Bilimsel olmak ve her şeyi bilim kıstasına vurmak mevzuu üzerinde durmak istiyorum. Öyle ki, inanç ve değer sistemlerini dahi “bilimsellik” yargısıyla değerlendirmek hatasına düşülüyor veya böyle bir anlayış halâ sürdürülmek isteniyor. Dogmalara karşı olduğunu söylerken bilimi dogma görenlerin “bilimsellik” dini kurduğunu ve buna inandığını söylemek zorundayız. Gözün gördüğünden, bilimin deney ve gözlerinden başka bir şeye inanmadığını söyleyen dar kafalı bir zihniyetten bahsetmek istiyorum.
“Aşkımız ve sevgimiz bilimin deney ve gözlemine uygun mu?” “Annemizi neden seviyoruz?” ve “Bu şiir bilimsel mi?” diye soruyor muyuz? Mikroskop altında görünmeyen, ruhumuzu inkâr mı edeceğiz? Bu tarz sorular bilimin konusu olmadığı gibi, hayatın anlamı ve değeri (insan-kâinat ve Allah meselesi) de bilimin anlayacağı şeyler değildir. Şunun altını çizelim ki, bilimin konusu dışında olan şeyler, bilime aykırıdır mânâsına gelmez ve bu açıdan inkâr gerekmez. Demek ki, bilim ile “bilimcilik” felsefesini ayırmak lazım. Pekala inançlı biri bilimi kabul eder, “bilimcilik” denen materyalist felsefeyi de reddeder.
Bilime karşı değiliz, zaten karşı olan da yok, bilakis bilimin sonuna kadar gitmesinden yanayız. İnancımız (İslâm) bize eşyayı sonuna kadar teshir etmemizi, araştırmamızı emreder. Bilimcilik söylemi altında ortaya çıkarılan materyalist-pozitivist felsefeye karşıyız. Pozitivist felsefenin kurucusu Auguste Comte’un dâhil olduğu bilimcilikten (scientism) bahsediyoruz. Pek de bilimsel olmayan bu bilimcilik felsefesi geçmiş çağın modası olarak ve seküler kapitalist düzende estirilen bir rüzgardır. Öyle ki bu maddeci kafa, Müslümanım diyende de var. Günümüzde ruhsuz ve imansız İslâmcılık bu anlayışın eseridir diyebiliriz.
Bilimcilik felsefesi, “metafizik” bir anlayıştır ve esasen metafizik mevzular bilimin konusu dışındadır. Bilimin konusu dışında diye her şeyi inkâr edenler nedense iş bu materyalist felsefeye gelince körü körüne bağlanırlar, âdeta iman ederler. Hatta onların imanı kör bir iman olmaktadır. Zira İslâm “körükörüne değil, basiretle Allah’a bağlanmak”tan bahsederken, İslâm’ı bağnazlıkla suçlayan bu sözüm ona pek ilerici ve pek bilimsel olan cahiller, bilimsellik putuna körü körüne iman ederler. Kuantum, izafiyet, genetik ve biyoloji vs. ilmî buluşları ise inkâr ederek her şeyi kendi doğrularına göre yorumlarlar. Peşin fikre veya mutlak değere karşı olurlarken onların peşin fikri veya mutlak değeri materyalizm olmaktadır.
Peşin fikir üzerinde duralım. Her fikir bir peşin fikirle başlar. Yoksa adım atamayız. Sigara yakarken bile bir peşin fikre ihtiyaç var. Âlem, biz, Yaratıcı vs. hepsi hakkında önce peşin fikirden başlarız. Her algı, bir peşin fikirdir. Mesela 18 yaşında birisi, Marksist, Müslüman veya liberal oluyor. Hâlbuki bunların sistematiğini okumamış ve bilmiyor. Daha sonra yaşadıkları ile peşin fikrini pekiştiriyor veya yanlışsa bırakılıyor.
