Kitap okumanın faydaları üzerine onlarca yazı okuduğunuza eminim. Gazete köşelerinden kitaplara, akademik makalelerden Facebook paylaşımlarına uzanan bir genişlikte bu mevzû etrafında yazılmış, söylenmiş yüzlerce cümleye rastlayabiliriz.
 
“Okumak” hakkında söylenenlerin çokluğuna mukabil “istenen” netice elde edilmiyorsa, insanların-okumayanların vurdumduymazlığına bakıp işi gelişigüzel sebeplere bağlamak da doğru bir yol değil; nerede hata yapıldığına bakılmaksızın kuru nasihatlerle günü geçirmek, okumayı durmadan tavsiye edenlerin içinden çıkmaları gereken bir (handikap)tır. Çünkü araba sürmenin, bisiklet sürmenin, tarla sürmenin nasıl bir usûlü varsa, elbette okumanın da bir usûlü var; esasın olmadığı yerde ise kuru kuruya usûle bağlı kalmanın bir mantığı olmadığını herhalde kabul edersiniz.
 
 İyi bir (şoför), bana kalırsa (otomobil)ini kullanmasını bildiği gibi, nereye ve nasıl, hangi yoldan gidileceğini de bilendir.
 
Durmadan okumayı tavsiye edenlerin -çevreme göre bunlardan birisi de ben oluyorum - insanların okuyamamalarından beslenmeleri gibi bir hataya zamanla düştüklerini görüyorum. Okumayı tavsiye edenlerin kendilerinde uzun yıllar boyunca gelişen hassayı, muhataplarından çok kısa süreler içerisinde beklemeleri, hem kendilerinin istedikleri neticeyi elde etmelerine ve hem de muhataplarını olmayacak bir durumun içerisine sürüklemelerine sebep olmaktadır diye düşünüyorum.
Okumak, bir şekilde hayattaki bakış açımızı belirlemek olduğuna göre, okumayı tavsiye edenlerin, “okuma” fiilinin esasen ne için olduğu bahsini “es” geçip okumanın usûlü hakkında verdikleri sonu gelmez mâlumâtlar, bir süre sonra “sıkıcı” bir hâl almaya başlar. Böylelikle de, neyi nasıl yapacağını zaten bilmeyen muhataplarını karmaşık bir durum içine sürükleyerek kararsızlığa iterler, itmektedirler.
 
Bu hususta yapılan en sık yanlışlardan birisi de kitap okumayı tavsiye edenin bu hususu sıklıkla tekrarının, meselenin mekanik bir boyuta taşınmasına sebeb oluşudur; sevgi ile yapılacak olan, yapılması gereken bir eylemi (didaktik) bir tarzda sunmak, hedeflenenin aksi bir vaziyete yol açacaktır. Bu tarz ile ancak “kurallar” uygulanabilir; oysa okumanın kurallarından habersiz bir insandan o kurallara uymasını beklemek, meseleye yanlış bir yaklaşım biçimi sergilemektir. Burada gözden kaçırılan husus, telkinci olunacak yerde tebliğci davranmak ve elde edilmek istenen neticeyi kendi elimizle ötelemektir. Hâlbuki memleketimizin en ücra kasabasındaki bir ilkokul talebesi bile kitap okumanın “iyi bir şey” olduğunu bilir. Tam mânâsıyla işin ruhunu kavramasa da, hiç tahsil görmemiş bir “teyze” bile kitap okumanın “faydalı” olduğunu söyleyebilir. Bu misâlden de anlaşılacağı üzere, kitap okumanın faydaları hakkında boyuna tavsiye vermek esasen faydasızdır… Belki de (Bukovski) “vaaz verenlerden sakının, bilmişlerden sakının” derken bu türlü nasihatleri kastetmişti, kim bilir?
 
“Kitap okumak” denilince elbette gönderilen ilk ayet geliyordur birçoğumuzun hatırına; nitekim benim de aklıma böyle gelmiş ve bir gün “nasihatlerden örülü” bir yazı yazmıştım. Yazının başlığı da “ikra” idi; gerçi bugün o bir sayfalık yazıya bakıp gülümsediğimi, yazıyı pek yavan bulduğumu, bugünden bakılınca ve itiraf etmek gerekirse neredeyse “küstahça” gözüktüğünü söylemek isterim…
 
“İkra”dan bahsetmemin sebebi, memleketimizdeki Kur’anı Kerim meâllerinin çoğunda “oku!” diye yazılan ayetin İngilizce meâllerindeki karşılığının gayet enteresan oluşudur; İngilizce’de “Proclaim” kelimesiyle karşılanan/meâl edilen ayet, dilimizdeki anlamından daha başka bir hüviyettedir.
 
