Âlem ancak hayâlde zuhur et­miştir.
Hayal etmeyen insan kadavraya döner.
Batı işgalinin bir toplumu her bakımdan sömürmesinin yanında en acıklı olan ise şu tesbitte saklı: “Onların hayâllerini bile çaldılar!”
Hayâlleri olmayan toplum ölü bir toplumdur. Bunun için denmiş: “İnsan hayal ettiği müddetçe ya­şar.”
İçinde morali, ahlâki ve aksiyo­nu bulunan hayat iradesi, hayal gü­cüne dayanır.
Kumandan Mirzabeyoğlu’nun “esatir ve mitoloji” isimli eserinde insan ve toplum meselelerinin çe­kirdeği halinde bütün insanlığın ir­fan yemişleri bir havuzda toplanı­yor, hepsi yerli yerince ve değerince yer alıyor; bu havuzun ismi de Başyücelik Modeli.
Hayal ve hakikat veya hayalin hakikati, bu eserde dilleniyor.
Hayal ve hayat kuvveti. Hayat mefhumu bile Allah Resülü yaşadı diye var, Müslümanın hayata bakı­şı bu kadar kuvvetli.
Aşkımız ve heyecanımızla Ka­nunî devrine kadar yükseldik. He­yecanımızı ne zaman yitirmeye başladık, duraklama ve çökmeye başladık.
Batı Rönesansını yeni bir aşk ve heyecanla yaptı. Yeni bir şuur ve derinden duyuşla yaptı.
Keza I. ve II. Dünya Savaşları ruhunu yitiren Batının ruhî nizamı­nı bulma ve makineyi ruha bağla­ma çabası idi, fakat aradığım bula­madı ve ihtilaç halinde, ruhu çekil­miş bir halde dünyayı bugün getir­diği nokta malum. Batı büyüsünü yitirdi, ruhî nizamını kaybetti, dün­yayı da kendi ile birlikte bir boşlu­ğa itti. Şimdi ise, sahte modeller üzerinde, sahte mistik arayışlar üzerinde, İslâmı atlayarak Budizm, Taoizme sarkıyor, “kadavra mis­tisizm” peşinde geziyor. Yine “me­kanik insan” peşinde gidiyor, ona taktığı protez mitlerle sorunu çöz­meyi umuyor. Çağdaş “masallar” uyduruyor, gerçek masal ihtiyacına karşılık; ruhları böylece kandırma­ya, uyutmaya çalışıyor, insanoğlu ise sanal hayaller değil, tabiî hayal­lerini, çocukluk safiyetini arıyor.
“Çağdaş masallar”a, “çağdaş hurafeler” demek daha doğru. Za­ten masal öyle bir şey ki, zamanı kapsayan bir genişliği ve zaman üstünü ifade ediyor olması onu çağlar üstü kılıyor.
Eski insanların yaşayışlarını hiçbir zaman ibtidaî olarak kabul etmemişimdir. Hayatları ve kıya­fetleri sade olsa, mağara veya ça­murdan evlerde yaşadıkları iddia edilse bile, üstün bir medeniyet ve üstün bir kültüre sahip olduklarını- olacaklarını düşünegelmişimdir. Ömürlerinin uzun ve yaşayışlarının sade olması; bize tam zıt.
Onların ruhî hayatı daha derin­den yaşadıklarını tahayyül etmi­şimdir.
İnsanda evrime uymayan tek şey ahlaktır. Zamanla insanlar me­denileşmek yerine, belki vahşileşebilirler. Günümüz insanı ve toplu­mu, geçmiş birçok insan ve top­lumdan geridir.
Teknolojik gerilik insanî gerilik mânâsına gelmez, bilakis, teknolojiyi ilahlaştırmak insanî geriliğe te­kabül eder. Zamanla insanın mede­nileşeceği düşüncesi -insan, armut değil ki- doğru değil. Eskilerin çok yüce fikirleri olduğuna her zaman inandım. Fakat onları hafızamda canlandıramâdım. Hep kendimiz gibi düşünmekten, şartlanmışlıktan gelen bir hata. Şuna kesin inanıyo­rum ki en ileri toplum sahabîlerdi. Ama buna yaşanır halde inanmak, hissedilir kılmak gerekiyor. Yoksa sahabiler, günümüzde anlaşılan gi­bi, menkıbeden ibaret kalır.
