Cep telefonu… “Sabit” diye vasıflandırdığımız ev ve işyerlerindeki telefonların aksine, yaygınlığı tâbiri câizse bir virüs hızında memleketimizi saran, küçük yaşlardaki çocuklardan en ihtiyarımıza kadar kullanmayanın kalmadığı, dahası, icadındaki maksat bir yana bugün neredeyse icadındaki maksattan hariç başka türlü onlarca husus için kullandığımız bir alet. Kendi memleketimizin bir keşfi olmamasından ötürü çilesi çekilmeden altı-üstü hesap edilmeden hayatımıza girmesi ve memleketimizdeki idârî yapının keyfîliğe-boşvermişliğe meyyal tavrından ötürü toplumumuzda “ortak bir kültür” vasatının olmaması her yeni eşya-alet’te olacağı gibi cep telefonu kullanımından da sezilebilir.
Alakasına binâen daha önce Aylık Dergisi için kaleme alınmış ve aynı cümleleri “telefon” için de kullanabileceğimizi düşündüğümüz “internet” hakkındaki şu satırları iktibas etmek istiyoruz:
“‘Modern’ hayatın artık “vazgeçilmez”i olarak kabul gören ve öyle de davranılan günümüz irtibat vasıtalarının kuşkusuz yeni alışkanlıklar getirdiğini ve bu alışkanlıkların da (ister-istemez) yeni his ve fikirler doğurduğunu söyleyebiliriz. Sadece bununla da kalmıyor, kendi içinde yeni tabir ve kelimeleri hayatımıza katarak etrafında bir jargon da oluşturuyor bu alışkanlıklar. Tabiî ki bu hâlin mahzurları kadar faydalarının da olduğu inkâr edilemez. İş dünyası ve eğitim başta olmak üzere birçok sahada faydalandığımız internetin mahzurlu tarafları bir kenara bırakılırsa, faydasının zararından kat be kat üstün bir noktada olduğunu söylemek lazım. Fakat ne hikmetse hemen burada cemiyetimize baktığımızda, bu vasıtalardan gelen fayda ile zarar arasında ikincisi lehine aşılamaz gibi görünen bir uçurum karşımıza çıkmakta. Ve hemen bunun ardından da “zatı ile iyi veya kötü” meselesi hatırımıza geliyor; faydaya tahvil edemediğimizin suçlusu, verimlendirmeyi başaramadığımız “eşya-alet” değil, İBDA Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun tâbiri ile “hâdiseye yanaşan insan şuuru”nun kapasitesi, bunun derinliği yahut sığlığı olsa gerek... Yerli yerince kullanmadığımız-kullanamadığımız bir yemek masasını öylece suçlayamayacağımız aşikâr…”(1)
Maksadımız, umûmiyetle rahatsız olunan ve aynı zamanda “din ölçüsüyle yasak ifade etmediği hâlde” (N. F. K.) onun ince ruhunu da yansıtmadığını düşündüğümüz, üzerine düşünülmemiş davranışlarda-meselelerde düşünmeye yol açmak, o meselede bir arıza varsa giderilmesi noktasından “ortak” bir beğeni, değer ve alışkanlıklar türetme denemesi.
Telefon-Cep telefonu
Günümüzde neredeyse tesbihlerin yerini almış olan ve yaşı en küçükten en büyüğe herkesin elinde -bebeklerdeki emzik misâli- eksik olmayan cep telefonlarının bir bağımlılık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
İş yerinde, sokakta, otobüste ve umûma açık işletmelerin hepsindeki insanların elinde telefon; iş yerindeki işinde, sokaktaki varmak istediği gayede, otobüsteki hâlinin tasavvurunda değil! Lüzumlu yahut lüzumsuz her hâlde telefon ile meşgul kalabalıklar… Öyle yaygın ve öyle kanıksanmış ki, herkesin tabiî hâlinin bu olduğunu kabul ettiği bir vaziyet, bir panorama! Sanki Robert Barker (2) bir resim tasvir etmiş ve bu tasvir hükümetçe “ideal toplumun manzarası olsa olsa budur!” denilmiş gibi… Suyun altında yaşayanlardan birisi çıkıp gelse, ona, cep telefonunun insan eline bitişik bir organ olduğunu zannettirecek derecede bir şuursuz temas vaziyeti. Bu yabancı kimse merak edip sorsa ve dese ki “bu ne?” ve cevap versek “cep telefonu!” eminim şöyle diyecektir “o zaman cebinize koyun!”
