Son birkaç yazımı Salih Mirzabeyoğlu'nun Büyük Muztaribler 'Düşünce Tarihine Bakış' isimli eserinden beslenerek kaleme aldım. Dört ciltten oluşan muhteşem eserlerin üçüncüsüne kadar gidebildim. Varlık, bilgi, hikmet, hukuk, idare biçimi, psikolocya, edebiyat, şiir, felsefe ve sair alanlarda eserler verip, ortaya bir dünya görüşü koyan Salih Mirzabeyoğlu, bir ömür didinmiş insanların hayatı ve görüşlerini anlatmış. Şahsiyetler ve onların çabalarını misallendirerek şahane bir şekilde anlatmış. Büyük Muztaribler'in en güzel yanlarından biri de, levha levha ayrılmış olması. Hoşunuza giden bir bölümden başlayıp sonuna kadar okuduğunuzda bile sizi tesiri altında bırakacak şeylere rastlarsınız. Üçüncü cildi karıştırırken, tevafuka bakınız ki, “Ebu Kasım'ın terlikleri” diye başlayan bir paragrafa denk geldim. Hikâye aslında biraz bilindik. Kasım'ın terlikleri, Bağdat'ta kendisi kadar meşhurmuş...

Adam zengin olmasına rağmen bir cimriymiş ve terliklerinin çok eski püskü oluşu onun tabiatını çok iyi tasvir ediyormuş. Şehirdeki en fakir dilenci bile Kasım’ı terlikleri giyerken görmekten utanırmış!

“Bir gün, Ebu Kasım ender görülen kârlı bir anlaşmayı tamamlar. İflâs etmiş bir parfüm tüccarından çok miktarda, güzel kokulu gülyağı ve bunları içine dökecek bir yığın seçkin kristal şişe elde eder.

Kutlamak için ender olarak bir ziyaret ettiği halk hamamına gider. Orada, iğrenç terlikler öyle ilgi çeker ki, kızgın bir tüccar arkadaşı ona, terliklerin adına getirdiği utanç üzerine ders verir. Buna rağmen Ebu Kasım, terliklerin öyle kullanılamayacak kadar eski olmadığını söyleyerek cevab verir. Daha sonra, hamamdayken, tanınmış bir hâkim hamama gelir ve hamama girerken, elbiselerini Ebu Kasım'ınkilerinin yakınına bırakır. Ebu Kasım hamamdan ayrılırken elbiselerini bıraktığı aynı yerde mükemmel bir çift terlik bulur. Görünüşte, kızgın arkadaşı ona bir iyilik yapmış ve eski terliklerinin yerine yenilerini koymuştur. Güzel ve yeni terlikleri ayağına geçirir ve ayrılır. Bununla beraber, hamamdan ayrılmaya hazırlanan hâkim de çılgına dönmüştür. Köleleri her yeri aramış, herkesin Ebu Kasım'a âit olduğunu bildiği iğrenç bir çift terlikten başka bir şey bulamamıştır.”

Bu hâdiseden sonra Kasım'ın iki yakası bir araya gelmemiştir. Hâkim, Ebu Kasım'ı mahkemeye çıkartmış, zengin olduğunu bildiği için ağır bir para cezasına çarptırmış. Kasım ödemiş, sinir nöbetleri geçirmeye başlamış, terlikleri pencereden dışarıya fırlatmış. Nasıl gittiğini Allah bilir ya, çamurlu terlikler Dicle Nehri'ndeki balıkçıların ağına takılmış. Terlikler balıkçıların ağlarını parçalamış; terliklerin Kasım'a ait olduğunu bilen balıkçılar tutmuş terliği Kasım'ın camından içeri fırlatmış... Camın önündeki raflarda kristal şişeler parçalanmış, terliklerin çamuruna güzelim parfümler karışmış.... Kasım'ın öfkesi hudut tanımamış. Bu vesileyle beraber Kasım, terliklerden kurtulabilmek için düşünüp taşınmış, gömmek için bahçesine götürmüş. Bir komşusu, onu etrafı kazarken görmüş, hazine sakladığını düşünmüş. Yeryüzü ve içindeki her şey, kanunla Halife'ye ait olduğundan, Kasım'ı sevmeyen komşusu şikayet arzusuyla valinin sarayına gitmiş. Bir insanın adı çıkacağına canı çıksın derler ya, o hesap; vali karşısında terlikler hakkındaki absürt hikâyeye kimsecikler inanmaz... Kasım'a para cezasına devam... Bunalıma girmesi de cabası!