Esatir ve mitoloji eserinde eski insanların uzun yaşaması ve görsel hafızalarının kuvvetli olması gibi ilgimi çeken birçok tesbitlere rastladım. Ahlâkî, sosyal ve siyasî vasıflarıyla, dil ve şuur vasıflarıyla insan hep aynı insan, kısaca insanî öz bir. Fakat yorum farkı var ve bu vasıfları mükemmele ulaştırma va­sıtaları farkı var. Tabii ki zamanın icaplarına göre, çağın getirdiği so­runlara göre bir yaşama standardı var, her çağda farklı olacak. Mese­la tekerin icadı, atın vasıta oluşu. Fakat Hz. Adem’den beri değiş­mez öz aynı. Biliyoruz ki insan ır­kı kıyamete kadar tekeffül edilmiş. Yani insan başka, hayvan başka, bitki ve cemad başka.
Esere bir bakıma ‘İslâm Tarihi” denebilir; ama “di’li geçmiş za­man” mânâsında değil, olayın “SÜRÜYOR” olduğunu anlatan “geçmişten süren zaman” olarak anlamak; “oldu, sürdü” değil de “oluyordu, sürüyordu” şeklinde al­gılamak gerek. Ve, daimâ eylem ifade eden mânada anlamak. İngi­lizcedeki Continuous’lar, Perfect Continuous’lar gibi.
Şunu da ilâve edelim: İslâm ta­rihi, insanlık tarihi demek; çünkü ilk insan ilk peygamberdi ve ilk dil, ilk insanla vardı.
Münşeat tarzının şiiriyetiyle kaleme alınan “Esatir ve Mitoloji”yi, Berzah ve İnsan eserleriyle birlikte düşün­mek gerek diye düşünüyorum. Til­ki Günlüğü ile ilgisi ise ilgililerine. İdris’in asası gibi, Salih Mirzabeyoğlu, elini her attığı mevzuyu şeriat’e döndürüyor, bu açıdan bu eseri bir ideoloji olarak da görebi­liriz.
Ebcet tevafuklarla mevzular bü­tünleşiyor, vahdet sırrının her yön­den tecellisi bize tattırılmak isteni­yor. “Eşya ve hadiseler üzerine atı­lan ağ ve çağ bizim” iddiasının me­suliyeti ile hadiselere arkasını dönmeyenlere hitap ediyor eser. İmanlarımızı kuvvetlendiren, zevk ve hassasiyetimizi artıran bir eser. Bu mevzuların başkalarınca işlen­mesinin doğuracağı ruh kamaşma­sına karşılık, işin hakikati ifadelen­diriliyor, böylece ilim ve hikmet, istismarcıların elinden alınıp, aslî yerine oturtuluyor. İslâm bağlıları­na itminan hissi doğuruyor. Mu­hakkak ki eserin kaleme alınışı bo­şuna değil, bir ihtiyaca binaendir.
Kesinlikle eserin başlığına ba­kıp mitoloji tarihiyle ilgili bir eser olarak görülmemeli, usûlden esasa, fikirden sanata, oluştan varlığa, fertten topluma, maddeden mânâ­ya, iktisattan ahlâka her mevzunun ipuçlarını bulmak mümkün, en mühimi bütün bu mevzuların birbiriyle alakalı bir bütün halinde, çiz­gi ve renkleriyle bir tablo halinde sunulmasıdır. Aslında göreceği­miz, dış alem vesilesiyle iç âlem­dir, benimizdir.
“Ruhların hassası, neyle ilgile­nirse onu canlı kılmak”.
İhmal edilmez ve kazanmamız gereken göz (bakış açısı) olarak:
-“Gerçek biz ona baktığımız za­man oluşuyor.”
