucularımızın(!) yoğun ilgisinden bu­nalmış bir vaziyette.
Tarafın toplatılan 20. sayısında ya­yınlanan, İBDA-C ŞARK, İBDA-C KÜRDİSTAN, İBDA-C URFA, iBDA-C BİRECİK EHL-İ SÜNNET MİLİTANLARI imzalı bildiriyi bana okuyorlar. Bildirinin başlığı "ŞIRNAK ve ÇUKURCA TC'YE MEZAR OLA­CAK" bildiride geçen "eceli gelen köpek cami duvarına işer" ifadesinden kendilerinin kastedildiğini anlayarak soruyorlar: "Bu ne demek?" Yine başka bir bildiriyi okurken PKK'yı eleştiren cümleler geçti. "Bakın; gerekliğinde PKK’yı da eleştiriyoruz" dememe rağ­men hiç oralı olmadılar... Çünkü illaki biz PKK’lı olacaktık.
Derginin kapağındaki "Taraf olma­yan bertaraf olur" ifadesinden de rahat­sız olup, "ne demek, "Taraf" olmayanı bertaraf mı edeceksiniz?" diye soruyorlardı. Bundan bizim ne kadar kötü ni­yetli olduğumuz hükmünü çıkarıyor­lardı. "Bertaraf edileceklerden kastedilenin kendileri olduklarını söy­leyerek bu kelimeyi üzerlerine alıyorlardı.
Derginin arşiv dokümanlarını al­maları üzerine, "bunları mahkemeye sunun" diyorum. Önce, üzerlerine kon­mak için "yaktık" diyorlar. Ben ısrar edince, "ne var, ne yok mahkemeye sunacağız" diye cevaplıyorlar. I. Ope­rasyonda Ak-Doğuş'ta bazı daktiloların kaybolduğunu söylüyorum. Kendileri­ni itham ettiğimi anlayınca bozuluyor­lar, "biz hırsız değiliz, neyin varsa mahkemeye sunacağız" diyorlar. Hatta dergide bıraktıkları bazı eşyaları sayı­yorlar ve "bizden sonra gelip birisi al­dıysa karışmayız" diyorlar. Cezaevin­de, derginin arşiv ve dokümanlarından başka 2 fotoğraf makinesi ile 2 teybin de kayıp olduğunu öğreniyorum. Ba­kalım mahkemeye hepsi sunulacak mı?
Dergideki "Menzir ve avanesini" ifadesini de eleştiriyorlar. Bilakis Menzir'i, yaptığı infazlardan olsa gerek, çok başarılı görüyorlardı.
DGM'nin, Em. Gn. Md.lüğüne sor­duğu yazının cevabını "Devlete Göre İBDA-C" diye yayınlamıştık. "Bu ya­zıyı nereden elde ettin" diye sorguya başladılar. "Mahkemedeki dosyasından aldık” diyorum. "Bu evrak üzerinde gizli yazıyor" diye verdiğim cevabı anlamıyorlar ve mahkemede dahi mevzusu olan bu yazı "devletin gizli belgesini yayınlamak" suçunu (!) oluşturuyordu burada.
Yine Genelkurmayın ve ordu ko­mutanlıklarının bazı tamimlerini nere­den bulup yayımladığımı soruyorlar. "Postayla, ismini belirtmeyen biri gön­derdi" diyorum. Bu sefer bunları ya­yınlamak yasak, diyorlar. Basın savcı­sını ilgilendiren mevzular olmasına rağmen bunu da ifademe kattılar.
İslamcılar (İBDA-C) masası Şefi (M.S.) bana Tarafı şöyle değerlendiri­yordu: "Legal görünümde illegaliteyi yönlendiren dergi”. Sanki legal bir yayın organını değerlendirmek vazifesi ona düşüyormuş gibi. Basın savcısının işini de işkenceciler yapıyordu anlaşılan.