Sırf bundan dolayı, hem şoför hem yaya hatası içinde olmak üzere yüzlerce trafik kazası olduğunu biliyoruz. Ve aynı sebepten binlerce kaza ihtimaline sebebiyet verme hâlleri de cabası… Otomobil sürücülerine lalettayn kanun çıkaran devlet aklının yayalara da bir usûl getirecek zekâsı yok mu? Gerçi böyle bir aklın varlığından bahsettiğimize göre söyleyelim, o devlet aklı alkollü mekân açacaklara şartnâme hazırlamakla meşgul olmasının iş yoğunluğundan ötürü mazur sayılır belki! Bu mevzuda birinci suçlu devlet! Çoban, sürüsüyle meşgul olmazsa, böyle olur. Atalar ne güzel söylemiş “çoban çevirirse sürüyü ters yöne, topal koyun geçmez mi hiç en öne?” Keşke bizde her şey ters yöne doğru olsaydı. O vakit aksi istikâmetine döndürmekle düzeltmek kâbil olurdu belki? Maalesef her şey şuursuzluk kurduna teslim…
Bilhassa gençlerde telefon mevzuu hastalık hâlini aşmış vaziyette ve “illet” derecesinde… Muaşeretteki en basit kâidelerden olan konuşurken muhatabının yüzüne bakıp onu anlamaya çalışma, gençlerimizin lügatinde olmayan “bir şey” hâline gelmiş. Muhatabı konuşurken elindeki telefona gömülen ve yüzlerinde Joseph Fouche’den kırk yıllık casusluk eğitimi almış, hâlinden serrişte vermeyen kimselerin ifadesini andırır bir soğukluğu barındıran bir alakasızlık tavrı… İçinde bulunulan an ile içimizden geçen zamanın bu şekilde ayrı düşmesi ne tezat! Aynı tavrı hayatının her safhasına yaymak için derin bir ihtiras ile kulaklıklarına gömülen ve yüksek sesle dinlediği ne idüğü belirsiz müziklerle etrafını rahatsız edenler de cabası. A kuzum sende beyin yok, anladık rahatsız olmuyorsun, ya etrafın?
Demek ki “saygı” başkaları için yapılan değil, evvela içinde olan, sonra dışarı tüttürdüğün! Ya aynı cinsin “dînî” kılığa bürünmüş yobazı? Biraz evvelki rengin az yeşilimsi tonu; dinlediği “ilâhi” etiketli arabesk parçanın Müslüm Gürses’in “senin yalan aşkına Allah muhtaç etmesin” şarkısının sözleri çıkarılarak background’u üstüne içinde “Allah, Kâbe, gül ve Medine” kelimelerinden müteşekkil çirkin bir form tutturulduğunu bilmediği gibi, etrafına sanki satılık bir meta imiş gibi haşa yüksek sesle telefonundan din satmaya çalışır… Ne desek? Bizim yerimize Müslüm Gürses desin: “Senin yalan aşkına Allah muhtaç etmesin!” Hatta şarkının devamını da temenni bâbından biz söyleyelim: “Ellerini istemem ellerime değmesin/İçimdeki bu acı daha fazla sürmesin!”