Burada iç âlemimiz devrede çünkü: “Bildiğimiz için inanmayız, inandığımız için biliriz!”
Sezgiyi harekete geçirmek ve keşfi açmak için. Hayatı anlamak ve anlamlandırmak için, zamanın üstüne sıçramak ve İnsanî oluş için; kavramlar yetersiz kalıyor, sem­boller gerekiyor, mantık değil, sez­giyi harekete geçirmek için. Haya­tın dinamikliğine ve zıtları mânâlandırmasına ve de insanın berzah oluşuna mukabil gelen bir tarzda işlenmiş eser.
Akıl ve aklıselim ile zevk ve zev­ki selim farkına dikkat etmeliyiz. Zevk-i selim ile insanın bildiği kendisi ve Rabbidir. Şuuru da içine alan bu “sanat kudreti” nereden gelmektedir? İnsanda olduğu kesin ama insana “nereden” ve “kimden” gelmiştir?
Tesir edici eser hüviyetindeki insan ve “Sanatkar Yaratıcı”. Ara­daki ilgi ve benzerlikler efsaneler­den, masallardan yola çıkarak in­celenmiş.
İBDA ve sanat; Kelime ve kök ilgisinden oluş ve aksiyona kadar.
İslâm ve İBDA. Allah ve kulu. Rab ve Rabbani ilim (İlm-i ledûn).
Önce varolanı varolan olarak al­gılamak gerektiği belirtiliyor eser­de. Eğer varolan olarak algılamaz ve inanmadan bakarsak uydurma bir masal veya boş bir hayal olarak görürüz ve belki de sırıtırız. Bu ise aslında kendi varoluşumuzu ıska­lamak ve boş bir hayal peşinde gezmektir. Yani mitolojinin ger­çekliği var ama ona kuru kuru sırıtanın ise bir gerçekliği ve bir daya­nağı yoktur.
Sümer UR kraliyet mezarlığın­da bütün kral maiyetinin canlı can­lı gömülmesi hadiseleri...
Nil’de kral maiyetinin krallarla birlikte öteki dünyaya gitmeleri.
Neden kendilerini kurban edi­yorlar? Hurafe, boş bir inanç deyip işin içinden sıyrılamayız.
Böyle bir yakıcı tercihte neden bulunmuşlar?
İnanmadan hiçbir medeniyet ol­maz. Törelere bu gözle bakmalı: Ritler, Müzler, Mitler.
Varolanı varolan olarak algıla­mak zorundayız öncelikle. Doğru yanlış hükmü sonraki iş. Önce an­lamalıyız, yargılamak sonraki iş. Önce müşahede, sonra muhakeme. Şunu vurgulayalım ki, doğru anlar­sak doğru sonuçlandırabiliriz an­cak.
***
Hayâl alemi, halk âlemi ile emr âlemi arasında bir berzah. Hayâl âlemine kıymetini veren, halk âle­minden üstün tutan bu makamıdır, berzah vasfıdır. Rüyalar da hayâl âleminden...
Hayâl gerçeğin aynı. Yusuf aleyhisselamın rüyasının çıkma­sı.,.
“Hissin hayâle üstünlüğü yok­tur! ’’buyuruyor büyük veli... Suret olmadan mânâlar tecelli etmez!
Hiçbir mit uydurma değil, hiç­bir efsane boş değil.
Ne ki hayal, o bir şeye perdedir, hakikat bile hayale perde.
Hayâl semboldür. “Zekanın özü, müsbet hayal kabiliyeti” de­miş batın büyükleri.
Bu eser, (Esatir ve Mitoloji), haya­lin hakikatle, hakikatin hayalle bu­luştuğu bir yer, bir gerçeklik olarak görülmeli. Bu eser için, mitoloji değil, tarih eseri hiç değil, tarihten günümüze ruhî serüvenimiz diye­biliriz. Tabiî anladığım kadarıyla tanımlıyorum.