Bazı Mevzular
Sorgularda bir ara Ahmet Özal ve Efe Özal’ın vurgunlarını, Devleti soy­malarını, Özel TV kanallarını vs. anla­tıyorum. Tık yok. Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’in oğlu Serdar Güreş'in rezaletlerinden bahsediyorum. Birisi ce­vaplıyor: “Serdar Güreş hakkında iyi yazıyorsunuz!" Özallara ses çıkarmayıp Serdar Güreş'i eleştirmelerini, polisin askeri sevmemesine yoruyorum.
Beni "vatan haini" kendilerini de "vatansever" yaptıkları bir anda şunu dedim: Çekiç Güç ne? Amerikan as­kerlerinin topraklarımızda işi nc? Bun­lar emperyalist işgal kuvveti." Ve devam ettim: "T.C. Ermenistan'a un gönderiyor. T.C.'nin ekmeğini yiyen Ermeniler Azeri kesiyor. Ya Bosna'da olanlara niye sessiz kalıyor devlet?” Sı­kıştıkları an başvurdukları taktikle, "biz memuruz" ya da "bu iş bizi aşıyor" di­yorlar. "Biz Devletiz, istediğimizi ya­parız" diyen ve milletvekillerine dahi küfredenler işlerine gelmeyince böyle kıvırıyorlardı. ABD gemisinin vurduğu Muavenet Zırhlısı’ndaki 5 Türk Denizcisi hakkında da ses çıkaramıyorlardı. Boğazına kadar Ameri­kan bokuna batmıştı bu rejim. Bunlar da vatansever(!) ve milliyetçi(!) korucuları idi. Biz ise vatan haini ve devlet yıkıcı­ları idik.
"Türkeş'e niye lâf söylüyorsunuz?" diyen işkenceciler Türkeş'i övüp bitiremiyorlardı. “Bizim Ocak” teşkilatını bize karşı kullanma gayret ve niyetleri için­de olduklarını belli ediyorlardı. Hatta Taraf Dergisi satan "Yeni Oluşumcu" bir ülkücüye olan tehditi keyiflenerek anlatıyorlardı, ki bu tehditten bir netice alınamamış ve geri adım atılmıştı. İş­kencecilerin bu hevesleri de kursakla­rında kalıyordu böylece.
"Fethullah Gülen'e niye lâf söylü­yorsunuz?" Bir işkenceci de böyle so­ruyordu. Ona cevap vermemem üzerine başka mevzulara geçiliyordu.
Hücrelerdeki sol tutuklular, genel­likle gelir gelmez açlık grevine başlı­yorlar. Şeker ve sudan başka birşey ye­miyorlar. Bunu, hem işkenceye karşı bir tavır, bir protesto olarak yapıyorlar ve hem de işkenceciler açlık grevi yapana biraz daha dikkatli davranmak zorunda kalıyor. Kullanılabilecek bir vasıta, açlık grevi...
Polisle silâhlı çatışma havasında yazılan "yakalama tutanağı"nı imzala­mayı reddettim. Küfrettiler; fakat kabul etmeyince "imza atmaktan imtina edi­yorum" diye kendi el yazımla tutanağın altına yazmamı islediler. Ben de bunu kabul ettim ve öylece yazdım.
Aramızdaki kavgaya ana-babamızı, aile ve çocuğumuzu karıştırmama mevzuu geçiyor. Dergide çıkan, "bir polise yapılan suikastte vurulan polisin çocuğu" haberi üzerine bu mevzu geçi­yor. Böyle şeylerden korktuklarını belli ediyorlardı. Ve "Bizim meselemiz bir­birimizle. Erkek gibi savaşalım, karı gibi taktiklere başvurmayalım" diyo­ruz. Bakalım, aradıkları kişilerin, ana-baba, aile ve çocuklarını rahatsız et­mekten vazgeçecekler mi? Kendi baş­larına gelince bunun acısını hissediyor­lar. Ben dc, böyle bir şeyi alçaklık olarak vasıflandırıyorum.
