Muhtaç durumda olan türdeşlerine herhangi bir müşahhas beklenti içine girmeden yardım “kabiliyeti” insana mahsus bir haslet. İnsanda kuvve halinde mevcut bu kabiliyet, çevrenin tesiriyle açığa çıkar ve nesilden nesle aktarılır. Ferd açısından bakarsak, çevre tesirinin, insan için kendi varoluşunu hayata geçirdiği “mekân” vazifesi gördüğünü, çevre olmadan ferdin sadece bir “insan adayı” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Nasıl zihin, mekânsız bir tasavvurda bulunamıyorsa, ferdin zihnî ve ruhî tekâmülünün, elbette ilahî bir müdahalenin olmadığı normal şartlarda, cemiyet olmadan tahayyülü mümkün değildir. Zaten iyilik, doğruluk, vs. gibi ahlâkî kriterleri şöyle bir kafamızda evirip çevirdiğimizde hepsinin içtimaî değerler olduğunu, tek başına yaşayan bir ferd için anlam taşımadığını görmekteyiz. Bu yüzden olsa gerek, Allah, bizim bilgimiz dışında bulunan istisnaları hariç, elçilerini cemiyetlere göndermiştir. Hülasa insanoğlu, tarifi gereği ahlâkî bir varlıktır.
Çin tarihinde vakıf veya benzeri müesseseleri, bunların ruhî ve içtimaî dayanaklarını incelediğimiz son birkaç sayıdır, dinî anlayışların bu tarz kurumların kuruluş ve işleyişini ne derece etkilediğini müşahade etmekteyiz. Çin tarihi boyunca cemiyete hâkim olmuş akideler, Çin medeniyetinin ve mevzu kurumların gidişatını yönlendirmiştir. Bu güne kadar ele aldığımız diğer medeniyetlerde de, insanda fıtraten mevcut “diğerkâmlık” hasletinin, cemiyetlerin bağlı bulundukları dinî telakkilerin doğrudan etkisi altında olduğunu görmüştük. Bu durum son derece tabiidir. Her medeniyet, mecburen bir inanç merkezinden doğan ahlâkî kurallar ile temayüz etmektedir. İnancın olmadığı yerde ahlâk, ahlâkın olmadığı yerde medeniyetten bahsetmek mümkün değildir. Yalnız konusu ettiğimiz akide ve ahlâkın, Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği Mutlak Doğru’nun kendisi olduğu iddiasında değiliz. Allah’ın, Mutlak Doğru’yu bünyesine alıp kabul edebilmesi için insanda yarattığı en merkezî haslet olan ve diğer bütün ruhî hasletlerin kendisine dayandığı “inanç/güven” hissinin, hak ya da batıl bir mihraka yönelmesinin zaruri olduğunu, bu zaruretin neticesi olarak da “inançsız” bir ferd veya cemiyetten bahsedilemeyeceğini iddia ediyoruz. Elbette, bir kurallar bütününe gönüllü bir şekilde bağlanıp hürriyetini kendi eliyle tahdit diye tanımlayabileceğimiz “ahlâk” da, inanç mihrakının bir gereği olarak kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bunlar olmadan ferd de olmaz, cemiyet de ve dolayısıyla medeniyet de. Bu inanç ve dolayısıyla ahlâk, “şekil şartı” gereği, insan fıtratına ne kadar uygunsa, ömrü de o müddette uzun olmaktadır. (Şekil şartı, tanımlanan bir “şey”in şekli ve mahiyeti arasındaki doğrudan münasebettir. Mahiyet ve şekil arasındaki kopukluk, bir noktadan sonra tarifi yenilemeyi gerektirir. Artık o varlık başka bir “şey”dir. Mesela “diktatörlük demokrasisi” gibi.) Bir rejimin, insanları muhtelif vasıtalar kullanarak kendine meylettirme gibi bir metod da, geçici bir çözümdür; yine “şekil şartı” mucibince, insan, kendisini oluşturan merkezî hüviyetine dönmeyi arzulayacaktır. Bu da o rejimin sürekli “feed-back” yapmak suretiyle kendini yeni şartlara uydurmaya çalışmasına yol açacak, bir noktadan sonra kopuş kaçınılmaz bir hal alacaktır.