Sadece gençler değil; orta yaşlısı, çocuğu, ihtiyarı hepsi; hiç mi iyisi yok? Elbette var; köşesine çekilip zarif bir edâ ile Kur’an mırıldananından kitap okuyanına, acil vaziyetteki işlerini göreninden âlemde neler oluyor’u takip edenine kadar var. Fakat biraz evvelki manzaraya nisbetle istisnâ kâbilinden… Bilhassa hepsinin yetim ve öksüz olduğunu zannettiğim küçük yaştaki çocukların ellerindeki telefonlar da biraz evvel saydığımız gençlerin istikbâldeki hallerinden işaret veriyor. Belli ki kimsesizler; aklı başında hiçbir aile belli bir erginliğe ulaşmamış evladına cep telefonu alıp eline vermez! Fakat bizdeki aileler bilakis çocuk “ağlamasın-zırlamasın da sussun!” diye daha beş yaşına gelmemiş evladına bile cep telefonunu vermekten çekinmez… Çocuk terbiyesinde en ileri safha olan uyuşturma dehâsına erilmiş belli; tıp mütehassısları böyle ailelere göre en geride; çünkü hastalarına narkoz verip vermemeyi tartışıyorlar…
Bu yazıyı kaleme almadan birkaç gün evvel, berberde tesadüf ettiğim bir Metrobüs çalışanı, bazı Metrobüsler’de bulunan şarj cihazlarından birisinin bozuk olmasından ötürü şikâyet hattını kilitleyenlerden bahsetti; arkadaş memleket yanıyor diye hat kursak birisi arar mı acaba? Cevabını da ben vereyim: kesinlikle ararlar! Fakat memleketten ötürü değil, hastalıktan! Telefon ile bir yerleri arama hastalığı;
toplumumuz henüz normal hayatını yaşamadığı için “hastalık” sayılmıyor. 112’yi arayıp meşgul edeninden dalga geçenine, yanlış adres verip eğlenmeye kadar varan ve hastalık aşamasını psikopatlık derecesine vardırmış olanların sayısı da hayli kabarık…
Elbette bunları üzülerek ifade ediyoruz. Bu iş, sen, ben, o ve şu vaziyetinden; biz, siz, onlar ve şunlara kadar sıçramış hâlde… Durumları kötü olmasaydı FBI’ı müdahaleye çağırmak icab ederdi; ne de olsa bir hayli zaman sömürgeleri olarak onlar için bir sürü vali yetiştirmiş milletiz, hatır namına bir el atarlar artık…
Telefon ile birisini aramak artık dünyanın “en kolay” işi hâline geldiğinden her vakit ve saatte, her hâlükârda birisini yahut bir yeri aramanın usûlü yok; olmaması, var olanın bozulmasından değil, memleketimizin bir Moğol istilâsını andırır kültür manzarasına, cep telefonlarının bizon sürülerinin hızına eş değer bir biçimde salınmasından. Böyle olunca da, her biri diğerinden bağımsız sayısız acâib tavır! Bağımsızlığı hürriyetinden değil şahsiyetsizliğinden çoğalan…
Telefon yahut cep telefonu ile birisini aramak bana hep yolumuzun “bir kapı üç kere çalınır” (3) kâidesini hatırlatmıştır; hem ararken uzun uzun çaldırmamak tarafı ve hem de telefonun kişinin özelini andırır havasından dolayı bir kimsenin evine izinsiz girilemeyeceği tarafıyla. Çünkü işinde ve ayrıca başka meşguliyetlerinde olmayan bir Müslüman tabiî olarak evindedir ve onun mahremine paldır küldür dalmak aklımızdan dahî geçmez! Haydi, bunu prensip olarak kabul etmeyenleri bir tarafa bırakalım, ya bir kapının zilini üç kereden fazla meşgul etmemekle uyarılanların telefonları kanırtırcasına dakikalarca aramaları? A efendim madem ısrara istidadın var niçin bir ilim tahsil etmedin? Bir kere bu kimseler, muhataplarının kendisi ile muaşeretten hoşnut olmadığını belli eden tavrından dolayı nefislerinde niçin bir izzet duygusu taşımıyorlar, hayret?
