İsmail Abi’ye göre

Yaklaşık iki sene evvel genç bir kardeşimizle Cuma namazına gitmiştik. Namaz kılarken, biliyorsunuz ellerimizi mezhebimize göre “göbek altında” bağlar ve “sağ el solun üstünde ve baş ve serçe parmaklariyle sol bileği kavramış biçimde” dururuz. (1) Bu kardeşimizin el bağlaması ise, doğrusu, el bağlama değil de kol bağlama şeklindeydi; namazda sağ eliyle sol kolunu pazusundan, sol eliyle de sağ kolunu pazusundan kavramıştı. Yanımda pazularını kavramış bu kardeşimiz, önümde, ayaklarıyla amik ovasının genişliğine dikkat çekmek isteyen bir başka genç arkadaş ve sâir cemaatle namazımızı edâ etmeye çalışmıştık… Hanbeli mezhebinde bu türlü bir el bağlama şekli olduğunu bildiğimden, camiden çıkığımızda kendisine rahatsızlık vermeden bazı suâllerle mevzuyu mezheplere getirip hangi mezhepten olduğunu sordum. O da “tabiî ki Hanefi” dedi. Eh böyle söyleyince de namazda niçin ellerini o şekilde bağladığını suâl ettim. Suâlim, aynen şu şekildeydi: “ellerini neye göre öyle bağladın?”

Verdiği cevab, sadece bu kardeşimizin değil de, hem gençlerimizin ve hem de “İslâmcı camia” dediğimiz, tırnak içerisinde kullanmak zorunda kaldığımız, bir türlü “câmi/bir araya getiren” olamayanların ne türlü bir ilişki içerisinde işleri yürüttüğünü göstermesi bakımından bir tersine harikayı gösteriyordu. İçinde bir kelime dahî abartı olmadığını bana şu an söyletmek zorunda kalan cevab aynen şöyleydi: “İsmail abi’ye göre!”

Olmak ve oldurmak diye bir dâvâsı olmamış, olamamış “ağabeyler”in kurbanı bu kardeşimizin, içinde fecaatin en büyüğü olan cevabı hakkında şu an ayrıca bir izâh düşmeye ne hâcet! Gençleri, tertemiz ve saf gençleri kendi kurumlarında soba bacalarındaki isler gibi karalara çalanlar, sizler ne sefil yaratıklarsınız!

Mevzumuzla alakasına binâen tekrar edelim:

Namazda, ellerimizi “göbek altında” bağlar ve “sağ el solun üstünde ve baş ve serçe parmakları ile sol bileği kavramış biçimde” kıyamda dururuz. Rükûdan kalktığımızdaki “durak” içinde bulunan kıyam başka…
 
İmam ve İmamet

İmamlıktan kaçınmalı ve müezzinliğe heves etmeli… Bu meyanda bir Hadîs-i Şerif olduğunu da hatırlıyorum. Fakat biz, başta Kur’ân-ı Kerim olmak üzere, ne hadisler ve ne de İslâm Büyükleri’nin sözlerini ulu orta ağızlara sakız edip çiğneye çiğneye pis dişlerini âleme reklam eden bir yol üzerinde değiliz…