Bir arkadaşa aşırı yüklenmeleri üzerine aramızda dayanışmaya gidiyo­ruz. "Birbirimizin derdi hepimizin der­didir.” diyerek o arkadaşa moral veri­yoruz, arka çıkıyoruz. Ki o arkadaşı polis itirafçılığa zorluyordu. Böylece bu kişiyi bizim karşımıza çıkartacak ve örgüt çökertmeye delil olarak kullana­caktı. Yeni yasa ile böyle hainlikler özendiriliyor. Başka bir arkadaşa da polis şöyle diyordu; "Savcı ve hakimde yaptıklarıma pişmanım de, kendini acındır". Böylece itirafçı pozisyonuna sokmak istiyordu. Bu taktiklerinde ba­şarılı olamadılar. Herkes savcılıkta ifa­delerini reddetti; Baskı altında ifadele­rin alındığını söyledi.
Hücrelerimizin mangallarının ka­patılması üzerine sol tutuklularla bera­ber direnişe geçiyoruz, önce kapılara vuruluyor, sonra işkenceciler hakkında slogan atılıyor... Biraz sonra da kapı mazgalları açılıyor.
TKP/ML Hareketi tutukluları git­tikten sonra 10 gün boyunca hücrelerde İBDA-C mensupları çoğunluktaydı. Çıkana kadar bu böyle devam etti... Hücreler 4 m civarında idi. Bu hücre­lerde 4 kişi kaldığım zamanlar oldu. Havasız olduğu gibi ne kadar giyinsek üşüyorduk.
Bir gece yandaki hücreye işkence­den birini getirdiler. Hali perişandı, nefes alamıyordu. Doktor istediler hücredekiler. Sonunda nöbetçi, bir doktor çağırdı. Doktor hücreye girince ilk sözü: "Neyin var lan ibne!" Bu doktor Hipokrat yeminini böyle mi yapmıştı? Yoksa TC.nin hizmetinde olanlar için Hipokrat yemini geçerli değil miydi? Bu doktor(!) devletin iş­kencecilere yardımcı olmak üzere tah­sis ettiği bir kişi idi.
CMUK'ta siyasi suçlulara yönelik bir madde olmamasından işkenceciler bayağı keyifleniyordu. Her fırsatta bunu dile getiriyor, "yeni yasada size birşey yok" diye bunun zevkini çıkarıyorlardı.
Polisin, son ifadeyi alışı da işkence ile oluyor. Beğenmedikleri ifadeyi ve­rirsen kabul etmiyorlar, istediklerini yazdırıp zorla imzalatıyorlar, ifademi, gözlerim bağlı olarak bir yandan Mahir Seçer'in tehditleri, diğer yanda bazı polislerin tokatları arasında verdim. Bazı arkadaşlara nazaran benimki hafif bile geçmişti. Tabii ki, hepimiz savcı ve hakimde ifadelerimizi reddettik. Zor ve baskı altında ifadelerimiz imlazatılmıştı çünkü.
Basına Tanıtılma
Basına tanıtılacağımız günler yak­laştıkça hücrelerde arkadaşlarla nasıl bir tavır alacağımızı kararlaştırmaya başladık. Herkes İBDA işaretini ver­mek arzusunda ve "Ya Şeriat, Ya ölüm" sloganını söylemeyi kararlaştı­rıyoruz. Basına çıkarılıyoruz. 27.11.1992 Cuma günü önce yüzümüz duvara dönük duruyoruz. Dönünce hemen İBDA işareti ellerimizi hep be­raber kaldırıyoruz ve çıkana kadar in­dirmiyoruz. İşkencelere rağmen ve o netameli şartlarda şunu diyoruz:
Her şartta mânâmızı su üstünde tut­malı ve bunun gayreti içinde bulunmalıydık... Mahir Seçer, "ellerinizi indi­rin" diyor; ama dinleyen yok.
Ellerimiz devamlı havada, şunları söylüyorum;
"Bu olay polisin bir komplosu. Kanunî süre olan 15 gün geçirilerek bugün 17 gündür gözaltında tutuluyo­ruz. Ne zaman DGM'ye sevkedileceğimizi de bilmiyoruz. Hepimiz ağır iş­kence gördük. Hücrelerimize gelen Avrupa Konseyi İnsan Hakları Heyeti beni ve arkadaşlarımı muayene ederek işkence izlerini tesbit etti. Bunları yazın. Eğer yazmazsanız size "işkence­ci basın" diyeceğiz ve bunu biz yayın organlarımızda yazacağız. Bunları yaz­mazsanız "İnsan Hakları", "Demokrasi" gibi kelimeleri de ağzınıza almayın."