Bir insanın mahremine –yakınımız dahî olsa- pat diye dalmak ve teklifsizce girebilmek mümkün mü, böyle bir hak verilmiş mi? Peki, o hâlde sırf elimizde birisinin telefon numarası var diye bahsettiğimiz şekilde davranabilmenin rahatlığıyla nasıl hareket edebiliriz? Kapısını üçten fazla çalamayacağımız herhangi bir kimsenin evde olma ihtimâli çok yüksek olan gecenin bir yarısı lüzumsuz olarak aramanın rahatlığı hangi bankanın kartınıza düşen bonusu? Ailesi ile sohbet edeni, namaz kılanı, ders çalışanı, ibadet edeni, tefekkür edeni, dinlenmek için kanepesinde uzananı, banyo yapanı ve daha hususi hâlin onlarcası içinde olanını lüzumsuzca aramak da neyin nesi? Belki de ailesi ile sohbet edeninin kalmadığı, namaz kılanının az olduğu, ders çalışanının parmakla sayılı olduğu, ibadet edeninin kalmadığı, tefekkür edeninin bulunmadığı bir toplum hâline gelmemizden ötürü mü böyleyizdir, kim bilir? Bu mevzudaki istisnaları, yani dâvâ meselesi, iş meselesi vb. aciliyet arz eden hususları saymıyoruz; çünkü hususi irtibatlardan değil umûmî vaziyetlerden bahsediyoruz…
Ve ne acıdır ki, bundan 15-20 sene evvel ulaşmak istediğimiz birisini “elimiz ile koymuş” tabirimizdeki gibi hemencecik buluverirken, internetinden cep telefonuna falanından filana her yanımız irtibat vasıtalarının enflasyonu içinde kaynarken insanların birbirlerinden bu kadar uzak düştüğü bir zaman aralığı olmuş mudur? Üstadın “Üst üste insan türü/Bu ne hayat, götürü!/Yakınlıktan ötürü/Kaçıp gitmiş yakınlık...” demesindeki hâlin apartmanlardan sonraki uzantısı cep telefonları mıdır acep?
Evimizde ekranı ailemize dönük PC’den saatlerce Facebook ve benzeri onlarca faydasız yerde vakit geçirmek kâbil değilken, akıllı olduğu her hâlinden belli olan ve akıl ile maruf insanı akılsız hâle getirebilmenin marifetine ermiş telefonlarda mümkün ve alıcısı sayısız… İnsanımızı araba farına yakalanmış tavşan gibi kendisine mıhlı bir şekilde tutabilen tarafıyla cep telefonları, Hollywood-Kutsal Orman’ın fantastik tasvirlerinin hiç de abartı olmadığının da ispatı. Bir insana “şu duvardaki parlak ekrana beş dakika mânâsızca bak!” demek ne kadar aptalca olduğu hâlde, aynı parlak ekrana uyuşmuş vaziyette saatlerce mıhlı kalabilmenin psikolojik alt yapısı nedir acaba?
Konuşurken
Telefon ile ulaştığı muhatabına aniden ve teklifsizce“neredesin, ne yapıyorsun?” diye suâl etmek ne büyük saygısızlık. Çoğu defa da selâm ve benzeri bir ifade kullanılmadan direkt olarak… Bu tavır karşımızdakini yalana sevk etmek, onu bir yerde yalan konuşmaya mecbur bırakmaktır. Hâkeza, aynı hâli yolda tesadüf ettiklerimize yapanımız da sürüsüyle; zaten telefonda onu soran aynı sürüden…
Babanın-annenin evladına, ağabeyin kardeşine, hocanın talebesine, kumandanın askerine, patronun işçisine muhataplığı ve benzer istisnalardakiler başka ve ayrıca hatırlatmaya gerek yok!
İstisnaları olmakla beraber hatırlatalım ki, telefon ettiğimizde ilk konuşma hakkı muhatabımızda… Fakat karşımızdakinin boşluğuna gelmesi ve benzer tereddüt durumlarında sessiz durmaya da gerek yok!
Mesele maksadın hâsıl olması değil mi?
