Şer’î ölçülerin ana kaynağı Resûlullah Efendimiz (SAV)’dir. O yürüyen Kur’an’dır; Kur’an ayetleri de, diğer sözleri de hep O’nun mübarek ağzından çıkmıştır. Hangisinin Kur’an ayeti olup, hangisinin olmadığını O söyler; yoksa bilemeyiz. Diğer taraftan O’nun ağzından dökülen Mutlak Kelam dışında kalan her sözü de bir ölçüdür. Kısacası İnsan olarak Mutlak Şârî O’dur.

O’ndan kaynaklanan ölçüler, insanlık ile O’nun arasında berzah hükmünde olan Sahabe yoluyla bize gelir. Sahabe, dinin üç ana kaynağı/edille-i şeriyeden birini oluşturan İcmâ-i ümmet ile kastedilendir; onların bir meselede icmâı/ortak kanaati mutlak şârî gibidir. “O değil, O’ndan; bu yüzden de O” ilkesinin mükemmel örneği topluca bir cemiyet ve devlet teşekkül ettirmiş olan Sahabe-i Kiram efendilerimizdir. “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” ulvî muştusunun aslî muhatabları… 

Sahabenin birbirini taklidi caiz değildir. Hepsi tek tek müçtehid/kural koyucu kabul edilir. Onların birbirlerini taklid etmeleri bile içtihadlarına binâendir. Onlarda ve onların takipçisi olan Tâbiûnda ölçüler billurlaşır ve farklı odaklara bölünmeye başlar; zaman ve zemin değişikliği ile, rahmet olan ihtilaftan dolayı değişik meseleler ortaya çıkması gayet tabii idi. Bu meselelerin sistematik çözümlerinin odaklandığı mecralar olan mezheblerin teşekkülü, Sahabedeki rahmet sırrının tezahürüdür. 

Bu ölçüleri belli bir sistem içinde değerlendirme işi, usul-ü fıkhın konusudur. Bu hafta para meselesine bir toparlama yapmak niyetindeydik, ancak usul-ü fıkhın en önemli başlıklarından olan illet ve hikmet bahsinin bu meselede bize yol gösterici olacağı kanaatiyle bu yazımızı buna ayırmaya karar verdik. 

Her ölçünün bir illî bir de gaî (hikemî) ciheti bulunur ve içtihadlar her ikisine atıfla yapılır. Öte yandan fıkıhta öncelikli olan illî cihet, yani illettir. Lakin İslâm’ı fikir planında işleyecek olanların (ve dolayısıyla bir İslâm devletinin siyasetini belirleyenlerin) manevra sahası, mevcut fıkhî ölçülerin zahirdeki bağıntılarını veren, ta’lîle tâbi illetlerden ziyade onların hikemî yönleridir. Zira illetler, net sınırları çizer ve sağlam bir temel oluşturur; bu temelin üzerine hikmet binasını dikmek gerekir.

Meselenin daha iyi anlaşılması için konuyu güzel bir şekilde açıklığa kavuşturduğunu düşündüğümüz Soner Duman’ın “İlk Dönem Hanefi Usulünde İllet Tartışmaları” isimli doktora tezinden bir bölüm aktarıyoruz. 

«1.En basit/yalın tanımıyla illet, “hükmün kendisine dayandırıldığı vasıftır.” Kur’an ve Sünnet’te çeşitli meselelerle ilgili farz, vacip, sünnet, mubah, mekruh, haram vb. hükümler verilmiştir. Herhangi bir meselede bir hüküm verilirken acaba bu hüküm, herhangi bir vasfa dayandırılmış mıdır?

Kıyası hüccet olarak kabul eden dört mezhebe göre dindeki amelî hükümleri iki gruba ayırabiliriz:

a)Bu hükümlerin bir grubu illetleri aklen kavranabilen [ma’kulu’l-ma’nâ/ta’lilî / muallel] hükümlerdir.

b)Bir grubu ise illetleri akılla kavranamayan [gayr-i ma’kuli’l-ma’nâ/taabbudî] hükümlerdir.