 Proclaim: İfşâ et, duyur… Yine aynı ayetin meâli babında İngilizce “karşılığı” olarak kullanılan bir kelime, “Say”, yani zikret, bahset, söyle…
 
Bu mesele etrafında sanıyorum hatırlanması gereken İslâm’ın “nakil” vasıtasıyla bize ulaşmasıdır. İslâm’ın “nakil dini” olmasıyla kastettiğimiz anlaşılıyordur sanırız; bu faslı ayrıca açmayacağız…
 
 Önceki devirler ayrı , bu yüzyıl içindeki en büyük cinayetler kitaplarla yapıldı. … Baran Dergisi’nin 375. sayısındaki “Çöp Müzesi Yahut Yakılacak Kitaplar” başlıklı yazımdan söylediğimiz mevzû ile alakalı bir cümle:
 
“1934’te Nazi öğrencisi Herbert Gutjahr’ın 70 bin kişinin toplandığı Opera meydanında 20 bin kitabın yakılmasını başlatırken “Alman olmayan her şeyi ateşe atıyorum” deyişi bugün lanetlense de, vardığımız noktada bütün milletlerin aynı haykırışı dile getirmesinin vaktinin geldiğini hatırlatmıyor da değil... Zihnimizdeki çöplüklerin oluşturduğu metan gazlarının patlamasıdır sosyal hayatımızdaki bütün çarpıklıklar.”
 
Memleketimiz, insanımız en çok “bilgi” tarafından istismar edildi ve Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun teşhisiyle “bilgiyle kirlendik.” “Bilgiyle kirlendik ve yine bilgiyle temizleneceğiz”…
 
“Kitap okuma” bahsine gelirsek; günümüzün “karışık” manzarası içerisinde kitap okumasını tavsiye etmek çetrefilli bir iştir sanırım, çünkü devamlı düşülen bir yanlış olarak insanlar okudukça “bilgili” olacaklarını zannediyorlar. Genç arkadaşlar da “bilgi çağı”nın bir yanılsaması olarak okumaya çok hevesliler. Özellikle gençlerin kitap okumaya hevesli olmaları sevindirici bir durum ve insanlar okudukça “bilgi” sahibi olur, ama elde edilen “mâlumât” faydadan çok zarar veriyorsa –verecekse- o mâlumâtı elde etmenin faydası nedir, açıkçası anladığım bir husus değil… Günümüzde olan da budur; herkesin her şey hakkında mâlumâtı var. Fakat bütün bu mâlumât yığınına mukabil, yine herkesin ortak kanaati olarak memnun olmadığımız hayat tarzları içinde aynı tekrarları sürdürüp değişime ayak direyerek yaşamaya devam ediyoruz. Hatta tüm bu bilgi yığını öyle birikti ki, “İsviçreli Bilim Adamları” bile artık mahalle bakkalının çocuğu kadar olsun “yeni” bir bilgi sunamıyor. “Bilgi”den bunaldık; içimiz-dışımız vıcık vıcık “bilgi” oldu… Gerekli, gereksiz, işe yarar, yaramaz; dünyayı kurtaracak olan ama sosyal medyada harcanan, hiçbir işe yaramayacak olan ama manşetlerden gözümüzün içine sokulan bilgiler…
 
“Bilgi”yi ötelemek yahut kötülemek gibi bir niyetim yok. Yalnız, bu kadar bilgiyle ne yapacağımıza karar verememiş olmamız beni şaşırtıyor. Denizlerin üstünde asma köprüler kurabilen, yüz katlı gökdelen inşâ eden aklın sokaktaki bir tinerci çocuğa sahip çıkamaması, onun o hâle gelmesini engelleyememesi bir şeylerin yanlış gittiğini göstermiyor mu?
 
