İsrailoğulları, Yakub Aleyhisselâm’ın soyundan gelen kavimdir. Yakup Aleyhisselâm’ın on iki oğlunun soyu on iki İsrailoğlu kabilesini meydana getirmiştir.
Tarih boyunca en çok peygamber İsrailoğlu kavmine gönderilmiştir. Kur-an’ı Kerim’de lanetlenen ırk olan İsrailoğulları kendilerine gönderilen birçok peygambere zulmetmeleri ve öldürmeleriyle işaretlenmiştirler. Bu kavim, insanüstü kibirleri ve hükümranlık tutkularıyla tanınmaktadır. Şimdiki Yahudilerin atası da onlardır. Yahudi ve İsrailoğullarını bir de Üstad Necip Fazıl Kısakürek’in kaleminden okuyalım:
“Yahudi; tarihine kuşbakışı bir göz atınca belli olduğu gibi, yeryüzüne büyük tevhid dâvasını getiren peygamberlerin, etrafında teşekkül etmiş, İsrailoğulları isimli kavmin, hem ruhî, hem de ırkî istihalesinden doğma bambaşka bir varlıktır. Öyle bir istihale ki, ondan sonra ne Yahudi o peygamberlerden, ne de o peygamberler Yahudidendir. (…) İnsanlık tarihinde, evvelâ kendi öz dinini çürütmekle işe başlayarak, ruhî ve millî bütün vahdetleri yıkmaya memur bir rol oynamıştır. Yahudiyi, her şeyden evvel böyle tanımak ve onu ilk mâzisinden, peygamberlerinden, nisbet iddia ettiği dininin hakikatinden tecrit ederek, müstakil bir ruh ve kavim vâkıası bilmek lâzım.”
İşte Üstad, İsrailoğullarının Yahudi’ye dönüştüğü değişim çizgisini böyle çiziyor. Tarih boyunca girdiği her kavmi içten kemiren Yahudi, bu işi ehil durumda olduğu para ve akıl sır ermeyen şeytanî nefsi ile yapmıştır. İçinde bulundukları her zümreyi avuçları içine almak için ticaretin yanı sıra binbir türlü hileye başvurmuşlardır. Adeta İblis’in dünyadaki yardımcıları olarak faaliyetlerini sürdürmektedirler.
Tarih boyunca bozgunculuğun baş mümessili olan Yahudiler, şahsî çabalarla ve çok çeşitli gizli örgütlenmelerle, Üstad’ın işaretlediği “ruhî ve millî bütün vahdetleri yıkmaya” çalışmışlardır ve hâlâ bu doğrultuda hareket etmeye devam etmektedirler. Bu kemirici zümre belli bir vatana sahip değildir ve gittikleri her memlekette kendilerine karşı nefret uyandırmayı başarmışlardır. Buna rağmen Ortaçağ’dan sonra hemen hemen bütün Avrupa devletlerini avuçları içine almış ve dünya iktisadının merkezinde yer almışlardır; fakat bu yeterli değildir, Yahudiler vatan hasreti çekmekte ve “Arzı Mevud”a ulaşmaları gerekmektedir.
“Arzı Mevud” hayâli, tahrif edilmiş Tevrat’a göre “Beni İsrael”e vaadilen, Fırat ve Nil nehirleri arası ile Toros yayından Sina’ya kadar uzanan topraklarda, Büyük İsrail Devleti’nin kurulmasıdır. Yahudilikteki Mesih inancına göre, kurtarıcı Mesih’in çıkmasının şartı da bu devletin kurulmasıdır.
Yahudiler tarih boyunca bu hayâlle yaşamış ve bu hayâllerine ulaşmak adına da 16. Yüzyılda Yahudilerin önde gelenleri tarafından bir hareket oluşturulur: Siyonizm… Anlaşılacağı üzere Siyonizm bazı kaynaklarda geçtiği gibi 19. Yüzyılda Thedor Herlz tarafından oluşturulmuş taze bir fikir değildir. Sadece o dönemde açıkça beyan edilmeye başlanmıştır. Siyonizm kelimesinin kökü ise Kudüs’teki Sion Tepesi’nden gelmektedir. Thedor Herlz de, Der Judenstaat (Yahudi Devleti) isimli kitapçığında Yahudi Devleti’nin nasıl kurulacağını anlatırken Filistin topraklarından bahsetmektedir. 19. Yüzyılın son çeyreğinden itibaren toplanan Siyonist Kongreler de bu amaçla toplanmıştır diyebiliriz; fakat bu kongrelerde hiçbir şekilde dışarıya sızmayan görüşmeler de yapıldığı malûmdur.
Siyon liderlerinin uğradığı en büyük hayal kırıklığı ise 1905 yılında “Bir Ortodoksun Notları” adıyla yazılan ve 1919’da “Siyon Liderlerinin Protokolleri” adıyla basılan ve Siyonist derslerini ve emellerini ele alan kitabın sızmasıdır. Bu kitapta Yahudi emelleri ilk kez açık ve net bir şekilde insanlara servis edilmiştir. Kitap nüfuz sahibi Yahudilerce piyasadan çabucak kaldırılmaya çalışılmış ve sahte bir mahkeme ile gerçek olmadığı hükmünün verilmesi sağlanmıştır.