Esatir ve mitolojinin, din ve ideoloji ile yakın ilişkisini görüyo­ruz. “Peygamberler olmasaydı me­deniyet olmazdı” hikmetinde oldu­ğu gibi, bütün mit ve masallar din­den doğmuş ve sonra zamanla de­ğişmiş ve bozulmuştur. Dilden dile aktarıla aktarıla yeni şekil ve halle­re girmiştir. Aslını ve değişmeleri­ni eserden takip edebiliyoruz.
Esatir ve mitoloji vesilesiyle bu eserde görüyoruz ki insanoğlu ru­hun derinliklerinde birdir ve bütün efsaneler bir kaynağa irca edilmek­tedir. Ara renkler ve tonlar farklı olsa bile ana renk birdir. Bu eser vesilesiyle, farklı kültürler, bütün farklı renkler bir yelpaze bütünlü­ğünde görülmektedir.
Bütün insanlık BİR İNSAN’da toplu... Ferdin Hakikati-Hakikat-i Ferdiye, Peygamberler Peygambe­ri.
Peygamberlerin olağan veya olağan üstü işleri bir hikaye-masal bir rivayet mi? Yoksa inanmamız gereken gerçekler mi?
Kuru inanmak değil, yaşayarak inanmak. Kuru masal dinle­mek gibi değil, o ân oluyormuş gibi hissederek dinlemek, ruhlarda yaşayarak dinlemek. Tekrar ifâde edecek olursak; “oldu, sürdü” de­ğil, “oluyordu, sürüyordu” diye an­lamalı.
Masal kelimesinin farklı kulla­nışı olduğunu belirtelim. Masal’ın bir mânâsı, uydurma ve gerçekliği olmayan, diğeri ise efsane ama ger­çekliği olan. Biz daha ziyade ikin­ci ve asıl mânâsı üzerindeyiz. Ça­ğımızın maddeci anlayışının do­ğurduğu birinci mânâyı “çağdaş hurafeler” olarak hicvediyoruz.
Peygamberler tarihine nasıl bakmalıyız? Peygamberlerin hik­meti nedir? Bu suallerin cevablarını da buluyoruz Esatir ve Mitoloji’de, Hz. Adem’den beri dinin İslâm olduğunu ve bir hakikati teb­liğ ve telkin ettiklerinin, zamanı bütünleyen İBDA’nın dil ve diya­lektiğinden hissedilir hale gelmesi. Yeni bir şekil ve tertiple, münşeat tertibiyle veriliyor eserde, münşeat tarzı seçilmiş. Şiirimsi tarzının mevzuya uygunluğundan olsa gerek sembollerle, öğreticilik içiçe. Hikaye okur gibi okumamız da mümkün değil, zaten üslubu ve usulü buna imkan kılmıyor. Bir düşünce çabası, bir emek ve gay­ret, bir tefekkür ve iman gerekiyor. Fakat münşeat tarzının akıcılığı bi­ze, Üstadın 101 Hadisten bir manzumesini hatırlatıyor: “Kelâm var­dır ki, sihir/Hikmettir bazen şiir…”
“YAŞANAN’ın hissedilmesi gerekir-anlamak bu” deniyor eser­de. Önce hissetmek sonra fikretmek. Cansız tahlillere girmeden... Kendi mit ve masalımızı, aşkımızı vecdimizi, sanatımızı ruhumuzu, çilemizi tefekkürümüzü, kısaca kendimizi katarak. Tabii eğer yaşı­yorsak, varoluş çilesini çekiyorsak, geçmişlerin varoluş çilesini de an­larız ancak. Yoksa cansız tahliller­le hikaye gibi okur-anlatır, güler- eğlenir, geçer-gideriz Peygamber kıssalarını, hatta Allah Resulü ve sahabileri hikaye ve masal gibi okuruz. Olan da bize olur, geçmiş kavimlere değil. Kendi mit ve ma­salımız olmalı ve bunu aslî mit ve masallarla birleştirmeliyiz. Hürriyetimizin hakikati böyle izlenir ancak.