Dört mezhebin dördü de bu iki kategorinin varlığında ittifak etmiş olmakla birlikte uygulamada somut bir durumun bu ikisinden hangisine girdiği konusunda farklı görüşler olabilmektedir. Mesela “abdesti bozan durumlar” Hanefî mezhebine göre ta’lîlî hükümler grubunda yer alır. Bunun illeti, “vücudun herhangi bir yerinden necis bir şeyin çıkmış olması”dır. Şafiîlere göre ise bu hüküm taabbudî hükümlerden olup yalnızca vücudun ön ve arkasından çıkan şeyler abdesti bozar.

2.Fıkıh mezhepleri, illette bulunması gereken şartların bir kısmında ittifak ederken bir kısmında ise ihtilaf etmişlerdir. Üzerinde ittifak edilen üç şart bulunmaktadır:

a)İlletin varlık ve yokluğuna karar verilebilecek şekilde açık olması [zâhir],
b)İlletin kişiden kişiye değişmeyen istikrarlı bir vasıf olması [munzabıt],
c)İllet ile hüküm arasında bir uygunluk olması [münasebet].

Meselâ “şarap içme” fiilinin “haram” kılınmasının “illeti”, şaraptaki “sarhoş edicilik [iskâr]” vasfıdır. Şarapta sarhoş edicilik özelliğinin bulunduğu açıkça bilinen bir durum olup şarabın sarhoş ediciliği kişiden kişiye değişmez. [Belki insanların hangi miktarda şarap içtiğinde sarhoş olacağı kişiden kişiye değişebilir ama netice itibarıyla bu sıvıdan çok miktarda içen herkes sarhoş olur.] İşte, şarapta bu özelliğin olması, Allah’ın şarap hakkında “haram” hükmü koymasına uygun düşen bir durumdur.

İlleti bulmak üzere hükme sorulması gereken soru “hangi vasıf?” sorusudur. Birkaç örnek verelim:
Şarabın haram olması hükmü şarabın hangi vasfına bağlanmıştır? [İskâr / sarhoş edicilik vasfına]
Namazların kısaltılarak kılınması, kişinin hangi vasfına bağlanmıştır? [Yolculuk vasfına]

Altın ile altının eşit olmaksızın karşılıklı değişiminin haram olması altının hangi vasfına bağlanmıştır? [Aynı cinsten olup tartılabilir mal olma]

2.“Hikmet”, en yalın ifadesiyle “hükmün konulmasından elde edilen yarar, hükmün gerçekleştirmeye çalıştığı amaç” demektir. Daha teknik ifadesiyle hükmün bir illete bağlanması sebebiyle mükelleflerin elde edeceği yarar [celb-i maslahat] ve onlardan giderilen zarar [def-i mazarrat]dır.

Meselâ;
a)Şarapta “sarhoş edicilik” özelliğine “haramlık” hükmünün bağlanması mükelleflere ne kazandırmakta, onlardan hangi zararı def etmektedir? Mükelleflerin bu sayede aklî yeteneklerinin başlarından gitmemesi sağlanmakta, şarabın yol açacağı düşmanlık, kavga, sağlıkla ilgili zararlar def edilmiş olmaktadır.

b)Yolculukta namazların kısaltılması hükmü hangi yararları sağlamakta, hangi zararları def etmektedir? Mükelleflerin meşakkatleri hafifletilmekte, onların rahat etmeleri sağlanmaktadır.

c)Kasten adam öldürmede kısas cezasının konulmasının amacı/yararı nedir? İnsanların adam öldürmesi önlenmekte, cinayet gerçekleştiğinde de maktulün yakınlarının mağduriyeti giderilmekte, kan davalarının oluşması önlenmektedir.

