İbadetleri ferdî ve içtimaî diye ikiye ayırabiliriz. Ancak her ikisine de dahil olan ibadetler de bulunmaktadır. Kapsamı açısından ise dar mânâda ibadet, geniş mânâda ibadet diye ikili ayırım yapılabilir. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi dört rükün diye bilinen dar mânâda ibadetler yanında Yüce Allah’ın ve Sevgili Peygamber’in tüm mesajları (emir, yasak ve talepler) geniş mânâda ibadeti oluşturur.
İbadet, kavram olarak kulluk demektir. Öyle ki bir kulun ferdî ve içtimaî vazifelerinin tümü buna dahildir. Ancak bu kavramın çerçevesi günümüzde çok daraltılmış, sadece ferdî ibadetlere inhisar etmiştir. Bilhassa Kemalist rejimin Müslümanlara empoze ettiği, “İbadetinize karışan var mı, camiler açık işte!” anlayışı, İslâm’ı namaz oruç gibi bazı ibadetlere hasretmiş ve içtimaî vazifelerden (ibadetler) uzaklaştırmıştır. Ancak Müslümanlar bunu kabul etmeyip Cumhuriyet devri boyunca kan-can pahası İslâm’ın iktidarını yaşadıkları mekânda tecelli ettirmeye çalışmışlardır. Zira bir hadiste buyurulduğu üzere, yeryüzü Müslüman’a mescit kılınmıştır. Bütün kâinat Müslüman için fetih ve sirayet alanıdır.
İçtimâî ibadetlerin ferdî ibadetlere önceliği ve hatta ibadetler arasında yerine göre öncelik mevzuunda bazı hususları belirtmeliyiz. Fıkıhta, “fıkhü’l-evleviyyât-öncelikler fıkhı” diye bir prensip var. Mesela Allah Resûlü bir hadislerinde, anne ve baba aynı anda çağırırsa annenin davetine icabet edilmesini buyuruyorlar. Bu bir fıkhü’l-evleviyât’tır. İslâmî tebliğ ve telkinde de bu kural geçerlidir. Yani fert ve toplumların durumuna göre davranılır. “İnsanlara anlayışlarına göre hitap ediniz!” hadisi de buna delildir. İslâm’da tedrîcilik ve sıra ile oluş prensibi de öncelikleri nazar-ı dikkate almayı icap ettirir. Bu meyanda şu mevzuya da temas edelim. Diyalektik, fikrin yürütücü vasfıdır ve çağına göre değişkenlik arzedebilir. Fikrin sıralanışı, tahkiyesi, önceliklerin tesbiti, vakıaya göre usulün belirlenmesi vesaire… Demek ki, İslâm diyalektiğini bilmeden İslâm’ı yürütemeyiz.
İslâm’ı yürütmek için çağını bilmek (fıkhu’l-vakı’) yanında öncelikler fıkhı (fıkhü’l-evleviyât) gerekir ve esasen bu iki şartı da ideoloji-dünya görüşü sağlar. Çağımızda öncelikle idrak edilmesi gereken ise ideoloji şartıdır. Çünkü bu şartta hem ahlâkî tavrımız hem diyalektiğimiz görülür. Öncelikler fıkhına bir misal verelim. Hollandalı günde birkaç kere yıkanıyor. Ona İslâm’ın temizlik hükümlerinden fazla bahsetmeye gerek yoktur, ona İslâm’ın başka hükümlerinden bahsetmeliyiz.