Müslüman için tabiî ki hitap şekli bellidir ve Allah’ın selâmından başka bir ilk hitap, kelâm bilmeyiz. Yine de, bu hususun istisna edilebileceği onlarca yer ve durumda var; illâ keskinlik yapmanın ve itici olmanın da ne lüzumu var? Misâlen bir kargo departmanındaki görevli hanımefendi “buyrun, yardımcı olayım!” dediğinde merhabadan iyi günlere, kolay gelsinden iyi çalışmalara, vakit ve saatine göre hayırlı günlerden iyi gecelere birçok hitap şeklinden herkes kendi tabına göre seçse ve söylese fenâ mı olur? Bilhassa tanıdıklarımız, yakınlarımız ve büyüklerimize mutlaka selâm başka bir şey, günümüz karmaşası içinde yeri ve zamanına göre hitap edebilme yeteneğine ermek başka bir şey; bilhassa dâvâ sahiplerinin işlerini yürütebileceği çetrefilli şu ortamda dâvâsı bakımından fayda elde edeceği yerde lüzumsuz keskinliğinden ötürü zarara uğrama ihtimâli yüksek! Bu durum, insanları aldatmak kâbilinden değil bir nevi herkesin aklına göre hitap edebilmek yeteneğiyle alakalı… Bir yeteneği olmayan Müslüman olamayacağına, bir yeteneği olanın da başka yeteneklerden pay sahibi olduğuna göre, her Müslüman bu hâli zorlanmadan yerine getirebilir…
Hususiyetle tanımadığımız insanlarla konuşurken vakte ve zamana göre hitap: mesela “iyi bayramlar!”
Yine hususiyetle tanıdıklarımızla konuşurken mutlaka selâm ve kısaca hâl hatır sormak, öylesine değil de olabildiğimiz kadar candan… Aşırısı da ayrı bir samimiyetsizlik misâli ve “nerdesin, ne yapıyorsun?” gibi sualler yalana teşvik edici… Hâl hatır ardından arama sebebimiz kısa ve öz hatlarıyla hemen söylenmeli…
Yanlış numara çevirmemeye hususiyetle dikkat; madem önümüze gelen her evin kapısına vurup tek tek ulaşmak istediğimizi aramıyoruz, öyleyse telefonda da aynı dikkati göstermeye mecburuz. Yanlış olamaz mı, olur ve kısaca durumu izâh, özür ve karşı tarafın özrünüzü kabulünün ardından hemen kapatış…
Ehemmiyetli, zarûrî hâller olmadıkça sabah erken, akşam geç ve yemek vakitlerinde insanları rahatsız etmek hoş değil; hele ki namaz vakitlerinde… Cuma ve bayram namazlarına da dikkat edilebilirse ne hoş…
Konuşurken ne kısık ne de yüksek ses; konuşma tempomuz orta… Mizaç hususiyetleri ve hastalık vesâir tabiî ki istisna… Kelimeler açık ve anlaşılır… Nezaket her dâim elde; kavga ederken bile estetik yumruk gibi… Muhatabımızın kabalığı olursa ve bunda ısrar ederse, yolumuzun “kendi terbiyemizin üstünde kimsenin terbiyesizliğine müsaade etmeyiz” düsturundan istifâde.
