Frankenstein’ın çeşitli ceset parçalarını bir araya getirerek canlandırdığı canavar hesabı, çeşitli Batılı fikir cesetlerinin parçaları bir araya getirilmek suretiyle canlı tutulduğu zannedilen bir millet hâline getirildik.

Allah’ın gazabına uğramış, helâk edilmiş kavimlerin birbirinden ayrı rezaletlerinin hepsinin birden, haşa Allah’a meydan okurcasına açıktan ve pervasızca sergilendiği bir zamanda yaşıyoruz; yahut böylesi bir zamanda yaşamaya ve insan kalmaya çalışıyoruz. Birçokları ise içinde bulunduğumuz şartların rezaletini kavramaktan yana aciz, gaflet deryasına gark olmuş, sanki her şey normalmiş, bunca garabet sanki tabiî imiş gibi bir rahatlıkla hayatını idame ettiriyor. Cereyan eden kimi hadiseler toplumda anlık infialler uyandırsa da iki gün sonra yaşanan bir başka olay selefini hemen unutturuyor ve yaşanan rezalet, cinayet, sefaletlerin aslında bir bütünün tezahürleri olduğu kavranamıyor.

Kapağımızın göreceği muhtemel tepkileri bile bu açıdan değerlendirmekte fayda var. Metroda çekilen alelade bir fotoğraf karesi. Her gün metroda, okulda, iş yerinde, sokakta, restoranda ve kafede bu tablonun içinde yaşadığını birçokları unutacak ve bu karenin derginin kapağında yer almasına itiraz edecek. İçinde yaşarken sorun yok, bu tablo derginin kapağına taşınıp suratına çarpılınca rahatsızlık meydana getiriyor, samimiyete dikiz. Neyse, biz devam edelim.

Allah Resûlü ahir zamandan bahsederken, her biri bizi kurtuluşa erdirecek çapta iman abidesi olan Ashab-ı Kiram’ın korkudan ve tedirginlikten benzi solarken, ahir zamanda yaşayan bizlerdeki bu rahatlık ve genişlik olsa olsa cahil cesareti ile izah edilebilir. 

Allah’ın yasak ettiği ne kadar cürüm varsa hepsinin mutlu-mesud işlendiği bir zamanda yaşıyoruz. Kadın ve erkek meselesi ile insanî hakikatin bizatihi kendisi ve bununla beraber ne kadar beşerî hakikat ve ne kadar müessese varsa hepsinin birden tahrib edildiği ve mukavemet gösterecek dayanak noktaları bulamadığı için çözüldüğü bir devir… Bunların yerine kötü, yanlış ve çirkin bile olsa bir yenisi de koyulamıyor ve insanlığın içine düşmüş olduğu buhran her geçen gün ferd ve toplum üzerindeki tesirini artırıyor. Utanan insan tipinden, çevresindeki rezaletin umumileşmiş olmasının baskısı altında ezilerek utanmaktan utanan bir cemiyete doğru yokuş aşağı yuvarlanıyoruz. Oysaki insanlık şerefi yalnız kendi ayıplarından değil, başkalarının ayıplarından bile utanmayı gerektirdiği hâlde… Daha dün diyebileceğimiz bir zamana kadar ferdî rezillikler umûmdan köşe bucak saklanmaya çalışılırken, bugün bu aşağılık fiillerin fâilleri bayrak açıyor ve taraftar topluyor. Beşerî müesseselerin belki de tamamının üzerine bina edildiği aile müessesesi tahrib ediliyor. Yargı, yeni aile mahkemeleri açmaya yetişemediği gibi, açık durumdaki aile mahkemeleri de önlerindeki dosya yüküne yetişemez vaziyette çırpınıyor. Ferdîleşme o kadar yüksek bir süratle yayılıyor ki, bırakın kişinin komşusunu tanıyıp tanımamasını, çoğu hânede bir arada yaşayan aile fertlerinin bile birbirinin hâlinden haberi olmuyor. 

Peki, tefrik edici hususiyeti sıkı aile bağları, cemiyet olarak tesis etmiş olduğu birlik ve beraberlik olan milletimiz, bir asırlık bir zaman diliminde nasıl oldu da bu hâle geldi? 