“Mutlak” mevzuu üzerinde de kısaca duralım. Kendimizi, kâinatı ve Allah’ı mutlak olarak izah edemeyiz. Çünkü kâinatın yaratılışına gidemeyiz, kâinatın nihayetini de bilemeyiz. Demek ki tüm kâinatı, gelişi ve gidişiyle tüm insanoğlunu izah edecek mutlak fikre ihtiyaç var. Bizim için bu Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün söyledikleridir.
Bazıları için ise “Mutlak” olan materyalizmdir, Darwin’in, Marks’ın, A. Smith’in veya Freud’un öğretileridir. Mutlak değer görme açısından arada fark yoktur. Fakat Batı’nın mutlak değerleri birbirini yalanlayarak ve çürüterek giderken bizim mutlak değerimiz (Kur’an-ı Kerim) kıyamete kadar ışığını ve tutarlılığını sürdürür ve sürdürecektir. Bahsettiğimiz gibi, kul ne kadar uğraşırsa uğraşsın “Mutlak” olamaz gerçeği icabı.
Beşerî sistemler, doğası gereği donuklaşmaya müsaittir. Öyle ki beşerî sistem kurucuları –kendi acziyetlerini iyi kötü bildikleri için- kendilerini putlaştırmazlar. Fakat bağlıları onları putlaştırırlar. Her beşer fanidir; filozof veya bilim adamları da vücuduna batan bir dikenden sızlanırlar. Kabız olunca sızlanan, ishal olunca yerinde duramayan insanoğlu fikrinin peşinde gitmeye de meraklıdır. Fakat pisliğini ortada bırakıp da çekip gidendir. Beşerî sistem kurucuların geride bıraktıkları hâli anlatmak için bu teşbihlere başvuruyorum.
Bir misal olarak verelim; Darwin, “Türlerin Kökeni”  kitabında kendi teorisinin zayıflıklarını bir başlık altında belirtip onları bazı izahlarla telafi etmeye çalışırken, onu bir inanç sistemi olarak gören bağlıları evrim teorisini her şeyi ile putlaştırırlar. Bu da insanın değer sistemi arayışı ve inanma ihtiyacı ile ilgilidir. Tutarsızlıkları kabul etmeyen-edemeyen insanın Mutlak arayışı ile ilgilidir. Mutlak Fikrin zarureti ve kurulamazlığı ilkesi görülüyor. Bir ilave daha yapalım. Bugün vahşi kapitalizmin babası sayılan Adam Smith aslında bir ahlâk felsefecisi idi. Fakat açtığı yol veya çağın cereyanı onu bu mevkiye getirmiştir. Böyle örnekler çoktur. Adam materyalist değil; ama materyalizme köprü olmuştur.
İnsanoğlu ve tefekkür tarihi mistik arayış içindedir. Çünkü gözümüzün gördükleri yetmiyor. Ferdî hayat ve onun hakikati ruhî hayatta. Kim ne derse desin, hayat içimizde dönüyor, fakat tek başına çaresiziz ve kıvranıyoruz. Ve bize şah damarımızdan daha yakın bir varlığı arıyoruz. Dünyanın neşesi yalan, bunu derinden hissediyoruz, mutlak varlığı bulamadığımız anlarda kendimizden kaçıyoruz, oyun eğlenceye, gaflet ve unutmaya dalıyoruz. Tasavvuf büyüklerinin gafleti araması ise bizim gibi basitlerin hâlinden farklı olarak ilahî huzur hâlinin kul haddince yanıcı etkisindendir.