İbadet kavramını da bütüncül bakış içinde ve dengeli bir şekilde anlamalıyız. İbadet kavramını doğru veya yanlış anladığımız hususu şu soruda ortaya çıkar. Meselâ, biri günahkâr ancak iyi komutan, öteki ibadetine düşkün ancak vasat bir komutan var. Ordunun başına hangisini geçiririz? İmam Ahmed b. Hanbel, günahkâr ancak iyi komutan ordunun başına geçer, diyerek muteber cevabı verir. Zira onun ibadetlerindeki noksanlık kendine, ancak komutanlıktaki yeteneği ise İslâm ümmetine fayda sağlar, diye hükmünün gerekçesini de açıklar. Burada içtimaî faydayı görmek ve bütüncül düşünebilmek söz konusu. Günümüzde fıkıhçılar parça mevzu ile ilgilenirken bütün ile ilişkisini yitiriyorlar. Halbuki birçok yeni meselenin kültür emperyalizmiyle ilgisi var ve bu da ideoloji şartı demektir. İdeoloji ve diyalektik şartı çağının icap ettirdiği öncelikleri hesap eder ve ehemmi mühime tercih eder. Demek ki ideoloji-dünya görüşü (İslâm’a muhatap anlayış davası) şartını idrak edemeyen fıkıhçının fetvaları lokal kalmakta, bütün ile ilişkisi zayıf olmakta ve bu da sorun teşkil etmektedir.
Sahâbî Ebû Mihcen hâdisesini de burada anlatalım. Savaş gecesinde ordusunu teftişe çıkan baş komutan Sa’d b. Ebi Vakkas, içki içen Ebû Mihcen’i görüyor ve hapse attırıyor. Kanlı ve şiddetli geçen savaşın üçüncü gününde İran ordusunun meşhur kahramanı Rüstem meydana çıkıp iki Müslüman savaşçıyı şehid ediyor. Bu manzarayı hapsedildiği yerden seyreden Ebû Mihcen’in sabrı taşıyor ve Sa’d’ın zevcesine yalvarıyor. Kadın sade Ebu Mihcen’i bırakmakla kalmıyor, ona zevcinin kısrağını da veriyor. Ebu Mihcen rüzgâr gibi meydana atılıp İran kahramanını yere serdikten sonra İran ordusunu bir ucundan öbür ucuna kadar yarıyor, sağa-sola salladığı kılıçlarla önüne geleni deviriyor, sonra dönüyor, kendisini prangalıyor. Zafer ise Müslümanların oluyor. Başbuğ Sa’d vaziyeti haber alınca Ebu Mihcen’i içkiye tövbe ettirerek serbest bırakıyor. Demek ki, ferdî ibadetlerde zaafı olan bir Müslüman, içtimaî bir ibadetle çok faydalı bir rol oynayabiliyormuş.
İslâm, cemiyet dinidir. İçtimaî vazifelerimizi/ibadetlerimizi ihmal ederek, kolayımıza ve rahatımıza geldiği için ferdî ibadetlere ve nafilelere yönelmemiz doğru değildir. Bir Müslüman, kardeşi darda iken veya İslâm’a yönelik bir tehdit-tehlike varken, “Ben biraz Kur’an okuyayım, biraz ibadet edeyim.” diyemez. Derse, bu Rahman’dan gelen bir duygu değil, Şeytan’dan gelen bir telkindir. Zaten hem fıkıh, hem bedihî idrak bize darda olan Müslümanlara yardıma koşmayı emreder. Kısaca, komşumuzun veya bir Müslümanın evinde yangın çıkarken sıcak odamızda namazımıza-niyazımıza devam edemeyiz!
“Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” Resûl buyruğunu hepimiz biliriz, ancak bunun bizi ne boyutta içtimaî dayanışmaya sevkettiğini fazla düşünmeyiz! Hadiste içtimaî vazifeler en can alıcı noktasından yani karnımızı doyurmak noktasından işaretleniyor. Komşusu derken yakınından başlamaya vurgu yapılıyor ve âdeta öncelikler işaretleniyor.
Emirlerde de öncelikler vardır. Mesela meşhur bir hadiste, “Bir kötülük gördüğümüz zaman önce el ile, eğer gücümüz yetmezse dil ile ve buna da gücümüz yetmez ise kalp ile buğz etmemiz” emredilmekte ve üçüncüsünün “imanın en zayıf derecesi” olduğu vurgulanmaktadır. Demek ki öncelikler ve makbuliyet sıralaması vardır.