Teknik ve teknolojideki terakkinin sürati ve bu sürate ayak uyduramayan müesseseleşme bir tarafa, Türkiye özelinde meseleye yanaşacak olursak, Cumhuriyetin kuruluşundan beri Anadolu’da hâkim kılmak istedikleri insan tipi aslında zaten tam olarak buydu. Türkiye’de düzeni dünyevî olan üzerine bina ettiler ve insanları bu düzene uydurmak için devlet marifetiyle ellerinden geleni yaptılar ve yapmaya da devam ediyorlar. Yani bir bakıma onların istediği insan ve toplum tipi yetişti diyebiliriz.

Ölçüleri Peygamberler Bildirir

Kumandan Salih Mirzabeyoğlu demişti ki; “Peygamberler olmasa, insan cinsiyet mevzuunda bile bir ölçü sahibi olamazdı.” Buradan yola çıkarsak, insan, peygamber bildirmese canlılar arasındaki konumu hakkında bile bir ölçü sahibi olamazdı. Şimdi, dinin hayattan tecrit edilmesi neticesinde işte tam da bu noktaya geldik. Ne cinsiyet mevzusunda ne insan olmak mevzusunda ne de insanî haysiyetler noktasında herhangi bir ölçümüz kalmadı.

Bugünün dünyasında iyi, doğru ve güzel kıstasını peygamberler değil, güçlü olan, iletişim vasıtalarını kullanarak rahatlıkla kendi menfaatine göre tayin edebiliyor. İşin asıl kötü yanı, belli bir zümrenin kendi çıkarına göre kıstaslar belirlemesinden ve bunu usulüne uygun bir şekle sokup dayatmasından kimse rahatsız değil. Hattâ birçoklarının koşa koşa kendisini bu yeni kıstaslara göre biçimlendirmeye çalışmasına mukabil, iş Allah’ın buyurduğu kıstaslara uymak olunca, nedense Allah’a kulluk etmek, kula kulluk etmekten zor geliyor. Senelerdir Türkiye’deki belli kesimin dilindedir, “1400 yıl önceki fikirlere göre mi yaşayacağız?” cümlesi. İyi de, sen 1400 sene evvel gelen, tüm zaman ve mekâna indirilmiş olan “Mutlak Fikir”e uymayı gericilik addederken, Hazret-i İsa’dan evvel hâkim/trend olan bir fikre, yani aklın gücünü, ferdî menfaati her şeyin üzerinde gören bir anlayışa ittibâ ederek mi ilerici oluyorsun?

Bir diğer husus, Türkiye’nin ısrarla kendisini Avrupa Birliği’ne uydurma gayreti. Kadın erkek eşitliği, üçüncü sapkın cinslerin devlet tarafından güvence altına alınması vesaire… 

Anlamakta gerçekten güçlük çektiğimiz bir husus şudur ki, birinin adı kadın ve diğerinin adı erkek olan iki cins nasıl birbirinin aynı, eşiti olabilir? En basit bir muhakeme usulünden yola çıkacak olursak, birbirinin aynı olan şeylere iki farklı isim verilmeyeceği, isimlerindeki farklılığın bile bunların birbirinden ayrı olduğuna işaret ediyor olduğunu anlamak bu kadar güç mü? 

Bir diğer taraftan, bilime iman ettiğini iddia eden Batı toplumları, kadın ile erkek arasındaki biyolojik farklılığı son derece açık bir şekilde tetkik edebildiği (mikroskopa yahut teleskopa gerek yok herhâlde) hâlde, kendi inandığı iman kutbuna karşı küfre girmek suretiyle bunları nasıl eşitlemeye çalışmaktadır?

Batılılar bizimle aynı dine inanmadığı gibi inandıklarını iddia ettikleri dine bile iman etmezlerken, onların koymuş olduğu kuralları sanki mutlakmış gibi getirip getirip milletimize dayatması da neyin nesidir? Onların hayat tarzı, kanunları ve kuralları Müslüman olan bir topluma ithâl edildiğinde doğan tezatın, burada onlarınkinden daha büyük bir buhrana sebebiyet verdiği anlaşılmıyor mu?