Bu kitabın ortaya çıktığı ve Siyonist kongrelerin yapılmaya başlandığı dönemi iyi analiz etmek, protokollerin ve Siyonist emellerin anlaşılabilmesi için büyük bir öneme sahiptir. 19. Yüzyılın sonu ve 20. Yüzyılın başları. Dünya kaotik bir süreçten geçmektedir. 14. Yüzyıldan itibaren Avrupa’nın merkezlerine yerleşen Yahudiler, devletleri iktisadî açıdan avuçlarına almışlardır. Çağın yükselen değeri petrol yataklarını ele geçirmek için çabalayanlar da yine onlardır. 1789 Fransız İhtilali’nin doğurduğu Nasyonalist akım bütün Avrupa’yı kasıp kavurmuş, haritaların değişmesine sebep olmuştur (Fransız İhtilali’ndeki Yahudi parmağı ise ayrı bir mevzu tir). Bu akımdan en çok etkilenen ise Siyonizmin arzuladığı Kudüs’ü elinde bulunduran ve ekonomik olarak çok büyük darboğazda olan Osmanlı Devleti’dir.
Nasyonalist akımın yükselişiyle birlikte antisemitizm de revaçtadır. Her fırsatta “ezildiklerini” ve bundan ancak “bir vatana sahip olarak” kurtulacaklarını dile getiren Yahudiler için bundan iyi fırsat yoktur (Yahudiler ezildiklerini dile getirirken, yeni kurulan ABD’de ve Avrupa’nın önemli memleketlerinde Yahudi bankerler, müthiş sömürü düzenini çoktan kurmuş ve dünya ekonomisine sahip olmuştur bile). İlk önce Osmanlı’nın içinde bulunduğu zor durumdan faydalanılmak istenir. Filistin topraklarını satın almak için Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid Han’a Osmanlı’yı düştüğü sıkıntılardan kurtaracak bir teklif yapılır. Ulu Hakan’ın cevabı ise “kanla kazanılan topraklar ancak kanla verilir” olur. Abdülhamid Han, Filistin’e Yahudi göçünün de önüne geçen kararlar alır. Bunun üzerine Osmanlı’da bir iç operasyonla Yahudi destekli İttihat ve Terakki tarafından Ulu Hakan tahttan indirilir. Göç tekrar serbest bırakılır; ama bu yalnızca üç ay sürer, çünkü İttihat ve Terakki mensupları Siyonistler tarafından kandırıldıklarını anlamışlardır. Siyonistler için dönüm noktası ise Osmanlı’nın I. Cihan Harbi sonunda yenilerek dağılması ve Filistin topraklarının, Yahudi bankerlerinin avucunda olan İngiltere’nin hâkimiyetine girmesidir.
Bu tarihten sonra Siyon Liderleri’nin desteğiyle Filistin’e dalga dalga Yahudi göçü gerçekleşirken, Yahudiler Avrupa’dan getirttikleri silahlarla Müslüman Arapları katletmeye başlamıştır. Bu göç esnasında harcanan para, Avrupa’da bazı Yahudi bankerlerin (en önemli misali İngiltere’de resmen devlet içinde devlet olan Rotschildlerdir) batma seviyesine gelmesine sebep olsa da diğer Yahudi kardeşleri tarafından bu durumdan kurtarılırlar. Nihayet 1948’de büyük katliamların ve soykırımın ardından İsrail Devleti illegal bir şekilde kurulur; fakat Yahudiler “Arzı Mevud”a ulaşamamışlardır, ulaşmaları da zaten çok uzak bir hayâl gibi görünmektedir.
“Siyon Liderlerinin Protokolleri”nde ise asla “Arzı Mevud”dan söz edilmemektedir; fakat protokoller dünyanın kontrol altında nasıl tutulacağını konu edinirken, evrensel bir dünya hükümeti mesajı da vermektedir. Yani İsrail’in kuruluşu Yahudiler için bir avuntu yahut “Arzı Mevud”a giden yolun bir adımı olabileceği gibi, geri kalan tüm insanların bilmecenin asılını çözememesi için ortaya atılmış bir yem de olabilir. Bilhassa İsrail’e yerleşen Yahudilerin Rusya, Polonya ve Almanya’dan göç eden fakir ve etkisiz Yahudiler olduğu ve nüfuz sahibi Yahudilerin Avrupa’da ve ABD’de hayatlarını devam ettirmeleri göz önüne alınırsa bunları düşünmek çok da uçuk bir fikir olmaz. Özellikle ABD’de yaşayan Yahudiler uzak kıtada bir dünya sistemi kurmuş ve kurdukları sistem hemen hemen kusursuz bir şekilde işlemektedir.
Fransız İhtilâli ve bu olaydan sonraki fikir hareketlerine ve siyasî hadiselere baktığımızda birçoğunda Yahudi’nin asırlar önce oluşturulan planlarının, dünyadaki atmosfere göre ufak tefek güncellemelerle bir bir işlediğini görmekteyiz. Son asırda ise satranç tahtasındaki hamleler baş döndürücü bir sürat kazanmışken, II. Dünya Savaşı sonrasında sistemde taşlar yerine oturtulmuş, sistem kurumlarıyla birlikte tam anlamıyla işler vaziyete getirilmiştir.
Üstad Necip Fazıl’ın dediğiyle:
“Netice şudur ki, bir millet ve memleket birlik ve bütünlüğünü güve gibi için için yiyen gizli kuvveteri tanımak; onları ister isimlendirerek ister isimlendirmeyerek, fakat mutlaka kurmay sırlariyle teşhis etmek ve ruh vatanında nüfuz ve istilâ nahiyelerini fark etmek bakımından bu Protokoller birinci derecede kıymet ve ehemmiyettedir.”
Günümüzde yaşanan hadiseleri analiz ederken, dünyaya hükmeden bu güruhun varlığını gözden kaçırmamalıyız; fakat kendilerine hayran bırakacak zekâya sahip olduklarını kabul ettiğimiz bu şahısların her şeye muktedir olmadığını da unutmamalıyız.
“Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın.
Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”