Sahih bilgi Allah ehli’nin bilgisi olmalı ve “zevk”ten kaynaklanmalıdır. Doğru düşünce ve doğru düşünce faaliyeti de imanın keşfiyle elde edilen bu bilgiye dayanmalıdır. Çünkü fiillerde esas, sağlam bir yaratılışa dayanan imandır. İman, “İslâm ile ihsan arasında berzahtır.” Ve de “zevken idraktir.” Talepleri ise asildir. Dolayısıyla, zevk yoluyla elde edilen bu bilgiden mahrum olanın her söz ve davranışı değersiz, konuşmaları yersiz, kalbindeki duygular zevksizdir. Görülmesi gerekeni göremez, duyulması gerekeni duyamaz. Kendi sabiteleri olmadığı gibi, feraset sahibi de değildir. Bilgiye değil, ilgilerine yoğunlaştığı için, söylenenlere hikâye ediliş biçimiyle inanır; şeyleri değil, sadece o şey hakkında söylenenleri bilir. Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyanın hakikatiyle temasa geçemez. Hakk’ın iradesinin en bedihî ve bediî ifadesi olan, İslâm dünyasının ortak kültürünü, dolayısıyla da ortak hafızasını şekillendiren, bütünü kuşatan “ana yapı” ya dair incelikleri zevk yoluyla kendine indiremez. Çünkü insanın şevk ve özlemi; bilgisi, bilgisi de Allah’ı bildiği kadardır.

Dolayısıyla, “Güzel”e sonsuz bir özlem duyan ve bu özlemi dindirmenin arayışı içinde, ortaya eşsiz, misilsiz ve benzersiz bir sistem koyan “Gerçek insan”a ve sistemine muhatap anlayışımız “zevk” temeline oturmalı ve bu zevkten beslenmelidir. Çünkü Allah ehli yüce insanın, gökkuşağının renkleri misâli aynı istikamete ve aynı gayeye doğru akan eserlerinin her biri ledünnî zevk ilimlerinin ürünüdür. Apaçık bir hakikatin ve zevkin ürünü olan ve bütün hakikatleri kendisinde toplayan “Mutlak Fikir”den damıtılmışlardır. Eserlerinde kısım, bölüm yerine tercih ettiği “levha” (parıltı) tabiri, hâlden hâle geçişlerin ifadesidir; her bir levha, ibdaî kaynaktan yayılan ibdaî tecellileri yansıtır. “Varoluş”a dâir tüm keyfiyetleri içinde barındıran tecelli nuruna sonsuza kadar açık “Büyük Sanatkâr”, kelâmın sırlarına ermiş olmanın da bahtiyarlığı içinde, zevkle temâşa ettiği mânâlara maddeler giydirir ve onları bu maddeler içinde izhar eder. Mukîm olduğu makamda, mûkin (yakînî iman) sahibi olarak müşahade ettiği, ama faş etmesine izin verilmeyen sırları yoğurur, biçimlendirir, kendi diyalektiğinin kalıbına döker ve bunları yeni bir dile dönüştürür. Salih Mirzabeyoğlu’nun portresini çizebilmek, âdeta Müslümanların ruhlarına verilmiş bir tür arınma ve yenilenme emri olan eserlerini anlayabilmek ve onlardan yansıyan saf ışığı görebilmek, bu dili anlamakla mümkündür.

Ancak, anlamak özünde bir “okuma”, bilgideki özel ilgiyi yakalama, farklı bir formda gördüğü fikri tanıma meselesidir. “Ödül”ün tesirini gösterebilmesi için, okunan şeyin neyi amaçladığını tam olarak bilmeyi ve nüfuz edilme istidadına sahip bir bünyeyi gerektirir. Bu da öncelikle bilgi ve hakikat mefhumlarıyla alâkalıdır. Bilgi ise bilinene tâbidir. Aynı zamanda hem bir tecrübe hem de bir zihnî dönüşümdür. Eğer karşımızda duran eşyanın hakikatiyle ünsiyet kesb edip onu isimlendirebilirsek, önce “okumuş” sonra da “anlamış” oluruz. Dolayısıyla, anlamak bir yerde “avlamak”, âmâde kılmaktır. Eşyanın dizginlenemeyen vahşetine son verebilmek, iç âlemimize bir tertip, düzen getirebilmektir. Ne var ki, tüm bunları yapabilmek düşünmeyi ve anlamayı istemeyi gerektirir... Sende olanı kuvveden fiile çıkarmak gibi bir çaba içinde olman gerekir. Bu da bir irade meselesidir. Aksi takdirde hiç bir şey anlamaz, “sen ne söylersen söyle, ben bildiğimi sallarım” misâli, anladıklarınla anlamadıklarını temsil ederek, anlamsız bir hayatın içinde yuvarlanır gidersin. Çünkü hakikat her bakan göze kendini vermez, İlâhî yardım gerekir.