Fakat, ertesi günkü gazetelerden görülen o ki ne kadar "işkenceci basın" olduklarını ispat ediyorlar. (Özgür Gündem ve Tercüman Gazeteleri hariç). İşkence haberlerine yer verme­dikleri gibi her ne hikmetse bu operas­yon haberi de sansürleniyordu. Gazete­ler haberi polisin ağzından bile vermiyordu doğru dürüst. Belki dc polis daha sonra üstlerince uyarılıyor ve ke­leşli iBDA'cıların şuurlara alternatif vereceği cihetle basına sansür uyguluyordu.
Polisin bir komplosu olan masadaki orak-çekiçli bayrağa atfen Hürriyet Ga­zetesi 28.11.1992 tarihli "ORAK ÇEKİÇLİ İSLAMCILAR" başlığıyla güya bizi karalıyordu. Şunu da söyleyeyim ki polis, İBDA-C KİP lokalinde iki adet BÜYÜK DOĞU İBDA bayrağı bulmasına rağmen bunları masaya açmıyordu. Bunun yerine orak-çekiçli bayrak asılı­yordu. İBDA-C örgütüne orak-çekiçli bayrak... Polisin marifeti...
Bu arada gazetecilerin arasında bu­lunan bir polis, ben konuşma yaparken ana-avrat küfretti. Yine bu orospu ço­cuğu DGM'ye sevkedilirken arkamızdan:
“Sizin gibi İslamcıların..." diye küfretti.
Yine bir gazete muhabiri, "niye ta­banca taşıdığımı" sordu "Yorum yap­mayacağım, savcılıkta bunu açıklaya­cağım" deyince, bu "polis-gazeteci" hemen mevzuu anlamış gibi şöyle dedi; "Bu silâhla adam öldürecektin değil mi?" ve ilave etti: "Bizim yazı işleri müdürlerimiz silâh taşımıyor" Bu, içimi okuyan(!) polis-gazeteciye bişey demedim.
Basına tanıtılacağımız masa upu­zundu; masa ve yerler silâhlarla ve do­kümanlarla dolmuştu. Masada ve yer­lerde İBDA yayınları, İBDA’nın cephe faaliyetleri, Taraf Derrgisi'nin muhtelif sayıları da dizilmişti. Kaleşnikof ve mermileri, tabanca, bıçaklar, pankart­lar, benzin bidonları, afişler, muhtelif kitap, dergi ve dokümanlar, kitap kli­şeleri, telsiz, spreyler vs. vardı masada. Tim, bu masayı donatırken epey uğ­raşmıştı anlaşılan.
DGM’ye Geliş ve Tekrar Şubeye
Gözaltındaki 17. gün olan Cuma günü, basına tanıtıldıktan sonra Şube'den ayrıldık. Şubeden çıkar çık­maz şu anonslar yapılıyordu: "Tüm ekiplere duyurulur Karaköy, Eminö­nü, Sirkeci, Sultanahmet, Çemberlitaş, Cağaloğlu, Aksaray, Yenikapı gü­zergâhını boşaltın. Kalabalık bir grup görüldüğü an dağıtın. DGM'ye misafir götürüyoruz."
Ayrıca bizi, bir çevik kuvvet oto­büsü, iki adet ekip aracı ve TİM ekip­leriyle götürüyorlardı. Bütün bu olağa­nüstü tedbirlere rağmen arkadaşlarımızın bir kısmını taşıyan polis minibüsün lastiği patlayınca Be­şiktaş'ta yolda kaldık. Şu görüldü ki, T.C.nin minibüsünün yedek lastiği yoktu ve orada saatlerce bekledik. Bu kadar olağanüstü tedbirler alan T.C. polisi bir lastik patlayınca gümlüyordu ve istepnesizlikten yolda kalıyordu. Trafik de tıkandı bu arada. T.M. polis­leri trafikçiliğe başladılar. Görülen o ki T.C. istepnesiz bir araba gibi, lastiği patladığı an yedeği yok, yolda kalıyor.
