Günümüzde “idealsizlik ideali” olarak kitleleri avutma aleti olan meşin top zannediyorum her şeyi tamam bir cemiyette aslî hüviyetine kavuşacak, yani müsabaka zevkinin seyrine doğru incelecektir. Bu meyanda şu hususlardan bahsetmek istiyorum:
Türkiye Süper Ligi’nde bütün dikkatler Galatasaray Futbol Kulübü üzerinde; çünkü geçen sene başarısız bir sezon geçiren Galatasaray, bu sene yaptığı yabancı oyuncu transferleriyle beraber Türkiye Ligi’nde adeta rüzgar gibi esiyor, her oynadığı maç başka kulüp taraftarları tarafından bile alâka ile takip ediliyor. Bu alâkanın sebebi, Avrupa liglerine göre ağır aksak, kör sağır bir periyod çizelgesi taşıyan Türk liglerinin aksine Galatasaray’ın neredeyse doksan dakika boyunca pres yapması, rakiplerini bunaltması neticesinde müsabakalarda görmek istediğimiz heyecanlı anları ortaya çıkarması; bir maç süresince beş-on defa mühim anlar görmeye alışık seyirci ise bu haleti ruhiyenin doksan dakikaya serildiğini görünce ister-istemez dikkatini bu noktaya verecektir ve öyle de oluyor.
Galatasaray’ın böylesine dikkat çekmeyi ve kendisinden söz ettirmeyi başarmasının iki sebebi var ki, bunlar mevzuyu futbol müsabakasından çıkartıp başka bir yere taşıyor.
Birincisi heyecan!
Bütün Galatasaraylı oyuncular lig maçlarında yatıp Avrupa maçı olunca kendini gösterme gayretine giren birçok futbolcunun aksine neredeyse her maçı uluslararası arenadaki bir maçın atmosferine taşıyacak bir heyecan dalgasıyla sahada top koşturuyor; böyle olunca da geçen sene bomboş stadlarda maç oynayan Galatasaray 50 bin kişilik stadını bu sezon her maçında doldurmaya başladı. Demek ki, heyecan, Galatasaray’ın aksettirdiği heyecan, evinde aynı maçı seyretmeye karar vermiş binlerce insanı stadlara taşıyacak kadar bir kuvvet dalgası meydana getirmeyi başarmış. Buradan yola çıkarak imanı olanın mutlaka heyecanı olduğu, heyecanı olanın da illâ bir şeye imanı olduğu neticesine varabiliriz ki, heyecanın olmadığı yerde hayat belirtisinin en düşük seviyeye indiğini söyleyebiliriz! “Hayat belirtisi” ibaresini de, hayatı kapsayan bütün sosyal şubeler ve ferdî işler içindeki hamle gayreti olarak düşünürsek, heyecanlı ile heyecansız arasındaki farkın gece ile gündüz arasındaki fark gibi olduğunu takdir edersiniz...
Dikkat çektiğimiz ilk nokta olan heyecan meselesi kadar alâka çekici olan ikinci ise Galatasaray Futbol Kulübü’nün bu sene yaptığı üç yabancı oyuncu transferi... Gomis, Belhanda, Feguli. Bu üç futbolcu sırasıyla Senegal asıllı Fransız, Faslı ve Cezayirli... Pek yüksek meblağlar ile Türkiye’ye gelen yabancı oyuncuların takımlarına uyum sağlayamaması, oyuncular arasında ciddi sürtüşmelerin yaşanması ve umumiyetle sezon sonunda oyuncuların takımlarından ayrılması sık sık yaşanıyor. Galatasaray’ın bu üç oyuncusu ise ilk defa Türkiye’ye geldikleri hâlde bir anda uyum sağladılar; çünkü kültür bakımından yahut kültür emperyalizmine uğramak bakımından bizimle ortak bir yönleri var. Bu Futbolculardan ikisinin (Belhanda ile Feguli) Müslüman olduğunu da hesaba katarak söyleyelim ki bu husus bana, yani, kültür bakımından uyum yahut uyumsuzluk meselesini, Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu’nun Kültür Davamız eserinde geçen şu hususu hatırlattı:
“Bir toplumdaki fertlerin ortaya koyduğu fikirler, o toplumun mensub olduğu medeniyet ve kültür ortamında yoğurulduğundan ve bu ortam da muhtelif toplumlarda farklı bulunduğundan, toplumdan topluma nakledilen fikirlerden fazla istifade edilemez. Bilhassa yabancı fikirlerin ithâl edildiği toplumun fertleri muayyen bir ilim kapasitesinden mahrum iseler, alınan fikirler o toplumun mahvına sebebiyet verir. Bu hususlar biyolojide de aynıdır: Gıda olarak aldığımız, –meselâ sığır proteinini- organizmamız aynen kullanamaz... Onu evvela insan proteinine çevirir ve sonra kullanır. Bu itibarla şayet müfekkiremizin metabolizması düşük ise, okuduklarımızdan ve duyduklarımızdan elde ettiğimiz fikirlerimizin kendisine pek faydası olmaz.”