Daha bitmedi... Hâlden iyice ümitsizliğe kapılan adam, “lanetli terlikleri”ni şehir dışına götürmüş, bir havuza atmış, dibe doğru batana kadar da seyretmiş... Maalesef havuz, Bağdat'ın su deposunun bir parçasıymış, terlikler boruları tıkamış; görevi havuzu temizlemek olan işçiler hemen terlikleri tanımış. Kasım yeniden vali karşısında, daha büyük para cezası, daha büyük dert. Artık parasız ve ümitsiz olan Ebu Kasım kurumaları için terlikleri balkona koymuş. Fakat bir köpek terliklerinin birini kapıp oynamaya başlamış, sokaktaki bir hamile kadının kafasına düşen terlik çocuğun düşmesine sebep olmuş. Daha büyük cezalar Kasım'ın ensesindedir... O artık yıkık bir adamdır: “Allah'ım! Bu terlikler, bütün ıstırablarımın mukadderatını tayin eden sebeptir. Bu lanetlenmiş şeyler beni dilenciliğe düşürdü. Kesinlikle başıma gelmeye devam edecek kötülükler için asla yeniden sorumlu tutulmayacağımı emretmeyi lütfet! Hâkim'in bu ricayı kıramadığı söyleniyor.”

Tuhaf hikâye doğrusu. İnsana “yok daha neler!” dedirten türden. Günümüzde birçok insan Ebu Kasım gibi yaşayıp, ölüyor; buna nasıl bir hayat denir bilmiyorum. Bundan beteri cömertlik, yiğitlik, alçakgönüllülükten uzak hayatlar artık amaçlanıyor. Oysa fazilet sahibi insan “yaşanmaya değer hayat”ı arzular ve sever. Güzellik, şeref ve sıhhat ister. Bunlardan mahrum yahut bunlara yabancı insanların koronavirüsten sonra daha güzel bir hayat yaşayacağını zannetmesi ise korkarım ki safsatadan ibaret. Tarihte Covid-19’dan ya da buna benzer salgınlardan daha büyükleri görülmüş... Salgın biterse eğer, bu da diğer şeyler gibi alay mevzuu olacak. Bununla ilgili korkunç, absürt, komedi filmler ve hatta sapıkça şeyler çekilecek. İnsanların “öleceğim” korkusuyla dışarı çıkamadığı bugünler unutulacak. Ve tabiî ki günümüzün emektar tıbçıları yerine zafer nişanesi hak etmeyen birisinin göğsüne işlenecek. Hatta kapitalizm çökmezse o kadar ileriye gidecek ki, koronavirüse tedbir amaçlı kullanılan kıyafet, maskeler moda unsuru, “aksesuar” olarak reyonlarda yerini alacak. Evet bunların hepsini yapacak ve birilerine yedirecek “ilerizekâlılar” mevcut, tencere-kapak misalinde olduğu gibi.

Ressamlardan öğrendiğim bir şey var; insan ağlarken de gülerken de yüzünde beliren çizgiler aynıymış. Henüz bitmemiş bir portreye denk geldiyseniz hatırınıza gelecektir, şöyle bir baktığınızda resimdeki şahıs ağlayacak mı, gülecek mi kestiremezsiniz. Gariptir, insan son haddinde gülünce gözlerinden yaş gelir... Seneca, “saadet bile haddini aşarsa azap olur!” demiş. Saadet diye hayal edeceğimiz şeyin aslında ne olup, ne olmadığını düşünmeliyiz. Kendini Olympos’ta görenleri tenzih ederim, onlar için çok geç.


Baran Dergisi 691.Sayı