Hindistan Müslümanlarının İstiklâl Savaşı esnasında yaptıkları yardımın destansı hikâyesini herkes bilir. Onlar yedi düvele karşı savaşan Osmanlı askerlerine ve Türk milletine yardım seferberliğine girişmiş ve bunun gereğini de yerine getirmişlerdi. Sonradan birileri tarafından gasp edilen o yardımlarla bu günkü İş Bankası’nın temelleri atılmış, paraların bir bölümü böylece, o zaman devlet gibi her şeye hâkim olan CHP’ye peşkeş çekilmişti.
Osmanlı Devleti’nin ulaşabildiği her noktada bıraktığı olumlu etki günümüz dünyasında da özelikle Müslümanlar arasında sürmektedir. Bunun en güzel misallerinden birisini Mustafa Özdamar, “Celal Hoca” isimli eserinde anlatır. Anlatılan hâdise Endonezya’nın başkenti Cakarta’da geçer:“(...) İstanbul, Adana, Bağdat, Bombay derken Cakarta’ya kadar uzandık. Orada bir mağazaya girdim... Hanıma bir elbiselik alacağım. Bir kumaş beğendim ve fiyatını sordum: ‘250 Dolar!’ dediler.

Sonra, pazarlık yaparken hangi milletten olduğumu sordular. Ben: ‘Türk’üm!’ deyince, mağaza sahibi beni derhal içeri aldı, odasına: ‘Bu elbiselik bizim size hediyemiz olsun, lütfen kabul edin! Yıllardır ilk defa bir Müslüman Türk şereflendiriyor mağazamızı!..’ diye sevincinden uçuyor adam adeta!..

Sonra bir kahve söyledi bana. Kahvemizi içtikten sonra, ‘yarın Cuma’yı hangi camide kılacaksınız?’ diye sordu bana...

Babam, dedem hep hacı-hoca filan ama biz Avrupa’da tahsil, Türkiye’de haytalık yaptık filan derken bizde Cuma muma kalmamıştı o tarihlerde. Zor durumda kaldım ama yine de, ‘ben buraya henüz yeni geldim. Şehri fazla tanımıyorum. Siz hangi camiyi tavsiye ederseniz orada kılalım!’ dedim.

‘Tamam’, dedi, memnuniyetle, ‘ben sizi arabayla aldırırım!’

Otelin adresini verdim. Oradan çıktıktan sonra kendime takke aldım bir yerden.

Ertesi gün beni otelden aldılar ve Cakarta’nın en büyük camiine götürdüler.Cuma başladı. İmam efendi minbere çıktı. Bana da en ön safta, minbere yakın bir yerde yer ayırmışlar, oradayız.

İmam efendi konuşuyor: ‘Ey cemaat, bugünkü hutbemizin mevzuu, Türkler ve İslamiyet! Çin Seddi’nden, Atlas Okyanusu’na kadar, yedi iklim dört bucak diyebileceğimiz bir coğrafyada ezan sesleri duyuluyorsa, Allah Türkleri delil ettiği içindir!.. İslâmiyet onların gayretleriyle yayıldı dünyaya! Pek çok millete olduğu gibi, bize de onlar taşıdılar İslâm nimetini... Allah bu milleti İslâm yayıcılığında daim kılsın! Allah bu milletin İslâm yayıcılığına zeval vermesin!’ diye dua da ettikten sonra, şunu söyledi İmam Efendi: ‘Ey cemaat, biliyor musunuz ki, bugün burada aramızda bir Müslüman Türk var. Camimiz onunla bereketlenmiştir. Şimdi ben konuşmamı kesiyor ve hutbenin devamını ona bırakıyorum. Hep birlikte o Müslüman Türk’ü dinlemenin zevk ve şevkini yaşayacağız!’

İmam Efendi bunları söyledikten sonra minberden indi ve bana bir sarık ve cübbe giydirerek minbere davet etti. Bütün bunlar öyle ani ve hızlı gelişti ki, itiraza bile mecal bulamadım kendimde. Cuma kılmayı bile unutmuş olan ben, çıkıp minberde Cakartalılara hutbe irad edecektim.

Minberin basamaklarını tırmanırken, içimden: ‘Ya Rabbi!.. Ya Rabbi!... Beni mahcub etme Allah’ım!’ Bu güzel insanlar karşısında beni ve milletimi zor durumda bırakma Allah’ım!’ diye nasıl dua ediyorum anlatamam!..
Yukarı çıktım, yönümü cemaate döndüm, en az yirmi bin kişi var camide... Onlar bana bakıyor, ben onlara bakıyorum; derken, az sonra dilim çözüldü, konuşmaya başladım:

‘Kardeşlerim, sizlere Türklerin selamını getirdim!’
Ben böyle söyleyince, cemaat hep birlikte:
‘Ve aleyküm selââââm!’ diye gürledi. Ben devam ettim:
‘Çağın değişik rüzgârları size yalan yanlış çarpık haberler getirirse inanmayın!
Türkler Müslümandır, Müslüman kalacaktır!’

Bunun üzerine cemaatten biri ayağa kalkarak: ‘Aziz kardeşim, biz Türklerin Müslüman olduğunu ve Müslüman kalacağını biliyoruz! Ondan bahsetmeyin bize siz. Bizim burada kötüler ve kötülükler, bâtılın hempaları şerler ve şerirler çoğalmaya başladı. Ve biz onlarla tek başımıza baş edemiyoruz. Zor durumdayız, dar durumdayız, eski tarihlerde olduğu gibi, ne zaman geleceksiniz de bizi yeniden kurtaracaksınız bu bâtıldan, bâtılın tasallutundan? Ondan bahsedin bize siz!’