Einstein, son yirmi yılını mistik felsefe arayışına, böyle bir sistem kurmaya vermiştir. Ama bir türlü sistem kuramamıştır. Onun izafiyet teorisi kuantum mekaniği ile beraber gelişirken, “Tanrı zar atmaz” diyerek belirsizlik ilkesine karşı çıkmıştır ama kendi de çaresizdir. Bütün yollar Allah’a varır, ancak Peygamberin rehberliğiyle buna ulaşılır, hakikati kendini gösterir. Biz günümüz Müslümanları olarak bunu gelenek ve aileden kolayından öğrenmişiz, fakat bu iman nimetinin de şükrü vardır, o da bütün yolların veya bulunduğunuz mevzu ve yolların Allah’a vardığının şuurunda olmak ve bunu bayraklaştırmak zorundayız. Cemiyet meydanına dikmek ve nesli korumak vazifemizdir. İslâm’a varamayan fakat soylu-çileli kafa sahibi Batılıların arayışına nazaran bizim onları da kuşatan ve ulaştıkları uç noktadan işin hakikatini gösterici kafalara ihtiyacımız var. Kendi vicdanımızın tatmini olarak şeklî ibadetlerde kalmak değil, küfrün kaynağını bilmek ve onda imanımızın irtifaını görmek durumundayız. Taklidi iman ile tahkiki iman farkında olduğu gibi.
Geçen çağdan gelen yalanlardan bahsedelim. Biz geriden geliyoruz ya, Batı’da modası geçmiş cereyanlar bizde revaçta olabiliyor. Darwinizm gibi, Freudizm gibi, pozitivizm gibi. Bizdeki laik-Kemalistlerin ve Batı taklitçiliğine ilericilik diyen solcuların kendilerini ifade edici başka fikirleri olmadığı için bu modası geçmiş fikirleri tekrarlayıp duruyorlar. Aslında tabiî olarak gidecekleri yer İslâm ama, onları engelleyen Batıcı hayat tarzı ve İslâmcıların da temsil planında zayıf olması veya zayıf bilinmesidir. Şunu da ifade etmek zorundayız ki, İslâmcı veya muhafazakâr olanlar, Darwinizm’e karşılar fakat bir biyoloji teorisi ortaya konamadığı için, İbda Mimarı Salih Mirzabeyoğlu’nun evrim mevzuuna da yer verdiği “Berzah” eserinde Darwin hakkında yaptığı bir benzetmeyle, patatesleri tarladan toplamak için çuval gerekir ama bunun bulunmadığı yerde Darwin’in teorisi bu işi yapan “naylon torba” olmuştur. Biyolojide sistem ihtiyacını kabul ediyoruz; fakat bir ihtiyaca nisbî cevap vermenin küllî değerlendirilemeyeceğini söylüyoruz. Buluş yapıyorlar ama sonunda mistik bir değerlendirme yaparak kendi kafalarına veya çağın moda anlayışına göre yorumluyorlar. Darwin’in tabiat çalışmalarına sözümüz yok, ama değerlendirmeleri zorlama, yani kurgusu hayalî. Başka bir misal, Freud’un psikanaliz hakkında orijinal çalışmaları var ama işin sonunda tamamen cinsiyete bağlaması yanlış. Bu da onun zannı veya inancı oluyor. Bilimsel çalışmaların sonunda yapılan değerlendirmeler hiç de bilimsel olmayabilir. Bunu söylemek istiyoruz.
Bir şey maddî neticeler doğuruyor diye onun da maddî olması gerekmez. Sonuçları maddî ama kendi maddî değil. Ruh-beden ilişkimizde olduğu gibi. Davranışlarımız maddî ama âmili (ruh, iç dünyamız ne, dersen de) maddî değil. Sebep-sonuç ilişkisi zaten tartışmalı bir mevzu. Ve kuantum mekaniği ile katı determinizm iflas etmiştir. Evrim teorisinde de determinist mekanik anlayış vardır.
Batı’nın bilime bakışı ve bilimi kullanma amacı olarak, Weber’in “bilimin Protestanlığın bir ürünü olduğu” tesbitini de verelim. Bilimin sekülerleşmesi yani laikleşmesi ve kapitalizmin sömürü amaçlarına hizmet edici kılınması söz konusu. Bunu bilim ve din çatışması olarak sunmuşlardır. Bu tesbit Hıristiyanlık için doğru olurken İslâm için söz konusu değildir. Yani İslâm’da bilim-din çatışması hiç olmamıştır. Fakat Hıristiyanlığın bilimle çatışması mevzu bizde laikler tarafından onların İslâm karşıtlıklarına bahane yapılmıştır. Kendi kel keleş hallerini böyle yalan ve ucuz söylemlerle örtmeye bakmışlardır. Batı’nın bilimde üstünlüğünden acze düşüp onları kölece taklide yönelmişlerdir.