Frankenstein’ın Vicdanı

Yine Türkiye özelinden devam edersek, lâik, Kemalist, batıcı rejimin insan ve toplumun temel meselelerine işine geldiği gibi verdiği tutarsız cevaplar bugün yaşadığımız ruhî sefaletin, ahlâkî zaafiyetin başlıca amilini teşkil ediyor. Vatandaşı girdiği çatışmada öldüğünde Allah yolunda şehit olan; fakat buna mukabil İsviçre medenî kanununa göre evlenen-boşanan bir milletiz biz. Şurada batıcı, burada mücahid, orada Türk, beride Amerikalı, öte tarafta Avrupalı gibi davranması beklenen, bunların hiçbiri olamamış, hepsinden de zaten kurulması mümkün olmayan sentezi teşkil edememiş insicamsız bir milletiz. Bunun neticesinde de herkesin o an menfaati neredeyse o surete büründüğü, bütün bu saydığımız hüviyetlerin hepsinin yalnız kötü taraflarını almış bir millete dönüşmüş bulunuyoruz. Sahtekârlık, dolandırıcılık, arsızlık, yalancılık, namussuzluk, zalimlik memleketin umumî karakterini yansıtan başlıca sıfatlar hâline gelmiş bulunuyor.

Frankenstein’ın çeşitli ceset parçalarını bir araya getirerek canlandırdığı canavar hesabı, çeşitli Batılı fikir cesetlerinin parçaları bir araya getirilmek suretiyle canlı tutulduğu zannedilen bir millet hâline getirildik. Ha bu arada unutmadan, Frankenstein’ın canavarı bile bir noktadan sonra kendi vicdanına mağlup oluyordu, bu canavar ise ondan beter görünüyor.

Hayvanlaştıkça Daha Fazla İnsan Muamelesi Beklemek

Kemâlizm, İslâm’a olan düşmanlığı dolayısıyla ilk olarak Müslümanlara yöneldi ve batıcılık mikrobunu cebren insanımıza zerk etti. Bu mikrob her ne kader zehri şifaya tahvil etmekte mahir vücudlarda beklenen tesiri gösterememiş ve hatta bünyenin bağışıklık sisteminde aşı tesiri yapmışsa da, cemiyetimizin büyük bir çoğunluğunda evvelâ idraklerin iğdişine, ardından da bundan dolayı şuur kaybıyla beraber reflekslerine teslim olunmasına vesile oldu. Bununla beraber işçide işçi, işverende patron ahlâkı; esnafta esnaf, müşteride müşteri ahlâkı; iktidarında iktidar, muhalefetinde muhalefet ahlâkı; çocukta çocuk, ailede aile ahlâkı; öğrencide öğrenci, öğretmende yetiştirici ahlâkı; gazetecisinde gazeteci, köşe yazarında köşe yazarı, okurunda okur ahlâkı; çiftçisinde çiftçi, çobanında çoban; velhasıl insanında insan ahlâkı ortadan kalktı. İnsanı hayvandan ayıran başlıca amillerden biri olan şuur ortadan kalkınca, tabiî bir şekilde insanî faziletler yerini bir bir rezaletlere yani hayvanî insiyaklara bıraktı. Buna mukabil hayvanlaştıkça, insanî bir şekilde muamele görme arzusu da ters orantılı bir şekilde arttı.

Yalnız bizim ülkemizde mi? Elbette ki hayır. Bütün bir dünyada, “tanrı”yı tabiattan ve cereyan eden hadiselerden tecrit etmek adına baş döndürücü bir süratle ardına düşülen teknik ve tekniğin gelişmesiyle elde edilen aletler dolayısıyla değişen ihtiyaçlar, zaten idrakleri iğdiş edilmiş cemiyetlerin tahrib olmuş şuurlarında onarılması güç yaralar açılmasına sebeb oldu. İnsan, varlık sebebini yitirdi. Tekniğin bu süratinin hemen yanına çöreklenen ve doğan bu menfiliklerden, şuursuzluktan ve ahlâksızlıktan beslenen kapitalizmi de denklemin doğru tarafına yazar ve bu manzaraya bir daha bakacak olursak; esasında Allah Resulünün bahsettiği ve Sahabileri tir tir titreten “ahir zaman”ın ne demek olduğunu da, daha sağlıklı bir şekilde idrak edebilir ve belki ancak o zaman ne ile karşı karşıya olduğumuzun şuuruna varıp kendimizden başlayarak âleme çeki düzen vermenin derdine gark olmasını becerebiliriz.