**
Darwin’in de itiraf ettiği gibi fosil bilim çok yetersiz. Bu fosil bilimle ve kalıntılarla tarihin bilin­meyen devirlerini yorumlamak ne derece doğru? Yontma taş, cilalı taş devri falan filan gibi. Eldeki pek az kalıntılarla tarih yazmak, ne de­rece sağlıklı?
Batının fikirde son derece hilekâr olduğu, “Ben ve Başkası, Batı ve Barbarlar” deyişi unutulmamalı. Onların esatir ve mitolojiye verdiği anlam, kendilerince kendi ölçüle­bilir dünyalarıncadır. Halbuki hakikat ve hayal sınırlamaya, tahdite gel­mez. Hayat da öyle, hayatın sahibi de öyle...
Batı ölçülebilir değerleri sever. Doğu ise mistik değerleri. Eski Yu­nan mitolojisinde tanrıların hayat­ları insan gibi anlatılır; insan gibi yer-içer ve ihtiras ve kıskançlık sa­hibi olurlar.
Batının miti teknoloji, Batı tek­niği mitleştirdi. Batı mit ve efsane­lere inanmıyor ama bilim ve tekno­lojiye, insan aklına tapıyor, onları âdeta efsaneleştiriyor.
Batının plastisite anlayışı teknikle buluştu ve sömürgeci mantığı silahını buldu; ilim ve teknik. Kuru akıl harikası Batının aradığı buydu. Tabiatı ve kendi dışındaki insanları köleleştirmek için teknoloji silahı­na sarıldı. Her şeyde olduğu gibi günah çıkarmada ve sanal manevî çözümler bulmada Batı boş durma­dı. Yine ölçülebilir, akılla kavranır masallar, batınî (ezoterik) hikaye­ler uydurdu veya buldu. Satıhta da olsa manevî deneyimlere girdi. Fa­kat İslâm olmadan, İslâm tasavvu­fu görmezden gelinerek, Budizm, Taoizm ile yapıldı bunlar.
Mevzuumuzla ne kadar alakalı bilmem ama, bir haber başlığını burada vermek istiyorum: “Batılı­laşma meme kanseri yapıyor.” Tür­kiye’nin önde gelen holdinglerin­den birine bağlı TV’nin internet si­tesinde başlık olarak yer almış.
Üstad Necip Fazıl, “sanat Alla­hı aramakmış” diyor. İş, batın da­vası, iman ve sanat davası. Müşa­hede ve murakabe. İnandığı ile ya­şadığı arasında irtibat kurulma da­vası.
Eşya ve hadiseler zeminine İslâm’ı tatbik gayesiyle yeni bir dil ve yeni bir diyalektiğe olan ihtiya­cı hissetmek. Bu da batın davası, sanat hamlesidir. Batınsız İslâm, Allahı sadece bulmak ve hiç ara­mamaktır ki, böyle durumda iman gaibedir ölçüsü ortadan kalkar.
Ruhun merkezi fakültesi ise ah­laktır ve kendisinden doğduğu fik­ri daha ileriye zuhur ettirir. Akıl niçin’lerle yanaşırken ruh nasıl’la yanaşır ve fikir doğar. Ruh bulur, akıl sorar. İslâm, ruhî hayattır, İslâm kalbin yoludur. İslâm teslim­dir. Batınsız İslâm olamayacağı açık.
Müşahede ve murakebe davası iç içe. İslâm’ın zâhirî şeriat, batını tasavvuf demektir.
İnsanoğlunun ruhundaki masal ihtiyacını bile istismar eden Batı hayat tarzını şöyle tesbit ediyor Ye­ni Şafak’ta yazan Mustafa Kutlu “sanal piknik” başlıklı yazısında:
“Sanayinin işleyişine, kapitaliz­min emirlerine göre tanzim edilen, onun gösterdiği saate harfiyen uyan, işe gidip eve gelen, alışveri­şe çıkan ve bunu bütün ömrünce tekrarlayan, önündeki vidayı sık­maktan başka bir iş yapmadığından robotlaşan insan eski günleri artık masallarda dinler ve ona masalla­rın “uydurma” olduğu söylenir.