Kapitalizmin doymak bilmeyen hırsı ve bilimsel yöntemin evreni anlamakta geçerli olmaması Batı’da “anti-bilim” anlayışını doğurmuştur. Bilim felsefecisi Karl Popper, J. Needham gibi düşünürlerin eleştirileri buna misal verilebilir. Burada birkaç isim daha ilave edilebilir. Bilimin tek geçerli bilgi edinme yolu sayılamayacağı, bunun yanı sıra din, estetik, tarih ve felsefe gibi bir çok entegre çalışmaya ihtiyaç olduğu görüşü yaygınlık kazanmaktadır. Sezgi ve sevgi de layık olduğu yeri almalıdır, görüşleri öne çıkmaktadır. Descartes ve Newton’dan beri Bilimsel şüphe-kartezyen düşünce adı altında çözümleme (analiz) yönteminde bütünü parçalara ayırmak temel alınmıştı. Bilimin temel hareket noktası bu idi. Hâlbuki bu yöntemin neticesi olarak bütünü kaybetme tehlikesi baş göstermiştir. Kuantum teorisi ile günümüzde anlaşılmıştır ki, Kartezyen düşünceye yani bütünü parçalara ayırma sürecine ters olarak, bütün ancak “küllî/bütüncül” olarak ele alındığında anlaşılmaktadır.
Tabiatçı olan Darwin, merakı ve olağanüstü enerjisi ile 28 yıl uğraşarak türlerin kökeni ile ilgili bir teori kurmuştur. Mevzuu sistemleştirmesi açısından önemli bir iş yapmıştır, fakat sisteminde boşluklar ve uçurumlar vardır. İzah edilemez sıçramalar vardır. Türden türe geçişlerin -eğer varsa- evrim teorisi ile izahı yoktur. Zaten tür içinde bazı evrimler olabilir. İbrahim Hakkı Hazretleri söylüyor. Cematın ufku mercan (tıpkı bitki gibi kök salar), nebatın ufku hurma (tıpkı hayvan gibi döllenir) hayvanın ufku at (tıpkı insan gibi rüya görür) insanın ufku ise yok. Türlerden geçiş yok. Şu soruları soralım: Darwin’in merakını hangi evrimle izah edeceğiz? Ve insandaki merak duygusunu? Darwin’den sonra yaklaşık iki asır geçmesine rağmen neden Darwin gibi bir biyolojik sistem kuran çıkmamıştır, yani Darwin’in “merak”ı neden evrim etmemiştir. Merak “sade ve faydacı” bir anlayışla izah edilemezken, bizzat Darwin’in merakı kurduğu evrim teorisini doğurmuştur. Ama sonrakiler terakki değil, tereddi mi etti? Bunu Darwincilere soruyoruz.
Burada şunu da soralım. Tekâmül geliyor ve en üstün kabul edilen insanda duruyor. Şunu söyleyelim ki, insanı en üstün canlı kabul etmek bile bir peşin fikirdir ve bu dinlerin görüşüdür. İlim, bilgi ve sanat niye? Ve “insan insanı sömürmesin” derken Sosyal Darwinizm’in en güçlüler yaşar anlayışı neticesi “insan insanın kurdudur” görüşüne katkı yapmıştır. Kapitalist düzenle Darwinizm’in paralelliği ve birbirlerini desteklemesi, birbirlerinden hayat bulmaları mevzu apaçık. Her ne kadar biri sosyal-siyasî-ekonomik bir rejim ve öteki bir evrim teorisi ise de temeldeki birlik ve ortaklık apaçıktır.