Bu durum uzun Çin tarihi süresince bariz bir biçimde görülmektedir. Bundan beş küsur bin yıl önce “tevhid” inancına sahib Çinliler, takib edebildiğimiz zaman dilimi içerisinde bu inancı tahrif edip bulandırmışlar, yerine yenilerini ikame etmeye çalışmışlar, bazen de, belki ilahî bir müdahaleyle asıllarına rücû etmişlerdir. Bu açıdan bakıldığında, vakıf meselesi dolayısıyla Çin’i mercek altına aldığımız bölümün biraz uzamasının gayet tabii olduğunu söyleyebiliriz.
Geçen hafta Konfüçyüsçülük etrafında Çin hayır kurumlarının tarihine göz atmıştık. Bu hususta eksik bıraktığımız birkaç noktayı ikmal ettikten sonra Çin Budizm’inin tesirine geçeceğiz.
Konfüçyüsçülük’ün diğerkâmlık meselesine merkezî bir ehemmiyet verdiğine değinmiştik. Hanna Kreiss, Çin hayırseverliğini konu edinen kitabında bu hususta şunları söylemektedir:
<<“İnsan görevi” diye tercüme edebileceğimiz ve Konfüçyüs’ün iki bin sene öncesinde kaleme aldığı eserlerinde kendine bolca yer bulan bu tabir (yani, ren-dao) umumiyetle evladın vazifesi biçimindeki Konfüçyüsçü fazilet anlayışı bağlamında kullanılmıştır. Eski metinlerde bu tabir alenen pek zikredilmezken, bu fikri destekleyen temel değerlerden “diğerkâmlık” Konfüçyüsçü eserlerde çokça geçmektedir. “Ayinler Kitabı” buna iyi bir örnektir. (Konfüçyüs’e göre) “Hayırseverlik, dürüstlük, âdetlere uyma ve bilgi” insanlığın karakteristik vasıflarını teşkil etmektedir. Bütün bu kavramların en mühimi ren, yani hayırseverliktir ve Konfüçyüsçü ahlâk anlayışının merkezî ünitesini oluşturmaktadır. (…) Konfüçyüsçü felsefe, sakin ve uyumlu bir cemiyeti teminat altına alan istikrarlı ve iyi tertib olunmuş bir devlet arzusundadır. İnsanlar arasındaki bu ideal birliktelik, tüm ferdlerin nihaî iyiliği ve manen düzgün davranması üzerine bina edilmiştir. Bu sistem, her ferdin üstlerine karşı sınırları kati şekilde çizilmiş bir vazife bağı içinde olduğu, açık bir şekilde tanımlanmış içtimaî bir düzene istinad etmektedir. “Konfüçyüsçülük’ün Beş Bağı” diye isimlendirilen bu sistem, hükümdar ile tebaa, baba ile oğul, ağabey ve kardeş, karı ile koca ve arkadaş ile arkadaş arasındaki içtimaî hiyerarşiyi kesin kurallara bağlamaktaydı. Bu cemiyetin sıhhati, her bir ferdin üzerine düşen vazifeyi bihakkın yerine getirmesine bağlıydı. Bu sorumluluk anlayışı, Çinlilerin davranış yasalarının menşeini oluşturmaktaydı.>> (Hanna Kreiss, Responsibility, Legitamacy, Morality: Chinese Humanitarianism in Historical Perspective, sh. 3)
Belli bir hiyerarşik düzene dayanan bu dünyada, hayırseverlik aşağıdan yukarıya doğru, muhayyerlikten mecburiyete dönüşmekteydi. Bir köylü, hayır işi yapıp yapmamakta serbest iken, bir devlet adamının ya da imparatorun böylesi faaliyetlerde bulunması onun vazifesi telakki edilmekteydi. Çin’de Budizm’den evvel de var olan, ancak Budizm’in karma anlayışıyla daha da kuvvetlenen iyi amellerin karşılığını ölümden sonra alma düşüncesi, hayır işlerinin birçok kişi tarafından gizli yapılması neticesini doğurmuştu. (J. Smith, Philantropy in the World’s Traditions, sh. 150)
Diğer taraftan Tian’ın ve “şan”ların (Şan: Ruh) gazabını çekmemek için de hayır işleri yapılmaktaydı. Bunlar arasında en fazla görüneni, muhtaç kişilerin karınlarını doyurmak ve onlara barınak sağlamak şeklindeydi. Konfüçyüsçülük ve Budizm, bilhassa Batı Han İmparatorluğu devrinden itibaren birbirini tamamlar bir görünüm arz etmekteydiler. Her iki dinden alınmış hayır işlerine müteallik tabirler birbirinin yerine kullanılabilmekteydi. (P. Will, Bureucracy and Famine in the 18th Century China, sh. 138)