Ahlâk Kanseri

Şimdi, bünyeyi içten içe kemiren bir kanser ile karşı karşıyayız ve hâlen tecavüz gibi, ırza geçme gibi işin yalnız cildin sathında çıban gibi baş veren emarelerine takılmış kalmış bulunuyoruz. Bu çıbanın tedavi edilmesini istiyorsak, daha derinlere inmek zorundayız. Öncelikle ahlâk kanseri olduğumuzu kabul etmemiz, ardından da derinlemesine tahlillerle bir tarih muhasebesine başlayıp doğu batı muhasebesi yapmak ve bunları yaparken çeşidini teşhis ettiğimiz kanserin cinsine göre esas, usul ve gayeler belirleyerek tedavimizi gerçekleştirmeliyiz. Hülasa, şeklen –halen- muhafaza edebildiğimiz insanlığımızın muhtevasını da insanlaştırmamız gerekmektedir; yeniden insan olmakla ancak bu hastalıktan ve onun tezahür eden emarelerinden kurtulabiliriz. Yoksa yargıya, bu hastalığın neticesi olan “çıbanları” sıktırmak aslî bir tedavi metodu olamaz; olsa olsa zaman kaybettirici ve bu arada hastalığı daha azmettirici bir saik olur. Ahlâkın müesseseleşemediği yerde hukuk da olmaz, cemiyet de olmaz, devlet de olmaz. Yalnız ferdlerin kendi başına buyrukluğuna eşlik eden bir ahenksizlik olur ki; bunun neticesi de hayvanî insiyaklarla hareket edip, insan gibi muamele görmeyi bekleyen hedonist, sapkın, kimi zaman manyak, menfaatperest, anlayışsız, faziletsiz hilkat garibelerinin türemesidir. 

Büyük Doğu-İbda Ne İşe Yarar?

Sık sık “Büyük Doğu-İbda ne işe yarar, neye faydası var?” gibi sorular duyarız. İşte bugün insanlığın pençesinde kıvrandığı ve beşeriyetini kaybetme noktasına geldiği bu hastalığın biricik devası, Büyük Doğu-İbda’dır. Yaşadığımız “âhir zaman”, Müslüman açısından en şiddetli musibetlere maruz kalınan dönem; bu bir bedahet... Musibetlerin ruhî ızdırabının şifasını, materyalist Batı eczanesinde aramak mecburiyetinde bırakılan ve yaşadığı hafakanlardan kurtulamayarak çoğu defa yitip giden Müslümanlar için, İslâm Eczanesinden nadide bir iksir hüviyeti taşımaktadır “Büyük Doğu-İbda”. Ne var ki, her hastanın içinde bulunduğu psikozdur; çileli tedavi süreçleri karşısında hastalıktan yana tavır takınmak. Oysa ki “mütefekkirin mektebi, hekimin eczanesi gibidir. Oraya zevk duymak için değil, kurtaran ıstırabı çekmek için gidilir.” Böylelikle önce kendini kurtarır, ondan sonra da nasibin, istidadın varsa sen de kendi mevzuundan beri derman olursun insanlığın dertlerine. Lâkin unutmamak gerek, burada bile görüldüğü üzere devreye giren ahlâktır ki, ahlâk, İbda Hikemiyâtına göre aynı zamanda fikrin içine işlemiş olan işletici sıfat, ruhun merkezî fakültesidir, kendisinden zuhura geldiği fikri ileriye doğru zuhur ettirir.

***

Evvelâ hayvanî insiyakla hareket edip de insan gibi muamele bekleyenlere layığınca muamele ederek başlayalım. Hayvan gibi hareket edip de insan gibi muamele beklemeye sebeb olan şu tılsımı bir ortadan kaldıralım. Aynaların üzerine örtülmüş olan gaflet örtülerini bir kaldıralım ve herkesi kendi hâl ve hakikatiyle bir yüzleştirelim. Ondan sonra da görelim bakalım, aynadaki canavar aksinden memnun olan kim varmış?

Aylık Baran Dergisi 18. Sayı, Ağustos 2023