Mevzumuzla alakasından dolayı âlim bir zatın şu değerlendirmesini aynen aktaralım:
“… Necip Fazıl Bey’le vaktiyle beraber yolculuğumuz da oldu. Bandırma’ya Gönen’e gittik.
Kabına sığmaz bir zekâ, gördüğü yanlışı hemen anında söyleyen, izâlesi için didinen bir insandı. Böyle çok hoş tarafları vardı.
Ben o zamanlar, burada, Üskûbî İbrahim Ağa Yerebatan Câmii’nde imamım. Allah rahmet eylesin, Hacı Nuri Topbaş arada sırada bizim câmiye gelirdi.
Bir gün -Nurî Topbaş merhum-: Hoca Efendi, dedi, Necip Fazıl’ı nasıl tanırsınız? Biz kendisine az çok yardımcı olmaya çalışıyoruz, fakat, kumar oynuyor, içki içiyor diyenler oluyor!.. Siz ne dersiniz?.. diye sordu.
1950’li yıllarda, Menderes devrinde oluyor bu. Câmide geçiyor bu konuşma. Namaz bitti, câmiden çıkmaya hazırlanıyorduk. Sarığı cübbeyi çıkardım: Hacı Nuri Bey, dedim, beni dinler misiniz?
E söyle! dedi.
Ben de bunun üzerine şunu söyledim o zaman ona: Ben, dedim, eğer sizin gibi zengin olsam… Her sabah erkenden Necip Fazıl Bey’in kapısına bizzat kendim giderim!.. Yerime vekâleten bir başkasını filân da göndermem ha!.. Bizzat kendim giderim ve ona derim ki: Sen bugün içki içecek misin? diye sorarım. Eğer, farz-ı muhal, o da: Evet! Derse, bu defa ona: Bu işret için ne kadar para lâzım sana? diye sorarım, sonra da eğer bir rakam söylemişse söylediği miktarı veririm.
Bilâhare: Bugün kumar oynayacak mısın? diye sorarım.
Diyelim ki: E tabii!.. dedi. Onun parasını da veririm. Sonra da bir de evinin barkının geçimi için yüklüce bir para verdikten sonra, ona derim ki: Hadi şimdi git küfrün belini kır!..
Siz sanmayın ki biz harama geçit veriyoruz!.. Hayır!.. Böyle bir şey yok!.. Kaldı ki, Necip Fazıl Bey’in vaktiyle böyle halleri var imiş, fakat terk etmiş… Biz böyle biliyoruz, böyle düşünüyoruz. Kendisi de söylüyor bunu zaten, saklısı gizlisi yok.
Necip Fazıl Bey, hiç kimsenin yapmadığı bir işi yapıyor. Ondaki iman ve aksiyon devam ettiği sürece, biz ona bu zaviyeden bakmak ve onu desteklemek durumundayız… Hüsn-i zan edip aldanmak, sû-i zan edip de isâbet etmekten hayırlı olabilir… dedim ve desteklemelerini tavsiye ettim. Allah rahmet eylesin, İslâm’a hizmetleri büyüktü…
Ben her hâlükârda destek verdim merhuma…” (1) (Not: İmla kaynakta geçtiği gibidir, dokunulmamıştır.)
İbadetlerde İslâm’ın önceliğini ve içtimaî ibadetlerin ehemmiyetini çok güzel idrak etmiş bir hocaefendinin kendi üslubuyla değerlendirmelerini okudunuz.