Kadim Çin cemiyetinin içine nüfuz etmiş hayırseverlik ve maneviyat üzerine kurulu mesuliyet hissi, sadece ailevî veya şahısların birbirleri arasındaki münasebetleri yönetmekle kalmadı, aynı zamanda devlet idaresindeki meşruiyetin zeminini temin suretiyle imparatorluğun “idare hakkı”nın turnusol kâğıdı vazifesini gördü. Nasıl ki ferd, içtimaen kendisinden üstte olana yönelik mükellefiyetlerine uymak zorundaysa, aynı şekilde cemiyette üst tabakayı teşkil edenler de altta olanları korumakla yükümlüydüler. Sosyal statü yükseldikçe mesuliyet sahasının genişlemesi, içtimaî düzenin tepesindeki imparatora hayırhah bir yönetim gösterme mükellefiyeti yüklemekteydi; imparator, tebaasının selametinden başka bir şey düşünmeyen “nihaî hayırsever” kişi olmak durumundaydı.
Önceki yazılarımızda atıfta bulunduğumuz “Şang-ti’nin Vekili” vasfı, işte burada, yani hayır işlerinde devreye girmekteydi. Eski Çinlilerin insan davranışı ile tabiat olayları arasında bağlantı bulunduğuna yönelik inanışları, Çin idarî sistemi açısından son derece mühim neticeler doğurmuştur. Onlara göre her kişi, tabiat olaylarını, mesuliyeti nisbetince etkilemekteydi. Tarihî kayıtlar, Çin’in binlerce yıl boyunca sayısız afetin mağduru olduğunu göstermektedir. Çinlilerin tabii felaketler için kullandıkları (tian-zai) tabirinin anlamı “ilahî/semavî felaket”tir. Bu tabir, tabiî afetleri ilahî bir cezalandırma olarak gören bir bakış açısını yansıtmaktadır; yani insan davranışlarına Şang-ti’nin veya “şan”ların mukabelesi. Çinlilere göre, yağmurun veya gün ışığının mevsimine uygun olup olmaması, normal ya da aşırı olması, insanların davranışlarının ahlâkî olup olmamasına bağlıydı. (M. Elvin, Science, Technology and Medicine in East and Southeast Asia, sh. 213) Elbette işgal ettiği mevkie istinaden kişilerin ahlâkî mesuliyetleri ve bunların gördüğü ilahî mukabele de farklılık arz etmekteydi.
Konfüçyüsçülük’ten önceki binlerce yıllık döneme dayanan bu semavî ceza inanışı ile Budizm’in “karma” anlayışı iç içe geçti ve imparatorlardan ilahî cezayı ülkeye getirmeyecek derecede ahlâken düzgün davranması beklenir oldu. Bu anlayışa göre, imparatorun ve çevresinin bilhassa hayır faaliyetlerinde bulunması gerekmekteydi. Yine bölgesel idareciler, aynı şeyi idareleri altındaki sahalarda yapmalıydı. Ola ki bir talihsizlik vukû bulacak olursa, imparatordan (veya yerel idareciden) her şeyi yerli yerine oturtmak için hızlı ve münasib tedbirler alması istenirdi. Bilhassa imparatorun bu düzeltme işini etkin bir biçimde ve hayırhah bir idare vasıtasıyla yerine getirme kabiliyeti, onun iktidarının meşruiyetiyle doğru orantılıydı. Eğer bu işin üstesinden gelirse, tüm tebaanın ona bağlılığı ahlâkî bir zorunluluktu. Aksi durumdaysa, imparatorun meşruiyeti sorgulanır hale gelirdi. Bu durum, onun arkasında artık Şang-ti’nin olmadığı anlamına gelmekteydi ve halkın imparatora karşı isyanı ahlâken doğru kabul edilirdi. Tüm Çin tarihi, hayır işlerinden uzak durduğu ve muhtelif derecelerde ahlâksız davranışlar sergilediği için felaketlere yol açtığına inanılıp devrilen imparatorların hikâyeleriyle doludur.
