İnsanlara yanlış şeyler öğretiyorsanız, onlardan doğru davranmalarını bekleyemezsiniz. Delil yokluğunu yokluğa delil olarak kabul edip akıl yürütüyor, düşünce üretiyor ve biliminizi bu idrak zemini üzerine inşa ediyorsanız, oluşturduğunuz yapı yahut modelin tuzaklarla dolu olduğunu, sürprizlere hazır olmanız gerektiğini bilmeniz gerekir. Aksi takdirde, bilginizin sahteliği anlama istidadınızı abartmanıza yol açar, tahminlerinizde yanılır, güç fark edilen değişiklikleri idrak edemezsiniz. Hayatınızı şekillendiren asıl olayların, şimdiki bilginize göre gerçekleşmesini imkânsız gördüğünüz hadiseler olduğunu göremez; ikna edici, kulağa hoş gelen anlatılara hikâye ediliş biçimiyle inanır, hayatı gerçekliğin değil, kendi devamlılığının peşindeki düzmece bilginin kodları üzerinden okursunuz. Zamanınızı mâlumun ilamına odaklanarak, aynı ve kalıplaşmış duygularınızı tekrar tekrar yaşayarak geçirirsiniz. İnsanın talihsizliği de burada; rutine bağlı, yaratılış gayesine uygun olmayan, yitirilmiş bir hayat sürmesinde yatar, başına gelen tüm felâketler de bu yüzden gelir.

Çünkü, doğru düşünce yoksa, doğru düşünce faaliyeti, doğru hüküm verme becerisi ve doğru hedefe yönelme imkânı da yoktur... Bunlardan birincisinden mahrum olmak diğerlerinde de yetersizlik anlamına gelir. Bu da bilgisizliğinizin farkında olmadığınızı, bildiklerinizi bilmediklerinizden daha fazla önemsediğinizi, “sır idraki”nden uzak olduğunuzu gösterir. Nitelendirmeleriniz, tercihleriniz, sınıflandırmalarınız keyfileşir, “aynı”yı aynı olduğu şeyden farklı kılan nüansları göremez, teyid hatasına düşersiniz. Görüşlerinizi, oluşturduğunuz yapıyı yahut modeli doğrulayacak delilleri arar bulur, buldukça da doğrulandığınız hissine kapılırsınız. Çünkü, zihninize yerleştirdiğiniz bakış açısını, edindiğiniz düşünce kalıplarını değiştirmeniz kolay değildir. Siz sadece haklı olduğunuzu ortaya koyacak deliller üzerinde yoğunlaşırken, onlar da bir yolunu bulup kültür endüstrisinin kurguladığı popüler kültür ortamında yetişen ve böyle bir ortamda yetişmenin “ödül”ü olarak genç yaşta yozlaşan gelecek nesillerin dimağında yuvalanır, onların zihin dünyasını oluşturur, bakış açıları olur. Hayat popülerleştikçe ve dünya sanallaştıkça, insanı insan yapan hasletlere dair algıyı teknolojik donanım belirler hâle gelir. Hakikat değil, ispatlanabilir olan öne çıkar.

Bu süreç, yanlışın kendi doğrularını doğurduğu, üretim ve tüketimin endüstrileştiği, ne kadar tüketirsen o kadar medenisin anlayışının yanlıştan geri dönüşü imkânsız kıldığı, ferdin zaruri ihtiyaçlarını karşılayabilmesinin iradesini aşar biçimde emperyalizmin çıkarlarına bağlandığı bir süreçtir. Aynı zamanda, “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler,” ilkesinin; bırakınız yıksınlar, bırakınız sömürsünler, bırakınız öldürsünler anlayışına evrildiği; “gerekli” olanın “doğru”nun yerini aldığı, çıkarın ilkenin önüne geçtiği, ahlâkî değerlerin ruhsuz bir ceset gibi çürüyüp kokuştuğu bir süreçtir.

Çok önemli gördüğümüz, büyük değer atfettiğimiz bilim adamlarının, felsefecilerin ekseriyeti, siyasî iktidarların büyük çoğunluğu, aslında, yalanı dünya düzeni haline getiren bir küçük azınlığın şeytanî aklına bağlıdır. Kusursuz biçimde çalışmasından sorumlu oldukları, yalan üzerine kurulu sistemi her şart altında doğrulamak, özü itibariyle sakat, ölüme ayarlanmış bir iktisadî sistemi ne pahasına olursa olsun devam ettirmek ve tüm bu madrabazlıkları muhalif bir görüntü altında yapmak üzere yetiştirilmişlerdir. Onun için, bu küçük azınlığın çıkarına olmayan her tür değişim ve dönüşüm, iyiye-doğruya-güzele doğru bir gidiş de olsa, insanlığın yararına bir buluş da olsa, hemen önü kesilir, düşünce daha doğmadan kaynağında boğulur.