Nihayet hava kararırken Sultanahmet'teki Adli Tabipliğe vardık. Doktora söylemem üzerine odada bekleyen iş­kencecileri dışarı çıkarttık ve işkence izlerini gösterdik. Doktor, benim, Ünsal Zor’un, Kemal Şişman’ın, M. Tahir Başarıcı’nın üzerindeki izleri tesbit etti.
17.30'da Gülhane’ye DGM'ye geldik. DGM önünde de olağanüstü tedbirler alın­mıştı. Polislerin konuşmalarından, "İbdacılar tarafından keleşle taranmaktan" korktukları ve bunun için bu tedbirleri aldıkları anlaşılıyordu. Savcı ifadeleri almaya başladı. Gece 22.30'da bitti ifadeler. 12-15 yaşlarında üç İBDA sempatizanının da ifadesi alınıp serbest bırakıldılar. Şube'den gelen 13 kişiden 11'ini savcı tutuklamıştı. 2 kişi orada serbest bırakıldı. Nöbetçi hakim yerin­de olmadığı için tekrar İşkence Şube­sine götürüldük.
Şube’ye vardığımızda üzerimizden kemer, ayakkabı bağı gibi eşyaları tek­rar aldılar. Kızıl saçlı ve bıyıklı, orta boylu, ince sesli, dayı gibi konuşan, ağzı küfürlü ve ağzından alkol kokusu eksilmeyen düşük pantolonlu, işkence­ci bana "Kıravatını ver, sonra kendini boğarsın" diyerek kıravatımı aldı.
Daha önce hücresinde fenalaşıp doktor çağırıldığını söylediğim Devrimci Sol’lu tutuklu ile aynı hücreye verildim. Devrimci Solcu Metin bana, "yere yatırılıp, iki ayakları açılıp gergince bağlandığını, ellerini tut­tuğunu ve ayakları arasına geçen işkencecinin yarım saat taşaklarına vurduğunu" anlattı. Ve şunu dedi. "İnsan, ölsem de kurtulsam diyor". Taraf Dergisinin işkenceciler hakkındaki “Taş..çı Şehitler”  ifadesini bunun için yazmıştı.
Tekrar DGM ve Cezaevi
Operasyonun 18. günü (28.11.92 Cumartesi) sabah tekrar DGM'ye sevk edildik. DGM'de saatlerce süren ifade ve işlemler sonucunda sorgu hakimi, 11 kişiden 10'u tutukladı. Serbest bırakılan Mehmet Tarakçı, II. operasyondan do­layı gıyabi tutukluluğu olduğu için tek­rar tutuklandı. Böylece 11 kişi Bay­rampaşa Cezaevine gönderildik.
Cezaevine gönderilirken de olağa­nüstü önlemler ve telsizden benzeri anonslar yapıldı. Cezaevine yaklaşık 60 polis ve her güzergâh başlarında ekipler olmak üzere, yer yer trafik durdurularak gönderildik. Cezaevi önünde de 8 ekip vardı . Görülen o ki İstanbul Polisi alar­ma geçirilmişti.
Cezaevi idaresi işlemleri hızlandı­rarak bizi içeri alırken, cczaevindeki gönüldaşlarımız arama mahallinde bizi tekbirlerle karşıladı. Bütün cezaevi ida­resi ve tutukluların şaşkınlığı içerisinde şu sloganlar cezaevini inletiyordu: YA ALLAH BİSMİLLAH! ALLAHU- EKBER!, İŞKENCECİ KÖPEKLER HESAP VERECEK!, YA ŞERİAT! YA ÖLÜM!, KÂFİR DEVLET YI­KACAĞIZ ELBET!, TEK YOL İSIÂM!
Herşey hedefe giden yolda bir vası­ta olduğuna göre İşkence Şubesi de bunun bir durağı idi; cezaevi de...
Taraf Dergisi 23. Sayı
1 Ocak 1993