Günümüzde iktisat bilimi

Sosyal bilimlerin materyalist temelli bir disipliner ayrım ile bölümlenmesi neticesinde ortaya çıkan iktisat bilimi, sosyal bilimler kategorisindeki diğer dallara en çok tesir eden temel alanlardır. Günümüz dünyasında iktisadî sistem, kapitalist döngünün çehresini bize göstermekten ve kapitalizmin tarihi ile temel prensiplerini anlatıp empoze etmekten öte bir mânâ ifade edememektedir.

Ortaçağ Avrupası’nda ortaya çıkan Merkantalist düşünceden başlayarak, Fizyokrasi, Liberalizm, Keynezyen düşünce ve de Neo Liberalizm gibi düşünce sistemlerinin tamamı kapitalist döngünün devamını sağlayacak teoriler üretmiş yahut kapitalizm bu düşünceleri kendisine tahvil etmiş ve kapitalizmin paçası her defasında kurtarılmıştır. Hatta Marks’ın da “Liberallerin sonuncusu” olması ve liberalizmin tersten yaşatıcısı olması açısından Marksizm’i de bu okulların arasında değerlendirebiliriz. Bugün bizim memleketimiz de dâhil hiçbir memlekette kapitalizmin Adam Smith, Alfred Marshall, Keynes gibi teorisyenlerinden başka hiçbir teorisyenin esamesi okunmaz. Üstüne üstlük birçok kapitalizm menşeili teorisyenin bazı temel teorilerini bizim köklerimizden alarak kendi faydalarına tahvil etmelerine rağmen okunmaz… 

Modern iktisat biliminin temelindeki düşünce “kıt kaynaklar ile sonsuz ihtiyaçların karşılanması”… “Kıt kaynaklar” ve “sonsuz ihtiyaçlar”… İhtiyacı “insanın hayatını idame ettirebilmek adına gereksinim duyduğu şeyler” olarak tanımlarsak, insan ihtiyaçlarının sonsuz olmadığını 10 yaşındaki bir çocuğa bile anlatmak zor olmaz. O çocuğa “yaşamak için neye ihtiyacın var?” diye sorsak alacağımız cevap “yemek ve su” olacaktır. Barınma ve giyimi de bu kategoriye sokarken toplumların gelişme düzeyine göre gereksinimlerinin de artacağını belirtmek gerekir. Buradan insanın ihtiyaçlarının değil de arzularının sonsuz olduğunu anlarız. Aslında iktisat biliminin kapitalist düşünce çevresinde yapılan bu tanımı bile bugünkü iktisadî yapının, insanın nefsî arzularını doyurma üzerine ruhî hasletlerden arındırılmış bir model olduğunu gösteriyor.


Kapitalizmin tarihî döngüsü ve bugün

İktisadî sistemin bu çehresi asırlar boyunca Materyalist bir dünya görüşü çerçevesinde yaşayan ve hemen hemen bütün ruhî ve manevi duygulardan arınmış Batı insanına yabancılık yaşatmazken; ruhî boyutun ön planda olduğu ve duyguların ağır bastığı Doğu toplumunda bu temel üzerine kurulu sistem maya tutmamaktadır.

Kapitalizmin tarihi döngü içerisinde her kriz aşamasına girdiğinde yamalarla kurtarıldığını ve sistemin gün geçtikçe daha da şiştiğini gördük. Her kriz sonrası üzerine bir kat daha eklenen kapitalizm adlı binanın temeli kökünden çatırdamaktadır. Artık sistem dikiş tutmaz duruma gelmiştir. Bunu Batı’nın Keynes’ten sonra orjinal önermeler ortaya koyabilen bir teorisyen yetiştirememesinden de anlamak mümkün.

Günümüzde sistemde bahsi geçen parasal miktarların aslında hayalî objelerden (tahvil, bono vs.) oluştuğunu ve dünya ekonomisinin bir balon misali şiştiğini bir anekdot olarak belirtelim.