Adam bunu sorunca, Türkiye’nin meseleleri gözümün önünden geçti şöyle bir... İçimden, ‘hey Allah’ım, dedim, biz kendi işimizi halledememişiz, bu güzel insanlar bizi bekliyorlar...’ Filan derken, vaktiyle dedemin meclisinde yapılan bir konuşma imdadıma yetişti. Tâ çocukluğumda, gençliğimde, dedemin ocak başı sohbetlerinde dinlediğim şeylerden hatırımda kalanları söyledim onlara:

‘Kardeşlerim!...

İflasa giden bir şirketin hissedarları ihlâs üzere sâbit kadem olabilirlerse, o şirketin en büyük hissedarı, en büyük ortağı Allah olur ve Allah’ın hissedar olduğu bir şirket batmaz!

Siz bizim gelip gelmeyeceğimize bakmayın! Biz geliriz yine Allah’ın izniyle ama siz kendiniz kotarmaya bakın bunu evvela. Kendi aranızda ihlas üzere birlik sağlayın, beraber olun! Sizler ihlâs üzere bir ve beraber olduğunuz sürece, bu birliğin bu beraberliğin en büyük ortağı Allah olacaktır. Ve Allah’ın ortak olduğu bir şirket yıkılmayacaktır!’

Bunu biraz daha mayalayarak öyle konuştum ki, Allah’ın iznü keremiyle Cemaat dalgalandı böyle heyecanla...

Sonra cumayı kıldık, camiden çıktık. Beni özel bir arabaya bindirdiler ve arkamızda kırk elli arabalık bir konvoyla tekrar kaldığım otele getirdiler. Yani öyle bir itibar gösterdiler, öyle onore ettiler ki, otele girip de odama çekilince hüngür hüngür ağladım mahcubiyetimden: ‘İnsanlık bizden neler bekliyor, biz hangi noktadayız?’ diye...”*

Evet, bugün biz hangi noktadayız?

Müslümanlar özellikle I. Dünya Savaşı’nda, haberleri olmadan işlerini bitirecek derin bir operasyona maruz kaldılar. O operasyon, değişik güçler eliyle farklı simâlar tarafından günümüzde de devam ettiriliyor.

Fetullah Güllen, oynanan oyunu dikkate alırsak basit bir figürdür. İhanetini kendi davranışıyla tescil etmiştir. Madem hain değilsin, ABD’de ne işin var? Davanda samimiysen ölümün pahasına da olsa çıkar gelir “ben buyum” dersin. Ama o bunu diyemez, bağlısı olduğu mahfiller üzerindeki kördüğümü çözmezler. Neyse, Fettoş’un asıl tehlikeli yanlarından birisi, kök saldığı diğer Müslüman toplumlar arasına saçtığı fitne tohumlarıdır.

Düşünsenize, Cakarta’da karşılanan Türk’e karşı gösterilen alakanın, “Türk Okulları” adı altında CIA ajanlarının denetimindeki okullar vasıtasıyla başka gayeler için kullanıldığını...

Ele geçirdikleri alanlar zaten onların! Geminin rotası, güzergâhı belli bir hedefe kilitlendikten sonra, başa gelen kaptan o rotayı değiştirecek bir güce sahip değilse, onun kim ve ne olduğunun bir önemi yoktur. Çünkü o istemese de, gemi emperyalistlerin çizdiği rotada yoluna devam edecektir!

Geçen yazımızda belirttiğimiz gibi İllüminati, gizli örgütler vs. dediğin şey “Dünya Hükümeti” demek! Onlar hâkim güç ise -ki öyleler!- sen mahkûmsun, kölesin demektir. Bugün bütün insanlık onların kölesi durumundadır. ‘Hayır, ben bu durumu kabul etmiyorum’ diyenler, çıkış yolunu bilmiyorsa, evet, onlar da köle! Bu bir istikamete doğru kilitlenmiş yol alan aynı geminin içinde, tersine gidip gelmelerle bir yere varılabileceğini sanmak gibi bir şeydir.
Önemli olan, bir şey yapmadan önce, onlarla nasıl mücadele edileceğini bilmek ve onun plan-projesini ortaya koymaktır. Böyle bir planın yok ise, bütün gayretlerin boşa çıkar. Yola çıkan bir insan, nereye nasıl gideceğini biliyorsa imkânları ölçüsünde gidebileceği kadar gider. Varır veya varmaz, o ayrı bir mesele. Ama yolu ve istikameti doğruysa iş tamamdır. O yolda ölmesi bile, onun varması gereken hedefe ulaşması bakımından doğru bir adımdır. En azından o yolda şehid olur. Çünkü şehadeti bile onun doğru yolda olduğuna şahitlik edecektir.

Bugün içinde bulunduğumuz şartlarda, yol ve usûl noktasında ne zaman nerede ne yapılması gerektiğini izah eden tek hareket İBDA’dır. Başka yok!...Fettoş hareketinin dünyanın diğer yerlerinde başlattığı faaliyetlerin yıkıcı etkisinden kurtulmak isteyenler, İBDA şemsiyesinin altında toplanmaya mecburdurlar. Başka çıkış yolu yok!
 
*(Mustafa Özdamar. Celal Hoca, Kırk Kandil Yayınları. Anlatan Kemal Cabıoğlu, Nakleden Mustafa Özdamar, Sh. 174, 175, 176, 177)

Baran Dergisi 632. Sayı