4.İllet, çoğu zaman hikmeti de bünyesinde barındırır. Yani hükmün bir illete bağlanmış olması, mükellefler için maslahatları sağlar, onlardan zararları def eder. Bu bakımdan “illet”, hikmetin “zarfı/mazinnesi” hükmündedir. Bununla birlikte zaman zaman illet bulunduğu halde hikmetin gerçekleşmemesi veya hikmet bulunduğu halde illetin olmaması durumları olabilmektedir.

Mesela;
Kişi şarap içtiği halde sarhoş olmayabilir. Kişi yolculuk yaptığı halde meşakkatle karşılaşmamış olabilir. Kısas cezası uygulandığı halde adam öldürmenin önü alınmamış olabilir.
Bununla birlikte usulcülerin benimsediği genel kural şudur:

“Hükümlerin var veya yok olması hikmetlere değil illetlere bağlıdır. İllet varsa hikmet olmasa bile hüküm vardır. İllet yoksa hikmet bulunsa bile hüküm yoktur.” Kişi sarhoş olmasa bile şarap içmişse haramlık vardır. Kişi hiçbir zorluk çekmese bile yolculuk varsa namazları kısaltma vardır. (Objektiflik kıstası. Hüküm bağlayıcı olacağından, illette objektiflik şart iken, hikmette değil. A.K.)
5.Hikmet dediğimiz şey çoğu zaman gizli, kişiden kişiye değişen, bir ölçüye bağlanması zor olan bir durumdur. Üstelik çoğu hükmün hikmetinin ne olduğu naslarla belirtilmemiş olup ulemanın bu konudaki sübjektif yorumlarına dayanmaktadır. Bu sebeple hüküm vermede hikmetler dikkate alınmamıştır. Bununla birlikte kimi âlimler, hikmetleri bir ölçüye bağlamanın mümkün olduğu durumlarda hikmete dayanılarak hüküm verilebileceğini belirtmişlerdir. Buna usul literatüründe “hikmetle ta’lîl” denilir. (Mesela para vakıfları. A.K.)

Bu mesele son derece önemli/riskli/tehlikeli bir konudur. Zira günümüzde dindeki amelî hükümler üzerine konuşan, yazıp çizenler içinde kimileri usul ilmindeki “illet–hikmet” ayrımını ve ilişkisini bilmediklerinden, hikmetleri esas alarak yorum yapmakta ve hikmetin gerçekleşmediği durumlarda hükmün de uygulanamayacağını iddia etmektedirler. (Mesela İslâm’daki faiz yasağının hikmetinin insanların sömürülmesini engellemek olduğunu iddia ederek, sömürünün gerçekleşmediği yerde faiz yasağının da kalkacağını iddia eden Fazlurrahman benzeri reformistlerin durumu.) Oysa hüküm vermede bir ölçüye bağlanma imkânı bulunmadığı sürece hikmetleri esas almak gerek bireysel dindarlık gerekse hukukî istikrar bakımından tamiri zor bir takım bozulmalara, İslam’ın amelî boyutunun zamanla ihmal edilmesine yol açabilir.
(…)
İllet–hikmet ilişkisi konusunda uç yaklaşımlardan, ifrat ve tefritlerden uzak durmak gerekir.

İlleti devre dışı bırakıp yukarıda görüldüğü üzere kişilerin kendince hikmet olarak belirledikleri vasıflara hükmü bağlamaları bir ifrattır.

Buna karşılık hikmeti tamamen devre dışı bırakarak hüküm ile illet arasında münasebet bağını iptal edecek [hikmeti iptal edecek] ta’liller tefrittir.

Bir ölçüye bağlamak mümkün olduğu durumlarda hükmü hikmete bağlamak, bunun mümkün olmadığı durumlarda ise hükmü illetlere bağlamak ise itidaldir. Vallahu a’lem.»

Gelecek yazımızda illet-hikmet meselesini, reformistlerin yaptığı gibi doğruyu yanlışta kullanıp saptırarak değil, “tazir” nevinden kaidelere nasıl ışık tutacağını göstererek işleyeceğiz.


Baran Dergisi 599. Sayı