Bu yanlışı (Rüdiger Safranski) şöyle tanımlar:
“Pragmatik Aydınlanma’nın sancağında öngörülebilirlik ve planlanabilirlik ilkeleri yazılıydı. Oysa 80’li ve 90’lı yıllar ekonomik krizler ve savaşlar getirir. Fransız Devrimi’nin ilk perdesi bir akıl davranışı olarak görülebilirdi ama devrimin kargaşalı ve terör saçan neticelerini, planlayan aklın tarihinin zıvanadan çıktığının ve aydınlık aklımızdan ziyade karanlık doğamızın üstünlük kazandığının bir işareti olarak yorumlamak gerekiyordu.”*
 
Bugün elde ettiğimiz “bilgi”ler “tefekkürün labirenti”ni sevmez; bu sebepten günümüzde bir paradoks gibi gözükse de kitap okumayı tavsiye etmek, doğrusu, herkesin kitap okur hâle gelmesi “tefekkür” etmeyi, düşünmeyi, yani fikretmeyi öteledi; insanın “bildiği” üzerine düşünmesi günümüz için bir lükstür artık.
 
Anlaşılmamak yahut anlaşamamak da bu sebebten türedi. Çünkü “konuşma”, esasında Salih Mirzabeyoğlu’nun “Şiir ve Sanat Hikemiyatı” isimli eserinde belirttiği üzere “bir düşünce biçimidir.” Yine aynı eserde “bugün, konuşmanın bir düşünce biçimi halini almadığı” da vurgulanır.
 
“Kitap okumak” bir yönüyle -ve bana kalırsa tamamen - konuşmaktır. Yazarın varoluşuyla irtibata geçen okur, kâh ona katılmakla ve kâh reddetmekle onunla konuşur, bir nevî derin bir diyaloğa girer. Bizi anladığına inandığımız birisi olmadığı müddetçe sakladığımız fikirlerimizi kitap okurken olabildiğince serbest bırakıyor oluşumuz, en iyi konuşmanın iyi bir kitap okumakla mümkün olduğunu gösterir.
 
Aşağılama ve yüksekten bakma gibi hislere bulanmadan sormaya çalışalım o hâlde: Önümüze gelen her insanla ve istediğimiz biçimde konuşabilir miyiz? Kimsenin kimse ile belli sınırlar ve sınırlamalar olmadan konuşamayacağı herkesin ortak kanaati olsa gerek; pratiğe döküldüğünde bize, konuşmanın istediğimiz zaman istediğimiz kimseyle olamayacağı prensiplerini veren bu durumu belki de insanlığın kurtarıcısı olan kitaplarla teklifsizce yapabilme hürriyetini kim verdi peki? Salih Mirzabeyoğlu’nun “bilgiyle kirlendik” dediği hususun bir tarafı da bu olsa gerek.
 
Bugün kitap okumamaktan ziyade, bana kalırsa kitap okuma yahut “çok okuma hastalığı” vardır; 18. Yüzyılın sonunda başlayan ve neticeleri günümüzdeki her toplumu saran bu tanımı (Rüdiger Safranski) yapmıştır. (Safranski) bu hastalığın “neredeyse bir salgın” hâline geldiğini, okuma alışkanlığının ister-istemez değiştiğini, hâliyle zihinlerin de bu değişime ayak uydurduğunu söyler:
 
“Bir kitap birçok defa okunmaz, tersine çok kitap bir defa okunur. Çok defalar okunan ve incelenen büyük, önemli kitapların, İncil’in, ahlâkî yazıların, takvimlerin otoritesi azalır, daha büyük bir okuma malzemesi kütlesi, okumak için değil, yutulmak için yaratılmış olan kitaplar talep edilir.” Ne kadar da günümüze benziyor değil mi?
100’ün üzerinde esere imza atmış olan (Ogüs Lafonten) hakkında söylenilen “okuyabildiğinden daha hızlı yazdığı, öyleyse bütün romanlarını okumuş olmasının mümkün olmadığı” esprisi, bir bakıma bahsettiğimiz furyayı özetler… Bedenlerimizin esnekliğe ihtiyaç duyduğu kadar zihinlerimizin de buna ihtiyacı vardır. Biri diğerinden eksik olduğunda ister istemez uyumsuzluk baş gösterecektir. Bergson bu durumun çözümlemesini yaparken “Gerginlik ve esneklik: işte hayatın sahneye koyduğu, biri diğerini tamamlayan iki kuvvet!” der. Sanıyorum bu misali “çok okuma hastalığı”na da uygulayabiliriz; çünkü okumakla kazanılacak hassanın kaybedildiği yerde “biri diğerini tamamlayan kuvvet”lerden birisi zaafa uğramıştır. Buradaki durumda bir parçalanma, sakatlanma vardır. Böyle olduğu vakit (Tieck)in “harika ütopya ülkesi aslında dizimizin dibinde, ama teleskoplarımızla onun ötesine bakıyoruz” sözlerine çatıyoruz. (Safranski)nin “çok okuma hastalığı” diye nitelediği durum, edebiyatı, yani kültürü zamanla değiştirmiştir. Avrupa ise (200 yıldır onlar ne yaşıyorsa kopyasını yaşadığımız için bizim için de geçerli) 20. Asır’a gelindiğinde aklın yaptığı devrimlerden çoktan uzaklaşmaya çalışıyordu. Nitekim Bergson’un bilgiye erişimde “Akıl”ın yerine koyduğu yeni tanımlama, yani “seziş”, bunun göstergesidir bir bakıma.
 