Dolayısıyla, her an farklı suretler yaratarak daimi bir devinimle hayat bulan kâinatı, iman nurundan mahrum sıradan bilginin sezgisiyle, kuru aklın yahut duyuların bilgisiyle kuşatmanız mümkün değildir. Hakk’ın kendisine mahsus tecellilerinin mazharı olan eşyanın sadece bir yönüyle değil, tümüyle temasa geçebilmeniz, bir bütün olan âlemi birlik ve bütünlük içinde kavrayabilmeniz için kendinize, hayata ve ötesine dair taleplerinizi, sorumluluklarınızı MUTLAK FİKİR’le kesiştiren; “kendinden zuhur” hâlinde, hayatın her alanında, farklı görüntüler altında ortaya çıkıp belirleyici olan “BÜTÜN FİKİR”i tanımanız ve ona dayanmanız gerekir.

Çünkü her şeyi kelâmın sonsuzluğuyla tek hamlede ve tüm zamanlar için aşkla söyleyen “Sevgili” de, O’nun söyledikleri de “tek”tir. Çokluk ve farklılık âlemde çoğalan suretlerde, bizim “sevgili”yi ifade ediş ve dile getiriş biçimimizdedir. Ne var ki, Zat-ı İlâhî yarattıklarıyla perdelenmiştir ve mutlak bilinemezlik içindedir. O zannettiğimiz her şey O’na perdedir. “O hep ötede, ötenin de ötesinde, sonsuz kere ötenin ötesindedir.” Aşkın da sanatın da özünü, kaynağını bu erişemezlik, ama hissedebilirlik duygusu oluşturur.

Dolayısıyla, yaratılmışların en şereflisi olması hasebiyle insanın da, yaratıcı bir kaynaktan yayılan ve “varoluş”a dair tüm nitelikleri içinde barındıran tecelli nurunu kabul edecek bir ruh, beden ve lisân zarafetine sahip olması gerekir ki; işaretten işaret edilene yönelebilsin, Hakk’ı halkta tanıyabilsin, kendisini bütünleyecek bütünleyicileri tanıyıp kıymetini bilsin... Tanımamakta ısrar eden ve onlara bilgisizce yaklaşan cahil kendi hazin sonunu hazırlamış olur. Çünkü Allah’ın rızası böyle bir nasipsize taalluk etmez, Allah kalbindeki iman nurunu çeker alır.

Zira “varoluş”u mânâlı kılan şey, “tüm hayatı eviyle işi, dişiyle eşi arasında mekik dokumaktan ibaret”, bilgisi artsa da bilgeliği artmayan, muhtemel bir şey olan “ortalama” insandan kaynaklanmaz. Farklı bir yaratılışa sahip, “Sevgili”nin niteliğine intikâl edebilen, O’nun hususiyetleriyle nitelenen Allah ehli insanlardan kaynaklanır. Onları farklı ve vazgeçilmez kılan şey bu nitelikleridir. “Fikir aristokrasisi”nin en seçkin iki insanı; Necip Fazıl Kısakürek ve Salih Mirzabeyoğlu, bu muhakkik âlimlerin büyüklerindendi. Asrını yücelten, inançlarının büyüklüğü nisbetinde iddiaları da büyük bu iki yüce insan, artık büyük ruhlar doğuramaz olmuş bir millete Hakk’ın bir armağanıydı. Kemâl ve istidatları nisbetinde çile ve cihadları da büyük oldu. Fikrî dokunuşlarıyla bizlere dinimizi sevdiren, bizi bütünleyen, bilgileriyle bizi dirilten bu iki güzel ve çilekeş insanı vefatlarının sene-i devriyesinde hasret, minnet ve rahmetle anıyorum, mekânları cennet olsun.

Aylık Dergisi 188. Sayı, Mayıs 2020