Bugün dünya ne 1929, ne 1971, ne de 2008’dekine benzeyen, çapı hepsinden geniş ve etkisi hepsinin toplamına eşdeğer bir kriz ile karşı karşıya… Öyle ki 2008 Krizi sırasında ABD krizin etkilerini dünyaya yaymak adına bu süreçte yüksek miktarda tahvil satışı gerçekleştirdi. Amaç krizin etkilerini diğer ülkelere yayarak enkazın altında tek başına kalmamak ve diğer devletlerin krizden etkilenmeyerek güçlerinin stabil kalmasını engellemekti. Keza amacına da ulaştı. Bugün tüm dünya ülkelerinde ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde enflasyonist süreçlere girildiğini görüyoruz. 2008 krizi sırasında yüksek miktarda tahvil satan ve daha sonra tahvil alımına başlayan ABD’nin tahvil alımlarını kısma kararı alması ise bu ülkelere vurulan ağır darbelerden biri oldu. 


Türkiye’nin iktisadî çehresi

Türkiye’ye gelecek olursak… Türkiye her açıdan zor bir süreçten geçiyor; bu süreç her ne kadar büyük sıkıntılara gebe olarak göze çarpsa da aslında bunları bir oluş sancısı olarak nitelendirmemiz de mümkün…

AKP ve Cemaat arasında yaşanan güç-iktidar mücadelesi siyasî etkilerinin dışında nevî sahada etkiler doğurmuştur. İktisadî cepheden de bu etki yadsınamaz düzeyde olmasına rağmen, Türkiye ekonomisinin içine düştüğü durumu yalnızca bu iktidar mücadelesinin bir yansıması şeklinde düşünmeye kalkmak ise hâdiselere at gözlüğü ile bakmaktan öte bir anlam ifade etmez. Bu sebep ile içinde bulunduğumuz iktisadî sıkıntılarla dolu süreci gerek geçmişe dönük tahlillerle, gerek de global konjonktürel ahval ile birlikte analiz etmek kaçınılmazdır.


2001 Krizi ve AKP

2002 senesinde AKP iktidara geldiğinde Türkiye tarihinin en sıkıntılı süreçlerinden birini yaşamaktaydı. Müslümanların üzerinden silindir gibi geçilen, milyarlarca doların hiç edildiği, memleketin hazinelerinin Yahudi’ye peşkeş çekildiği 28 Şubat sürecinin ardından gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonu ile beraber Türkiye gerek siyasî, gerek iktisadî, gerekse de içtimaî olarak 7.0 şiddetinde bir depremden ağır hasarla ayakta kalan bir binanın artçı sarsıntılar ile çökmesi misali dibi boyladı. Elbette bu sürecin AKP’yi doğuran en önemli etken olduğunun da altını çizmeden geçmeyelim.

AKP’nin bir enkaz devralmasına rağmen, bu enkaz maddenin tabiatına uygun olarak “her inişin bir çıkışı olur” kaidesi sebebiyle yükselişe geçmeye mahkûmdu. 2001 Krizi ile %11-12 düzeyinde bir küçülme yaşayan Türkiye ekonomisi AKP iktidarı döneminde de üçlü koalisyon döneminde uygulanmaya başlayan Derviş-Fischer modelini yani IMF’in kalkınma programını uygulamaya devam etti.

Bu programın en temel özelliği düşük kur yüksek faiz politikasının uygulamasıydı. Bu politikanın Türkiye ekonomisine verdiği zararı yazımızın ilerleyen kısmında daha iyi anlayacağız. 

Yüksek genç nüfus oranı sebebiyle büyüme trendi yakalaması kaçınılmaz olan Türkiye dibe vurduktan sonra hızla büyümeye başlarken bu süreçte uygulanan palyatif ekonomi politikaları günü kurtarmaya yetti; fakat gün kurtarılırken gelecekteki hâl ve planlar göz ardı edildi. 


2008 Krizi ve Türkiye

2008 yılına gelindiğinde dünyayı derinden sarsan global kriz, “kriz Türkiye’yi teğet geçti” söylemlerinin perdelemesi altında ekonomiyi kökten çatırdatırken işsizlik rakamlarının %15’leri gördüğünü ve carî açığın katlanarak arttığını hatırlatalım.

“Düşük kur yüksek faiz” politikasının etkisi ile yerli yatırımcı piyasada tutunamazken yabancı yatırımcının yön verdiği bir iktisadî çehre ortaya çıktı. Yurtiçi üretim hızla kan kaybederken tüketimin ise aksi istikamette hızla artması neticesinde ithalat rakamları, ihracat rakamlarına ezici bir üstünlük kurdu. Bir de buna yerli yatırımcının kendisini ezen politika sebebiyle katma değeri düşük mallar üretmesi ve bu katma değeri düşük malların ihracat kalemleri arasında yer alırken, katma değeri yüksek malların ithalat kalemlerini oluşturması da carî açığı tetiklerken borç ile finanse edilen maliye politikası aslında bir krizin habercisiydi. Diğer taraftan GSYİH yükselirken gelir dağılımı eşitliğini yansıtan Gini katsayısı 0,380 düzeyinden aşağı çekilemeyerek ve sosyal adaleti sağlamada da yol katledilmedi.