Adaptasyon, seleksiyon, mutasyon, evelition-intibak, tavsiye, değişme, inkişâf; bütün bunlar bitki ve hayvana göre yapılıyor ama iş insana da sirayet ediyor. İnsandaki kör bağırsağı bir alt türden kalma basit ve fonksiyonsuz bir ortak kabul eden Darwincilerin İtalya’daki cerrahları hasta ve sıhhatli bakmaksızın eline geçirdiklerinin kör bağırsaklarını alıyorlardı. Daha sonra tıbbın söz konusu organın lüzumsuz olmadığını buluşu ile bu kesip biçme yobazlığına son verilmiştir. İşin biyolojik yönü böyle iken insanın şuur ve tekâmülü mevzu ayrı bir konudur. Bizce insan tekâmüle açık ama kastedilen organlar değil, türden türe geçiş değil.
Darwin’in tezi, doğal seleksiyon vasıtasıyla evrim mekanizmasıdır. Halbuki doğal seleksiyonun canlıları evrimleştirdiğine dâir tek bir bulgu ortaya konamamıştır. Ayrıca Mendel’in bulduğu genetik kanunları evrim teorisini açmazlar içine sokmuştur. Darwin’in canlılar için biyolojik bir sistem geliştirmesi bir ihtiyaca cevaptır. Fakat teorisinin sonundaki metafizik kurguları isabetli değildir. Bilim de Darwin’in mekanik evrimini desteklememektedir. Yeni bir tür ortaya çıkmamıştır ve ayrıca türden türe sıçrayışın izahı da yoktur. Amip veya maymun veya başka bir gen mesela köpek değil de neden insan olmuştur? İnsan gibi girift ve derin bir yapının, şuurlu, akılcı, hisli bir yapının tesadüflerle izah edilmesi, kökenin bakteriye kadar indirgenmesi düşünülemez. Kimse de Hz. Adem’e gidemeyeceğine ve fosil bilimin durumu meydanda olduğuna göre evrim teorisi akıl, şuur, his sahibi hiçbir insanda yer bulamaz. Böyle bir mekanik düzenek ve rastgelelik sanat, felsefe ve bilim çalışmalarıyla medeniyetler ve devletler kuran insana hiç uygun düşmüyor. Bazen vahşi ve zalim, bazen medenî ve adil olan insanoğlunun iniş çıkışları statik ve mekanik değil. Evrim teorisine göre insandan sonrası ne, evrim insanda neden duruyor? Kâinatın yapı ve işleyişi yanında son derece karmaşık insan gözünü bile rastgele varyasyonlarla izah etmek mümkün değilken…
Darwin’in yaşadığı döneminde hücrenin yapısı ve fonksiyonları hakkında son derece ilkel bir anlayış hâkimdi. Bugün gelişen aletlerin yardımıyla, hücredeki ve hücrenin organellerindeki akıl almaz karmaşıklığın böyle bir sistemin küçük rastlantısal değişimlerle meydana gelemeyeceği ve değil hücrenin, bir protein molekülünün dahi rastlantılarla oluşamayacağı anlaşılmaktadır. Ama isteyen istediğine inanır. Kalbin bu kadar değişim içinde iman veya imansızlığı tercih etmesi kabul ve red tavrının seyyaliyeti, mekanik bir yapı arzetmemesi Darwinizm’in iflasının ayrı bir delilidir. Aslında Darwin ve Darwincilerde sistemlerini bulgular yanında kalbi ile kurarlar ve kalbi ile inanırlar. Bulguları arama, tabiata merak sarma duygusu da ruhî bir çabadır. Bu önemli husus materyalizm ile izah edilemez.
Yaratıcı Tekâmül eserinde Bergson, materyalist görüşü çürütürken Darwinizm’e de yer verir. Hem mekanik tekâmülcüleri (Darwin) hem de gaiyetçi tekâmülcüleri (Lamarck) reddeden Bergson, “uzviyetler dahî şuur gibi daima bir değişme, inkıtasız bir oluş içindedirler (…) Hayatın oluşlarında da, şuurda olduğu gibi, asla tekerrür ve geriye dönüş yoktur” der.