Fransız Devrimiyle Avrupa’dan dünyaya yayılan aklın tahakkümü, ruhun sonsuzluğa olan iştiyakını bulamamış, anlayamamış bir vaziyette çırpınırken, bu çırpınmayı durdurmak ile muvazzaf Doğu, durumun vahametine eş bir şekilde içten içe çürüyordu.
 
Bizim kültürümüzde derin bir yeri olan fikretme ve hayal kuvvetini “Romantikler” yeniden keşfederek, aklın ruh üzerine tamamıyla tahakküm kurma girişimini çelmeledi. “Pragmatik Aydınlanma” ekonomik krizler ve savaşlar getirdiğinde “Aydınlanmacı ilerlemenin elle tutulur başarısızlığından dolayı kuşkuya ve çaresizliğe” sürüklenmişti Avrupa… “Çok okuma hastalığı” böyle bir dönemde baş gösterir; çünkü insanlığın mutluluğundan önce kendi mutluluğunu özleyen, isteyen “bireyler” oluşmuştu. Tam da böyle zamanlarda (aynen günümüz gibi) “şaşırtıcı dönüşümler, büyük mutluluğa getiren karşılaşmalar umulur.” Yine günümüzdeki gibi romancıların bütün Avrupa’da çoğalması ve mevzularını “şaşırtıcı dönüşümler, büyük mutluluğu getiren karşılaşmalar” üzerine kurmaları bir rastlantı değildir.
 
Bugün her köşe başında gördüğümüz roman bolluğu, “okuma hastalığı”nın özünde yatan sebebin bir neticesidir aslında; “şaşırtıcı dönüşümler” beklentisinin. Yağmur yağmadan evvel havada oluşan sıkıntıya benzeyen bu sıkıntıyı gidermek için insanların “çok okuma hastalığına” tutularak iyi bir kitabı birçok defa okumamaları, aksine, çok kitabı bir defa okumaları sanırım mazur görülmelidir.
 
Fakat (Bukovski)’nin “Kitlelerin Dehâsı” isimli şiirinde söylediği üzere “çok kitap okuyanlar”dan sakınmak ve “vasat”lardan uzak durmak her zaman iyidir:
… “Tanrı’yı vaaz edenlerin
tanrıya ihtiyacı var
barış vaaz edenlerin
huzuru yok
sevgiyi vaaz edenler sevgisizdir
vaaz edenlerden sakının
bilmişlerden sakının.
durmadan kitap okuyanlardan sakının
yoksulluktan nefret edenlerden
ya da gurur duyanlardan sakının
övgü göstermekte hızlı davrananlardan sakının
karşılığında övgü beklerler
 
sansürlemekte hızlı davrananlardan sakının
bilmedikleri şeylerden korkarlar
 
sürekli kalabalıkları arayanlardan sakının;
tek başlarına bir hiçtirler
 
ortalama erkekten
ortalama kadından
sakının
sevgilerinden sakının
 
sevgileri vasattır,
vasatı aranır dururlar
ama nefretleri dâhiyanedir
nefretleri seni beni
herkesi öldürebilecek kadar dâhiyanedir.”…
 
Dipnotlar
            * Romantik-Bir Alman Sorunsalı, Rüdiger Safranski, Kabalcı Yayıncılık, sayfa 54. 
Baran Dergisi 432. Sayı