ABD’nin tahvil alımlarını kısması ve son yaşanan siyasî hâdiseler ile birlikte Türk ekonomisine güven azalırken yüksek miktarda döviz yurtdışına kaçtı. Bu döviz kaçışında “kurgulanmış ekonomik sistem” ögelerinin de payı olduğunun altını çizelim. Neticede kurlar yükselirken Türk parası değer kaybına uğradı ve enflasyonist bir sürece girdiğimizin de sinyallerini verdi.

Kurların aşırı yükselmesine karşı enflasyonla müdahale aracı olarak ise faiz seçildi. Nominal faizler yükseltilerek enflasyon oranının artması ile düşen reel faizin eski seviyesine çekilmesi ve kurun biraz rahatlaması öngörüldü. Nitekim öyle de oldu; fakat gözden kaçırılan husus faizlerin yükselmesinin artış trendine giren yerli üretim seviyesini tekrar düşürecek olması… Bu etki ile beraber enflasyonist bir süreçten geçen Türkiye “deflasyon-durgunluk” riski ile de karşı karşıya… Faizlerin yükselmesi yatırımları düşürürken, faiz ile kolay yoldan para kazanma şansını yatırımcılara verecektir. Düşen üretim seviyesi işsizlik rakamlarının artmasına sebep olup enflasyonist bir süreç yaşanmasına rağmen piyasada gerçekleşen tüketim oranı azalacaktır. Yani “stagflasyon” tehlikesi kapıda…

Enflasyonist süreçte faizlerin yükseltilmesi yangına körükle gitmekten başka bir anlam ifade etmemektedir. Kaldı ki modern iktisat biliminde de bir ekonominin gelişmişlik ve dayanıklılık düzeyini faizlerin düşüklük düzeyiyle ölçmektedir. Ayrıca faiz artırımı ile beraber başbakanın sürekli yakındığı “Faiz lobisi”nin galip geldiğini ve hükümetin ipleri elinden kaçırdığını söyleyebiliriz.

Oysaki burada sağlam bir irade gösterilerek faizlerin aynı seviyede tutulup reel faizlerin daha da düşmesi sağlanabilir; ithalatın düşmesi, neticesinde bunun üretimi tetikleyip ihracatı artırması amaçlanabilirdi. Kısa vadede memleket çapında iktisadî sıkıntılar yaşansa da uzun vadede bağımsız bir ekonomiye sahip olmanın kapısı aralanırdı. 


Netice

Stagflasyon tehlikesinden bahsederken, böyle bir sürecin yaşanabilme ihtimali; yaşanırsa neticelerinin bağımsız ekonomiye ulaşabilmek adına dik durarak girilecek olan çetrefilli yoldan farksız olacağı malum… Fakat stagflasyona girilirse kazanılacak bir şey olmayacakken, diğer tercihte bağımsız ekonomiye adım adım yürünebilirdi.

Netice olarak bugün Türkiye’nin yapması gereken en temel şey tıpkı 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya’sı misali rejim ile halkın bütünleşmesi sağlanarak bu darboğazın el ele aşılması gerektiğinin farkına varmak. Eğer halk “devletin malı deniz, yemeyen keriz” mantığından kurtarılıp, “bu benim devletim” düşüncesi yerleştirilirse ancak kurtuluş yolu açılır. Bu da rejimin, Müslüman Anadolu halkının millî ve manevî değerleriyle örtüşen, hassasiyetlerini gözeten bir devlet ile mümkündür. Rejim halkıyla sırt sırta vermeden payandalarından ve Batı’nın prangalarından kurtulamaz.

Şimdi öyle bir noktadayız ki fokur fokur kaynayan dünyada ya Batı’nın treninde Batı ile beraber şarampole yuvarlanacağız ya da o trenden hemen atlayıp yara bere içinde kalsak da omuz omuza verip yaralarımızı saracak ve “Kurtuluş Yolu”na ulaşacağız. 


Baran Dergisi 370. Sayı