 Mevzumuzla alakalı bir husus olmasına istinaden söyleyelim ki idarecilerimiz olsun, milletimiz olsun yakın zamana kadar en büyük problemimiz özgüven eksikliğiydi; bugün ise şartlar o kadar değişmiş vaziyetteki özgüven patlamasından mustaribiz… Sosyolojik olarak hususen değerlendirilmesi gereken bu meseleye, bir yerde namaz kılacağımız zaman imamlığa heves edenlerden yola çıkarak da zannediyorum bir çıkıntı yapılabilir. Hususiyetle genç arkadaşların bu mevzuda öne atılışlarını biraz evvel bahsettiğim “özgüven patlaması”na, benim “gereksiz özgüven patlaması” dediğim şeye yorabiliriz. Şahsen farklı yer ve zamanlarda defalarca şahid olmuşumdur ki, hazırda bulunanlara “namazda imam olabilecek var mı?” diye suâl edildiğinde, namaz kıldıran birçok kimsenin –maalesef birkaç istisnası hariç- bırakalım imamet edebilmesini, namazın yüzde yüz bir ruh meselesi olmasına mukâbil en basit kâidelerinin, dışarıdan gözüken şartlarının dahî bilinmediğine tesadüf ettim. Bu hâl de bana ilhâm etti ki, imamlık, namaz vakti birden fazla Müslümanın olduğu yerde içlerinden birisinin öne geçip namazı kıldırdığı alelusul bir davranış değil, bilakis, imam olanın, imamlık vasfını taşıyanın yüklendiği-yüklenmesi gereken bir zorunluluk, bir mecburiyettir… Bir toplulukta kimin imamet edeceği meselesi esasen tabiî bir şekilde bellidir; çünkü “sıfatının Allah Resûlü’ne kadar varan mefkûrevî delâleti altında ezilecek ve cemaatten evvel bizzat kendisi işinin samimi aşıkı olacak… Ona göre bir terbiyeden gelmiş bulunacak… Ezberci ve ezbere dinletici bir (teyp) olmaktan sakınacak… Daha neler ve neler!... Ahlâkı güzel, edası güzel, libası güzel…” (2) diyerek çizilmiş kıstasları kendisinde barındıran kimse zaten bellidir. Yahut da, derece derece en aşağıya doğru bu hasletlerden, belki bu hasletlere sahip bir kimseye bağlılığı olan ve belki de bağlılığı olana bağlılığı olan… Kimi yerde Kur’an’ı en güzel şekilde okuyabilen ama ruhundan habersizi arkada olur da, işin ruhunu temsil etmesi bakımından fakat okuması diğerine göre daha iyi olmayan imam oluverir… Fakat, umûmiyetle iş imamete gelince herkesin öne geçivermesinden, heveskâr bir şekilde öne atılmasından da sezebileceğimiz üzere namaz kıldırmak bir zorunluluktur, öne geçme yarışı değil!.. “Viyana Senfoni Orkestrası’na şef ben olayım” diye ortaya atılan hiç kimseyi göremediğimiz hâlde imamlığa heves etmenin bir enflasyon pazarına dönmesinden de anlaşılmalı ki, yolumuzun ruhunu azıcık sezen yahut azıcık sezen bir kimseye tâbî olanın sessizce başını öne eğip yerini bilmesi icab eder…

 İşin dedi-kodu kısmını bırakıp hükmüne gelirsek şu:

“Vücutça ve ruhça hiçbir ârızası olmayacak… Diş kuron ve dolgusu bile… Olursa, evvelce kaydettiğimiz gibi, dişleri sağlam olanlara göre abdestsizdir. … Yerinde devlet büyüklerini de ardına alacak olan imam, namazda ibadet devletinin güdücülüğünü remzlendirdiğine (sembolize ettiğine) göre bir (robot) olmaktan çıkacak, sıfatının Allah Resûlü’ne kadar varan mefkûrevî delâleti altında ezilecek ve cemaatten evvel bizzat kendisi işinin samimi aşıkı olacak… Ona göre bir terbiyeden gelmiş bulunacak… Ezberci ve ezbere dinletici bir (teyp) olmaktan sakınacak… Daha neler ve neler!.. Ahlâkı güzel, edası güzel, libası güzel… ‘Böylesi nerede bulunabilir ve köylere kadar nasıl dağıtılabilir?’ diye bir suâl yersizdir; biz olunması zor veya kolay olanı değil, gaye noktasını belirtiyoruz. Bu gayeye elinden geldiğince yaklaşabilene ne devlet!..” (3)
 
Bitirirken

Üçüncüsüyle beraber yeri geldiğinde devam etmek üzere “Doğru-Yanlış Bildiklerimiz’in “Namaz’da” bahsine ait olan yazılarımızın şimdilik sonuna geldik. Buraya kadar söylediklerimiz arasında dikkat edilmesi gerekenler, sadece din büyüğümüz Üstad Necip Fazıl Kısakürek Hazretleri’nin İman ve İslâm Atlası’ndan iktibas ettiklerimizdir; gerisi, kanaât, görüş, dedi-kodu ve sâir…

Maksadımız şu espri-incelikten yola çıkarak en başta kendimiz ve çevremiz, sonrasında okurlarımız ve sonrasında onların da yakınlarına doğru uzayacak genişlikte hatırlatma gayretiydi:

Bektaşi’ye demişler ki “oruç tutmazsın da sahura niçin kalkarsın?”
Demiş ki, “Hepten gâvur mu olayım?”
 
1)İman ve İslam Atlası, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları, 3. Basım, Ağustos 1991. Sh. 111.

2)A.g.e. Sh. 116.

3)A.g.e. Sh. 116.


Baran Dergisi 503. Sayı