Telefonda konuşulduğu için lüzumlu olmadıkça konuşma uzun tutulmaz… Daha lüzumlusu için telefon değil muhatabla yüz yüze görüşme talebi…
Kızgınlığımıza yenilsek dahî telefon muhatabımızın suratına tokat neviînden kapatılmaz, büyük hakaret; illâ gerekiyorsa da o kapanış son kapanıştır. Bir şeye böyle dır-tır denilemeyeceğine göre telefonu yüzüne kapamanın hakarette neye karşılık olduğunu buradan anlayabiliriz… Büyüklerimiz, hocalarımız gibi istisnâi durumlar da olabilir ki onlar hakaret neviînden değil muhatablarını zedelememekten ötürü bu türlü davranmışlardır ve biz hüsnü zannımızdan başka bir görüşe sahip olma hakkına sahip değiliz. Hususiyetle “hoca” kâbilinden büyüklerin yerine göre ana-baba’dan bile daha fazla üstünlükleri vardır. Derler ki ana-baba çocuğu yeryüzüne, sefil âleme getirir, hocalar ise ulvî âleme kaldırır…
Konuşma biterken muhatabımızı iyi takip edip en uygun anda telefonu kapamalı, bazı hâller olur ki istemeden yüzüne kapatmış gibi bir his verebiliriz…
Kapatmazdan evvel muhataplığımıza göre “tekrar görüşelim, sizi tekrar ararım, görüştüğümüze memnun oldum, Allahaısmarladık” gibi nezâket sözcüklerinden kullanarak vedalaşmak icab eder. Bu hallerin de yer, zaman ve şahsa göre değişkenliğe açık. Meselâ baba ve annelerimizden hayır dua isteyerek telefonumuzu kapatmak gibi…
Bir hanımla, amirle, bizden yaş yahut makamca büyük bir kimse ile telefon konuşması yaptığımızda telefonu ilk kapayan, kapamak için hamle eden her zaman karşı taraf…
Husûsiyetle ev ve işyerleri telefonlarında, sabit numaraların yönlendirildiği telefonlarda mutlaka tanıtıcı hitap! “Filancanın evi, buyurun, Falanca ofis, yardımcı olayım!” gibi… Ev yahut iş yerinde kendimizi yahut firmamızı tanıtmadan evvel “siz kimsiniz, hangi numarayı aramıştınız?” gibi içinde bulunduğumuz durumla tezat oluşturan suâlleri sormak abes ve vakit kaybı…
Telefonla birisini ararken üç kereden fazla sinyal sesini uzatmak lüzumsuz; yine istisnaları olmakla beraber, o aleti kullananın da hakkını vermesi bakımından o alete alakasızlık da ayrıca yanlış… Uzunca saatler kitap okuyanından ibadet edenine, teknolojinin bunaltıcı havasından uzak durmaya çalışanından ailesi ile baş başa sohbet için telefonu başka bir odaya bırakanına kadar uzanan insan tiplerine de hürmet nazarı… Böylesi daha az olduğu için umuma göre de yaptıklarının makbul tavırlar olduğunu kim inkâr edebilir?
Ev telefonu mutlaka sahibi tarafından açılır; çocuklar, hastalar, kulağı ağır işitenler telefona çıkarılmaz…
Telefon zili ses ayarı mâkul seviyede olmalı; illâ camide de kapalı… Sinema, tiyatro, sempozyum, sohbet meclislerinde ya kapalı yahut da kapalı hükmünde sessiz…
Kanûnen “yasak” olan yerlerde gereksiz muhalefet abes…
Bir başkasının telefonuna cevap verme zorunluluğuna düşülen yerlerde ise evvela kendini tanıtma, ardından içinde bulunulan durumu izâh etmek mühim…
Telefonda bekletmek durumunda kaldığımız insanlara karşı ara ara hâle münasip hatırlatma ve sözlerle bunaltıcı havayı dağıtabilmek ne hoş… Elbette kimi “müşteri hizmetleri” görevlilerinin yaptığı gibi mekanik ifadelerle olmamak şartıyla… Bekleme durumunda kalacak olanlara tercih hakkı tanıyarak dilerse “geri dönüş” yapılabileceği de söylenilebilir…
Telefon sinyal sesinin uzun süre çalmasına müsaade edilmeyeceği gibi “pat” diye de açılmaz; bunun yanında ilk açışta hitaptan evvel azıcık duraklamak ve sonra telefonu kulağımıza götürüp cevap vermek sağlık bakımından da ehemmiyetli…
Telefonun sohbet için değil haberleşme için kullanıldığını unutmamak bu bakımdan kısa cümleler kurmak; fakat kısa cümlelerden kastın kaba ve yetersiz kelimeler olmadığını unutmamalı…
Muhatabımızdan müsaade almadan telefonda sesini dışarıya vermek, habersizce bir insanın evine baskın yapmak ve onu ev hâlinde yakalamaya çalışmak gibi bir hissi andırıyor...