Ferdî ibadetlerin içtimaî vazifelere basamak olması bakımından Necip Fazıl’ın namaz ile ilgili büyük harfle vurgulu şu tesbiti de mevzuyu hülasalandırıcıdır:
“HİÇBİR ŞEY NAMAZLA BİTMEZ, HER ŞEY NAMAZLA BAŞLAR!..” (2)
Cemaatle namazın askerî bir disiplini barındırdığını (imama tâbiyet, safların sıralanışı vs.) ve Cuma namazının tamamen içtimaî bir ibadet kategorisinde olduğunu da hatırlatalım. Ancak bu ibadetlerdeki içtimaî yönün canlı tutulması şartıyla…
Necip Fazıl, zâhir ve bâtını, ferdî ve içtimaî vazifeleri bir bütün hâlinde sunduğu, yepyeni bir ilmihal tarzındaki İmân ve İslâm Atlası eseriyle bir düşünür ve sanatçının hazırlamış olmasından dolayı doyurucu olarak çağımıza hitap eder. Bu eserinde sünneti üçe ayırır: “İbadet sünnetleri, içtimaî ve umumî hayat sünnetleri, ferdî ve hususî hâl sünnetleri.” (3) İbadet sünnetlerini asker üniforması gibi sabit, kat’î ve mecburî olarak işaretledikten sonra diğerlerini, “sünnet edebi” veya “edep sünneti” olarak isimlendirir. Onlar arasında önceliklerin tayini için bazı usûl hatırlatmaları yapar, suret-i hak edasıyla sünnetteki rahmet sırrının kısılamayacağını (sünneti ihmal eden herkesin şefaatten mahrum kalacağını iddia edenler gibi) söyler; ayrıca diş temizliği ve duş altında gusül gibi murada uygun yeniliklere açık olmak gerektiğini ifade eder. Üstad, şekil ile ruh arasındaki vicdanî bir mutabakat ile dinin yürütülmesini esas alır.
BD-İBDA dünya görüşünün ferdî ve içtimaî vazifelerimizin cemiyet modeli üzerinden tecellisi olduğunu ifade edelim. Sünnet de zaten şeriatın zâhirde/cemiyette tecellisi demektir. Sünnet, sahâbî tatbikatıyla sünnet olduğu için BD-İBDA İslâma muhatap anlayışında tek örnek modeli olarak sahabîler en başa alınmıştır.
“İçtimaî vazifeler” derken şu hususa da dikkat çekmek isterim. İbdacı bilinen veya kendini öyle takdim eden birçok kişinin sosyal medyada İbda’ya yakışmayan davranış içinde bulunduğunu duyuyorum. İbdacılık er meydanında zuhur etmek olup kişi veya kişilerin iş ve eserlerinde görülecek olan ahlâkî, siyasî, içtimaî vs. faaliyetler bütünüdür. “Sosyal medya” gibi dedikodu ortamlarında boy göstermek ve ucuz kahramanlık yapmak gönüldaşlık faaliyeti değildir. “Allah çilesini çektirmediği şeyin nimetini vermez.” İBDA Mimarı’nın bu uyarısını da dikkate alarak ucuz kahramanlık yerine oluş ve çile yoluna girersek ancak o zaman davamız yükselir. Ahlâkî temeli olmayan hiçbir ilişkiye ve faaliyete girilmemeli, parsacılık gibi nefsanî hesaplardan uzak durmalı, samimiyetle oluş yolunda yürümeye bakmalıyız. Aksi halde “İbda harici İbdacılık” tehlikesine düşeriz. “Sosyal medya”daki dedikodu ve ahmaklıkları izleyerek zaman israfına değil, Üstad ve Kumandan’ın bizden istediği branşlaşmaya yönelelim. Onların mirasına sahip çıkalım. Sözümüz, bu platformları doğru kullanan ve oluş yolunda olanlara değildir.
Dipnotlar:
1. Mustafa Özdamar, Üstâd Necip Fazıl, Kırk Kandil Yayınları, İstanbul, 1997, s. 22-24
2. Necip Fazıl Kısakürek, Rapor 4, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1979, s. 61.
3. Necip Fazıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul, 1981, s. 216.
Aylık Baran Dergisi 6. Sayı
Ağustos 2022