Söylensin. O buna inanıyor ve içindeki o masallardan manzaralar yaşatıyor. Yaşatmakla da kalmıyor, kapitalizm bu eğilimi hemen para­ya tahvil ediyor, ortaya “manzara ressamları” çıkıyor.
Kıra gidemeyen adam odasına bir kış manzarası tablosu asıyor. Sanıyorum çocuklar bu tarihlerden itibaren defterlerine “kır manzara­sı” çizmeye başlıyorlar.”
Sydney köprüsündeki sanal pik­nik hakkında Mustafa Kutlu, “sah­te ve gülünç aldanışın böylesi çağı­mız insanının dramını yansıtıyor. Eskişehir’de porsuk kenarına plaj yapılması gibi” eleştirisini yaptık­tan sonra Modern (Batı) hayat tar­zını şöyle sorguluyor.
“Bu hayat tarzının bileklerimize taktığı prangalardan kurtulmak is­tiyoruz. Tıpkı masallardaki gibi in­sanın doğal hayatını yaşadığı, te­miz hava alıp temiz su içtiği, hay­vanlarla, ağaçlarla, çiçeklerle dost olduğu günlere dönmek istiyoruz.”
***
Eserin alt başlığı “Güneş ve Ay”... Ay, berzah sırrına misal, in­san sırrına misal.
İnsanın ruhî-psikolojik serüve­ni, manevî dünyası. Putlarda ne aradığı? Hissetmek, bulmak, gör­mek, bilmek ne?
Zannetmek, idrak etmek? Kur­tuluş meselesi ruhîdir fakat hakika­tin hakikati kimde? Pusulasız de­nizde gittiğimiz yerde mi?
İşte bütün bu suallerle, batıl yolların da arayıp bulamadıkları­nın muhasebesiyle, şeriat mihengine vuruluşu, en hassas tartılardan sonra. Arama ihtiyacının gereklili­ği ve bütün insanî arayış ve oluşla­rını, hakikatin hakikatine bağlama çabası.
Yaratılış sırrı, İslâmdan başka hiçbir düşüncede yok. İslâmda meçhûl bırakılan noktalar da sır­dan, sır idrakinden bir geçit olarak var.
Masalları konuşturan bu eserdir, yoksa metinler ne ise olduğu yerde duruyor, onlara bakış ve değerlen­diriş, değerlendirme ölçüleri mü­him. Batı tefekkürünü İslâm tasav­vufu önünde hesaba çekmek mü­him. Bu da bir sistem ve diyalektik demek.
Asırlardır yaşayan efsanelerde, mitler ve hayâllerde, hasılı insan ruhunun aktığı her şeyin müntehasında Allah var; işte bunun göste­rilmesi, daha doğrusu hissettirilmesidir “esatir ve mitoloji”; bir iz sürücü gibi, Allah Resûlünün getir­diği, öğrettiği, gösterdiği yoldan...
Yaşamak minnet mi, mihnet mi?
Yaşamak bir tercih mi, bir mec­buriyet mi?
Yoksa her ikisi mi?
Yaşanmaya değer hayat hangi­si?
Yoksa en iyisi bu suallere arka­mızı dönüp gitmek mi, nasılsa her­kes ölüyor deyip yaşamaya devam etmek mi?
Herkesin harcı farklı, fakat bu suallerden kaçan da bu suallerin içindedir.
Tatmin yolu değil, hakikate er­me yolu, hakikat de Allahın tecelli­si bunu bilme ve yaşama yolu.
Yaşamak, devamlı arayış, buluş, yine arayış demek; kısaca aramak, savaşmak ve sabır işi.
Bunun için buyurmuş Kainatın Efendisi:
“Mümine dünyada rahat yok­tur.”
Mümine rahat ancak ölünce, an­cak ölünce ayaklarını rahat uzata­bilir mümin.
 
Baran Dergisi 155. Sayı
31 Aralık 2009