Bir kimseyi telefon ile aramadan evvel kısa da olsa hazırlık yapmak, hem kendimizi ifâde açısından ve hem de muhatabımızın vaktinden almamak için ne güzel; kafası hazır kimsenin ise ayrıca gayreti boş ve zaten böyleleri hamleci…
Dinlemek… Hele ki büyükler, hocalar, anne-baba olunca illâ dinlemek ve anlamaya çalışmak…
Konuşurken ahizeye ne uzak ne pek yakın; üç yahut dört santimlik bir mesafe ideal…
Zorda kalmadıkça öksürmek, tıksırmak ve başka sesler çıkarmak abes; hâli hazırda “başka” diyerek acaibliğine dikkat çektiğimiz sesleri çıkaran bir insanı aramak, onunla yakınlık ayrıca lüzumsuz…
Husûsiyetle toplu taşıma vasıtalarında lüzumlu olmadıkça telefon açılmaz, açılsa pek kısa ifadelerle durum izâh edilir. Yine hususiyetle bir ortam içerisinde muhatabımızın ismi lüzumsuz zikredilmez…
Toplum içerisinde eşleri ile konuşmak zorunda kalanlar konuşmayı uzatmadan esas mevzu halledilip telefonu hemen kapatmaya bakmalı. Kimilerinin sıkça yaptığı ve maalesef cemiyetimizde her zaman rastladığımız şekilde “canım”larla başlayıp uzayıp giden her biri diğerinden iğrenç sözde sevgi ifadeleri hem mahremiyeti aleniyete dökmek bakımından ve hem de içinde bulunduğu ortamı kavrayamamak bakımından kör şuursuzluğun daniskası… Erkeğinden gün ortası herkesin içinde sevgi sözleri duymayı bekleyecek kadar ayağa düşürülmüş kadın tipiyle, herkesin içinde evindeymişçesine konuşabilen erkek tipi ne uyumlu çifttirler. Böyleleri, romantik görüntü pozları takınmaya çalışan sahte tiplerdir ve yüzleri eşek derisinden kalın kabalar… Aynı türün telefon dışındaki halleri de diğerleriyle eşit derecede sahtelik örneklerinden…
Bir de, telefon sahibinin müsaadesini almadan bir başka kimseye numarası illâ verilmez. Numarası sizde varsa vardır, yoksa zaten vermediği için yoktur; hususen bir başkasını zahmete sokmak, ona böyle bir teklif yapmak da büyük abes… İstisna durumlar ise zaten belli; hem isteyen ve hem numarayı veren ve hem numarası verilen arasında yakınlık vardır ve bu hâl her biri tarafından zaten bilinir. Yahut da, numarayı isteyen usulünce durumunu izâhla ve muhatabını iknâ ile mükellef; bundan sonrasında bile tereddüt, çünkü siz iknâ edilseniz dahî numarası verilen bu hâlden hoşlanmayabilir.
Görüldüğü üzere kâidelerin birçoğu ne bir şekil üzerinde ne de kalıpların dışında; böyle olunca da iş dönüp dolaşıp “hadiseye yanaşan insan şuurunun” o işin ruhundan pay kapmasına bakıyor. “Şekle uy, fakat şekilde kalma! ... Kabuk ve cevher bir arada…”(4)
Dipnotlar:
- Fatih Turplu, Aylık Dergisi, 109. Sayı, Ekim 2013
- Panorama, bir alanın geniş açıyla herhangi bir görünümüdür. Boyama, çizim, fotoğraf, film / video yahut üç boyutlu bir modelde uygulanabilir. Ayrıca, hareketli resim terimi (pan, pannig, panama; kamerayı döndürerek elde edilen görüntü) panoramadan türetilmiştir. Kelime aslında İrlandalı ressam Robert Barker tarafından Edinburgh'un panoramik resimlerini tanımlamak için icat edilmiştir. Kaynak: Vikipedi.
- İman ve İslam Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, İst. Büyük Doğu Yayınları, 3. Basım, Ağustos 1991. Sayfa 288.
- A. g. e. Sayfa 288.