Bergson’daki “hayat hamlesi”, zaruretten hürriyete yükseliştir. Bergson’dan Mustafa Şekip Tunç’un anlatımından mealen veriyoruz: “Psikolojik hayatta hâlden hâle geçiyor ve hakikatte hiç durmadan değişiyoruz. Onu dokuyan kumaş zaman… Bizim içimizde geçen zaman, bir ânın yerine diğer bir ânın geçmesi değildir; böyle olsaydı hâlihazırdan başka bir şeyin olmasına imkân bulunmayacak, mazinin hâlde uzaması, tekâmül ve müşahhas müddet asla olmayacaktı… Şahsiyetimiz hiç durmadan işte böyle doğar, böyle büyür, böyle olgunlaşır; yalnız yeni değil, evvelden keşif olunamazlar da…”
Şuurlu  mevcudiyetimizin esasında mazinin hâlde uzaması demek olan hafızanın teşkil ettiğini müşahede ne kadar gösterirse göstersin, mekanizm mezhebinin bunları inkâr ettiğini anlatan Bergson, “hayat, doğumdan evvelki tekâmülün bir devamıdır” der. Büluğ ve yaşlanmayı, iç sebeplere bağlar, mekanistik izahı reddeder. Hayatın kanunları ile maddenin kanunlarını ayırır ve şöyle sorar: “Canlı bir cismin bir ânı bir an evvelki hâli ile izah olunabilir mi?” Ve şunları ifade eder:
“Herhangi bir canlıya otomatik olarak ve olduğu gibi tatbik olunabilecek küllî bir biyoloji kanunu yoktur. Sadece hayatın nevileri umumiyetle bir takım istikametlere (directions) varır. (…) Yaşayan her varlığın bir tarafında mutlaka zamanın yazıldığı bir defter vardır.”
Bütün bunlardan sonra Darwinizm’e yakıştırılan totoloji kavramını hatırlatalım. Totoloji, bir bilgi verme görüntüsünde olan ancak gerçekte içeriğinde hiçbir açıklama olmayan ifadelerdir. Totolojiye verilebilecek basit bir örnek: “Bütün şapkalar şapkadır”. Bu doğru bir cümledir ancak bir bilgi içermez. Doğal seleksiyon teorisinde (veya hipotezinde) en uygun olanlar hayatta kalır, diye tanımlanmaktadır. “Kim en uygun?” diye sorduğumuzda, aldığımız cevap “hayatta kalanlar” olmaktadır. “Kim hayatta kalır?” sorusuna da “en uygun olanlar” cevabını alırız. Bu durumda doğal seleksiyon, “hayatta kalanların hayatta kalışıdır” olur. Bu, kısır döngü içinde bir mantıktır. “En çok soy bırakan organizmalar en çok yavru bırakır” demesinde olduğu gibi…
Bütün bu delil ve tesbitlerden sonra, küfür mantığının pek ucuz olduğunu, ne kadar delil getirsek de nafile olduğunu belirtelim. Çünkü inanmamayı kafalarına daha doğrusu gönüllerine koymuşlar ve bunu güya bilime falan dayandırıyorlar. Bilimin neler bulduğundan ve geldiği noktadan da habersizler. Onun için bilim ile bilimcilik felsefesi birbirinden farklıdır diyoruz. Metafiziğe inanmadıklarını söylerken, kendileri baştan sona metafizik kurgu içindedir.
İnançlarına ve peşin fikirlerine göre kurgu yaparlar, ilmî buluşları çarpıtırlar. Bir de ağızlarından “bilimsel” sözü eksik olmaz, sanki bilim onların tekelinde gibi. Ama bu hususta biz de suçluyuz, bilimi onlara bıraktığımız için. Doğru dürüst teori geliştirecek Müslüman bilim adamları nerede. “Maymundan mı geldik?” diyerek Darwincileri küçük görmek yetmiyor. Senin sistemin ve ona bağlı alt sistemlerin ne? Bu arada şunu da hatırlatalım, Darwin doğrudan maymundan geldik demiyor, ama türden türe geçişler olduğunu ve maymun-orangutanın insana yakın olduğunu söylüyor. Yani seçenekler arasında görüyor.