Diğer taraftan, hayırseverliğin müessese bazında gelişiminin motoru devletin merkezî ve yerel idarecileri değildi; halk katmanlarının kendi aralarında teşkil ettiği ve ihtiyaç sahiblerine zor zamanlarda yardımı hedefleyen kurumlar vasıtasıyla bu gerçekleştirilmekteydi. Her ne kadar Çin’de devleti şahsı ile temsil eden imparator hayırseverliğin yegâne kaynağı, halk da sırf bu hayırları kabul eden taraf olarak görülse de, aslında gerçek tam öyle değildi. Çin’de halkın yaptığı hayırseverlik faaliyetleri öylesine yaygındı ki, imparatorunkini bile gölgede bırakmaktaydı. Devletin gücü mahdut olduğundan, normal zamanlarda bile (felaketlerin yaşandığı dönemler zaten öyleydi) cenazeleri defnetmek, açları doyurmak, dul ve yetimlere bakmak, hastaları tedavi etmek maksadıyla kurumlar tesis olunmaktaydı. Bunların geliri ya yardım sandığı gibi para toplanması metoduyla ya da bir arazinin gelirlerinin bağışlanması şeklinde olmaktaydı. Burada bölgenin ileri gelen ailelerinin fonksiyonu önemliydi. (R. Antony ve J. Leonard, Dragons, Tigers and Dogs, sh. 1)
Hayır işlerinde yerel zengin ailelerin ve Konfüçyüsçü eğitimden geçmiş orta ölçekli memurların, tüccarların ve sosyal statü peşindeki bilginlerin oluşturduğu halk tabakalarının ağırlığı büyüktü. Hatta öyle ki, hayırseverlik faaliyetleri bir noktadan sonra bunların vazifeleri arasında sayılırdı. Böylelikle bu kesimler, inanışları icabınca kendilerini, hem dünyevî hem de uhrevî bir paye kazanmış görürlerdi. Bu yüzden Çin’de MÖ 206 yılında iktidara gelen Han İmparatorluğundan itibaren Konfüçyüsçü öğretiler istikametinde ve muhtelif sahalarda faaliyet gösteren yüzlerce hayır kurumunun tesis olunduğu bilinmektedir. (Caroline Reeves, Philantropy for Health in China, sh. 214) Bu tür faaliyetlerin tertibinde hem Konfüçyüsçü hem de Budist mabedlerin büyük bir ehemmiyeti vardı. Bu faaliyetlerin içinde, bu gün devletin vazifesi olarak görülen yol, köprü yapımı, kanalların düzenlenmesi, siloların inşaı, gibi bayındırlık işleri de vardı. Aslında Çin’deki geçmişten gelen hayırseverlik kültürü, Çinlilerin devlet anlayışını da yansıtmaktadır. Onlara göre halk ile devlet bir bütünü oluşturmaktaydı; devlet ve cemiyet iç içe geçmiş, birbirinin eksiğini tamamlayan, sınırları muğlak bir yapı görünümündeydi. O yüzden bu tip hayır kurumları, kriz durumlarında “devlet ve cemiyet etkileşimi ve işbirliği için” katalizör vazifesi gören taşra memurları vasıtasıyla hükümetle yakın temas halindeki, devletin yarı uzantısı uzuvlar gibi hareket etmekteydiler. (R. Antony ve J. Leonard, Dragons, Tigers and Dogs, sh. 27)
Baran Dergisi 452. Sayı