Bu vesileyle Galatasaray özelindeki bu hususların yanında memleketimiz futbol kulüplerinin yabancı oyuncu transferleriyle alakalı şu mühim meseleyi de yine aynı bakış tarzıyla kısaca ele alalım.
Futbol Federasyonu üç sene evvel kulüplerin kadrosunda altı yabancı oyuncuya müsaade ederken bu sene bu rakam on dört; böyle olunca da, kulüpler getirecekleri oyunculardan elde edecekleri reklam gelirlerini de hesaba katarak yabancı oyunculara yöneliyorlar. Yabancı oyuncular için ise Türkiye çok cazip bir memleket; çünkü Avrupa’da bir futbolcu kendisine verilen toplam paranın neredeyse %25’ini şahsen vergi olarak öderken, Türkiye’de bu vergi meblağını kulüpler ödüyor... Tüm bunlarla beraber ortaya çıkan netice ise kulüpler alt yapıdan millî bir oyuncuyu 10 sene yetiştirmek gibi boş(!) bir uğraşla vakit kaybetmektense, evvelce yahut günümüzde Avrupa’da isim yapmış bir futbolcuyu, onun getireceği reklam gelirlerini de hesaba katarak transfer etmeyi (elbette maddî açıdan) daha kazançlı buluyor ve öyle yapıyorlar.... Böyle olunca da millî oyuncu yetişmiyor, ola ki yetişen olursa o da yabancı memleketlere kapak atmak için dört dönüyor. Şu manzara meseleyi açık eder zannediyorum: A millî takımın 18 kişilik kadrosunun 10 oyuncusu yurt dışındaki kulüplerin altyapılarından yetişmiş oyunculardan oluşuyor...
Bizim bu mevzuda alâka kurmaya çalıştığımız husus irfan-kültür meselesindeki hususla birebir örtüşüyor ki yine Mütefekkir Mirzabeyoğlu’nun aynı eserinden hatırlatalım:
“İrfanın iki yolu var. Biri kendi kaynaklarını doğurup onlardan, öbürü yabancı kaynaklardan irfana ermek… Dava kendi kaynaklarını doğurmak olduğuna göre, ikinci yolu, birincisine çıkaran bir geçit sayalım. O hâlde irfana erme davasında ilk iş, herhangi bir dil çarşafına bütün dünya irfan yemişlerini silkelemek, o dile bütün dünya hakikatlerini konuşturmaktır. Böylece, henüz yürümeye başlayan çocuk nasıl dilini döndürmeye ve mevzuunu seçmeye çabalarsa, milletler de yabancı mahsullerin bünyelerinde yapacağı karışmaları kendi hak ve hakikat telâkkilerinin mihveri etrafında yavaş yavaş sermayeleştirir. Nihayet öz irfanlarını içlerinden ifraz edebilecek kıvama ererler.”
Kültür Davamız isimli eserden yaptığımız bu iktibası “Türk Futbolu’nu kurtarmanın iki yolu var” diye okunur ve meseleye böyle bakılırsa asıl ihtiyacımız olan şeyin yeni bir bakış açısı, yeni bir ruh, eskimeyecek bir heyecan olduğunu zannediyorum kolaylıkla anlaşılır! 
Sadri Alışık’ın dillere pelesenk olmuş repliğiyle bitireyim:
“Bu da mı gol değil?”

Baran Dergisi 560. Sayı