Dolayısıyla, toplumun çıkar ilişkisi içinde olan ve iktidar olarak doğduğuna inanan küçük bir kesiminin, kendi aralarında yaptıkları paylaşım sözleşmelerini ideal bir medeniyetin erdemleri olarak sunmak, vahşiler sürüsüne verilmiş tavizlere evrensel değerler muamelesi yapmak; dahası, bunlar bizde yok, biz zaten buyuz, bizden bir şey olmaz diye hayıflanmak, kendini bilen insana yaraşır bir tutum değildir... Batı’nın yüzlerce yıldır insanlığa karşı yürüttüğü suça ortak olmayı istemektir. Üzerlerine yapıştırılan mostralık etiketlere kanıp, insanı insan yapan hasletlerin, ruhumuzu arındıracak faziletlerin, ruha dair her şeyi dışarıda bırakan formlarla kuşatılabileceğini, sözleşmeye bağlanabileceğini ve korunabileceğini düşünmek, ancak aptallara has bir ayrıcalıktır.

Çünkü, her an farklı suretler yaratarak, daimi bir devinimle hayat bulan suretler âlemini kuşatma peşindeki formlar, yani yasalar ve anayasalar bilinen ve belletilen tüm anlamların üstünde ve ötesinde ahlâktır. Ahlâkın pıhtılaşmış, form tutmuş hâli hukuktur. Ruhî çabanın şuura doğru yönelişi ise adalettir. Adalet “orta yol” dur, orta yol İslâm’dır. İnsanı vicdanından yakalayacak, sadece başkalarından değil, bizzat kendisinden de koruyacak, mahkûm etmeden önce mahkûm eden şartları ortadan kaldıracak olan ahlâk ve hukuk; İslâm ahlâkı ve hukuku’dur.

Buna mukabil, insanın Tanrı rolüne soyunması, Tanrı yoksa her şey mümkündür küstahlığı içinde kendi yasalarını kendisinin koyması, işine geldiği zaman bunları çiğnemesi, bilimini, tekniğini insana karşı ve insanı yok etmek için kullanabilmesi tam bir faciadır, had bilmezliktir. “Bir kültürün iç hayatı sanatın bütün dallarında belirleyicidir,” doğrusu bağlamında söylersek; trajedidir ve tragedya bir Batı sanatıdır, Batı yakasının hikâyesini anlatır. Doğu’da bir tek Persler’de; İran’da ve İran’dan bulaşmış haliyle Hint’te vardır. Dolayısıyla, Hakk’ın mazlum kulu olmayı hiç istememiş, hep zâlim topluluklar olarak kalmayı tercih etmiş Batılı halkların, Doğu’nun mazlum toplumları gibi düşünebileceğini ummak fazla safdillik olur.

Nitekim, yeni sistemin yeni yapıları kurulurken, Avro-Amerikan Medeniyeti’nin fıtratında mündemiç adaletsizlikler, hukuksuzluklar, şiddetle yoğrulmuş tahakküm biçimleri de artarak devam ediyor. İnsanlığı tümüyle yıkıma sürükleyecek bir çağın hazırlıklarını yapan üst-şeytanî akıl, devletleri altından kalkamayacakları bir borç yükünün altına sokma, toplumlara yeni sistemin yeni yapılarına uygun davranış alışkanlıkları edindirme peşinde. İstiyorlar ki, insanlık kendisini çaresizliğin ezilmişliği içinde hissetsin ve kendilerinin kurguladığı bir kaderi yaşasın. Bu emellerini gerçekleştirebilmek için topluma sürekli korku ve ümitsizlik pompalıyor, insanlığı; “Hassasiyet gösterin yoksa çok daha hassas âletler kullanırız,” meâlindeki tehditlerle hizaya getirme hesapları yapıyorlar.

Küreselci güç merkezinin iktidara taşıdığı Joe Biden ve ekibi ise, söylem ve eylemleriyle âdeta savaş kabinesi gibi bir siyaset yürütüyor. Joe Biden, bir taraftan; “Geri dönüyoruz”, güçlüyüz, o hâlde haklıyız diyerek bildiğini okurken, diğer taraftan da Rusya, Çin ve Türkiye gibi kendisine biat etmeyen ülkelerin liderlerine, tüm teamülleri aşar biçimde “kâtil-diktatör” yaftası yapıştırmayı kendinde bir hak olarak görüyor. 

Belli ki; dijital teknolojinin, sosyal medyanın sahibi, dolayısıyla Amerika’nın da sahibi olan güç merkezi, Amerikan yüzyılının sona erdiğini, Amerika’nın kapitalizmin lider ülkesi olma konumunu yitirdiğini bir türlü kabullenemiyor, Batılı olmadığı için de Çin’i istemiyor, Amerika üzerinde ısrar ediyor. Kendilerini kendi başlarına da belâ olacak bir kaosun içinde bulmalarına rağmen pes etmiyorlar. Kaos ortamını fırsata dönüştürme, düzeni sıfırlama, yeni sistemin yeni yapılarını kurma ve toplumları bu yapılarla bütünleştirme emelindeler. Bunun bedeli de ağır olacağa benziyor. İnsanlık pandemi sürecinde bu bedeli ödemeye başladı. Lâkin, bu “şer güçler”de oyun bitmek bilmiyor: “Arkası yarın, bizi izlemeye devam edin.” modunda yeni felâketlere hazır olmamız gerektiğini “müjde”liyorlar. Muhtemeldir ki, insanlığı tümüyle felâkete sürükleyecek bir çağın hazırlıklarını yapanlar, şimdilerde dünyayı, Amerika’nın ön aldığı bir savaşa hazırlıyorlar. Velhâsıl, insanlık olarak eşi, benzeri görülmemiş tarihî bir süreçten geçiyoruz.

Aylık Dergisi 199. Sayı Nisan 2021