Darwin’in haklı çıkması noktasında, peşin fikirci ve mistiktirler. A. Smith’e, Darwin’e vs. metafizik bir bağ ile bağlılar, dinin yerine onları ikame ederler. Onların kutsal kitapları Milletlerin Zenginliği veya Türlerin Kökeni’dir. Körü körüne bağlıdırlar. Tam bir bağnazlık ve gericilik. Darwin’in ilmî seviyesi ve devrinde kullanılan mikroskopların ilkelliği ortada iken bizim çağdaşlar nedense, 18. asırdaki ilkel tekniklerle yapılan teorileri çağdaş görürler. Siyasî rejimlerin yüzyıla varmadan yenilenmesi gerekmesine rağmen Atatürk’ün devrimlerinin muhasebesine de hiç yanaşmazlar. Batı’nın muhasebesine de (tabiî ki Doğu’nun muhasebesi yükseliş ve düşüşü ile yapılmalıdır) hiç girmezler. Kendi kutsal değerlerinin yıkılmasını istemezler. Onun için Darwin ve evrim tartışmaları bilim tartışmaları değil inanç kutuplarının tartışmasıdır.
Bilimcilik, Pozitivizm ve Darwinizm dinin yerine geçmek istemektedir. Öyle ki yıktıkları kilise yerine Kurul veya Akademi geçer, ruhban sınıfı yerine bilim adamları geçer ve aforizma mekanizmasını da bunlar icra eder. Kurulun onayından geçmeyen bilimsel araştırmaya müsaade edilmez, reddedilir. Çünkü değer yargıları bunların tekelindedir. Ortaçağ kardinalleri gibidirler. Modern anlayışa zıt fikirlerin yaşama şansı yoktur. Yobazca saldırırlar, linç etmeye kalkarlar. Nobel vs. kuruluşlar da bunlara hizmet amaçlıdır.
Bilimcilik felsefesinin “bilim her şeyin ölçüsüdür” ve pragmatizmin “insan her şeyin ölçüsüdür” sakat anlayışları zahirde birbirine zıt olmasına rağmen temelde birleşirler. İkisi de natüralist anlayışa yakındır, ayrıca insanı putlaştırırlar. Fakat insanın ölçüsünü veren, Mutlak Fikir olmazsa, başıboşluk ve insan sayısınca yol doğar. Bizim mezhepsizlerdeki anlayışla (insan aklı ölçüdür, herkes Kur’an’ı kaynağından anlayıp yorumlayabilir) usûl olarak paralellik arzeder. Aslında uyuştukları nokta mekanik insan ve kâinat tasavvurudur. Selefî, Vehhabî, Haricî zihniyetteki donuklaşma ile bu mekanik anlayış benzerdir. Newton fiziğinden beri gelen hâkim anlayış, 20. Yüzyılda kuantum ve izafiyet teorisi ile yıkılmış olmasına rağmen Allahsız ateist ve deistlerin tek sığınacağı liman olarak varlıklarını sürdürebilmektedir, çağımız bilimsel keşifleri ile epey darbe yemelerine rağmen. Mekanik insan algısı ile her şey onların plânladığı gibi gidecek idi ama olmuyor. Freud ile insanın şuuraltı dedikleri iç dünyasını bile maddî güdülere bağladılar. İçi de dışa bağladılar. Hâlbuki tersi doğru olduğu açık. Ama insanın iç dünyasını da kendi determinist anlayışına esir etmek isterler. İnsanın hürriyetine tamamen zıt bu anlayış bir de hürriyet kavramını kullanır. Hakikati tersyüz etmektir bütün bunlar. Bilim, evrim, hürriyet vs. tersyüz edilir.
 
Baran Dergisi 559. Sayı
28.09.2017