Gerçekten iyilik etme maksadı güdüp karşılığını öteki tarafta almayı umarak gerçek mânâda vakıf benzeri tesis oluşturma işinin Batı’da ilk defa Doğu Roma’da görüldüğünü geçen haftaki yazımızda ifade etmiştik. Bunun sebebi olarak da Doğu Roma Devleti’nin bütün bir cemiyet halinde Hıristiyanlaşmasını göstermiştik. Doğu halklarının sosyal dokuları icabı yardımlaşma/dayanışma odaklı cemiyetler halinde yaşayışları, Hıristiyanlığın getirdiği manevî atmosferle birleşince bütün Doğu Roma ülkesi baştanbaşa hızlı bir şekilde hayır işleri yapmayı gaye edinen tesislerle doldu.
İçtimaî bir dönüşümden kaynaklanan ve kendiliğinden meydana gelen bu fışkırışı mecburen hukukî düzenlemeler izledi. Geçen hafta bahsettiğimiz İmparator Jüstinyen’in “Müesseseler” isimli kanunnamesi bu açıdan son derece önemlidir. Ama bu bahse girmeden önce, vakıflar hususunda ciddi bir inceleme yapmış olan Fuad Köprülü’nün çalışmasından Bizans vakıflarına dair bazı bilgiler aktaralım:
“Bizans hukuku, kiliselerin, manastırların, papazlara mahsus ibadethanelerin, fakirlere ve ihtiyarlarla kimsesiz çocuklara yardım maksadıyla kurulmuş hayır müesseselerinin, hülasa kelimenin en dar mânâsıyla tüm tesislerin hukukî şahsiyete malik olduklarını kabul ediyordu. Bazılarına göre bu hususta devletin müsaadesini almak icab eder; fakat bazı müelliflere göre böyle bir mecburiyet varid değildir. Böylece kendilerine muayyen bir maksad için bir mal tahsis edilmek suretiyle bu müesseseler hukukî bir şahsiyet mahiyetini alabilirler.
Bizans hukukuna göre dinî bir maksadla bir tesis yapmak isteyen ferd, hiçbir kayıt ile mukayyet değildir. Yani ferd, mirasçılarının mevcudiyetine rağmen, bütün servetini buna tahsis edebilir.
Bizans hukukunda tesis sahibi, bu tesisin idaresini istediği şekilde tanzim ve istediği kimseye tevdi edebilir. Yani, tesise ait menfaatin hepsini veya bir kısmını kendisine veya mirasçılarına tahsiste serbesttir.
Bizans hukukunda dinî müesseselere ait mallar satılamaz ve tebdil olunamaz; yirmi seneden fazla müddetle icara verilemez.
Bizans hukukunda tesislere ait malların temellükündeki kaideler, diğer mümasil hususlardaki umumî kaidelerden farklı olup buna ait müddet kırk senedir.
Bu Hıristiyan tesisleri ‘administratoreler’, yani mütevelliler tarafından –büyük ruhanî reislerin yüksek murakabesi altında- idare olunmaktaydılar.” (Fuad Köprülü, Vakıflar Dergisi, sayı 2, sh. 8)
Köprülü’nün Bizans vakıfları ile alakalı olarak vurguladığı en önemli nokta, bunların kendilerini kuranlardan bağımsız ve kendi kendini çekip çeviren bir hükmî şahsiyeti/tüzel kişiliği haiz oluşudur. Kendi kendini idare konusunun muallâklığı bir tarafa, kanaatimizce Köprülü, tesislere bağışlanan malların dokunulmazlığını öne alarak bu ifadeyi kullanmaktaysa da gerçek hükmî şahsiyetin bu olmadığını göz ardı etmektedir. Gerçekte hükmî şahsiyet, diğer hususiyetlerinin yanı sıra, müessesenin, kuran ya da bağışlayan kişilerden bağımsızlaşıp onların ortadan kalkmasıyla kaybolmaması hâlidir, buna işaret eden hukukî bir özelliktir. İslâmî vakıfların alâmetifarikası, onların “mutlak” hükmî şahsiyete sahib oluşlarıdır.
Ancak yine de kabul etmek lazım ki, Bizans’taki vakıf benzeri kurumlar, belli hususlarda, Müslümanların kurdukları vakıflarla yapı ve idare yönünden benzerlik arz etmekteydi. Bundan dolayı birçok Batılı araştırmacı, vakfın bir kurum olarak İslâm’a Bizans’tan geçtiğini iddia etmiştir. Yukarıda iktibas ettiğimiz bölümün de içinde olduğu “Vakıf Müessesesinin Hukukî Mahiyeti ve Tarihî Tekâmülü” isimli makalesinde ise Köprülü, bu tezlerin bir kısmını kabul etmekte ve İslâmî vakıfların Bizans’taki benzerlerinden etkilenmiş olmalarının gayet mümkün olduğunu belirtmektedir. Bunun için Batılı müsteşriklerin yaptıkları bir kısım mukayeseleri zikretmektedir. Mesela yukarıda Bizans vakıflarının hususiyeti olan birçok noktanın aynı zamanda İslâm vakıflarının da özellikleri arasında olması, ona ve birçok Batılıya göre bu iddianın delillerindendir. Ancak Köprülü, bu “hangisi hangisinin menşeidir” meselesinde ihtiyatlı davranmaktadır. Ona göre, Müslümanların, vakıf hukukunu şekillendirirken karşılaştıkları medeniyetlerin “işleyen” uygulamalarından etkilenmeleri tabiidir, ancak İslâmî vakıfların ruhî kaynağı Hz. Peygamber’e dayanmaktadır. Zaten meselenin özü de burasıdır. Yine İranlılar, Müslüman vakıfların birçok özelliklerinin eski Zerdüşt vakıflarının kurumsal yapısından alındığını iddia etmektedirler. Bunların doğruluğu ya da yanlışlığı ayrı konu, şu husus hiçbir zaman akıldan çıkarılmamalıdır: Hakikat tektir ve hakikatin yeryüzündeki mümessilleri olan Müslümanlar, dince bir sakıncası olmaması kaydıyla, din ü devletin ve dolayısıyla avamın faydasına olacak uygulamaları nereden geldiğine bakmaksızın alabilirler. “Hikmet, müminin yitik malıdır, nerede bulursa alır” mukaddes ölçüsü önlerinde olan Müslümanlar, müessesenin kendisi ve onun tatbiki doğru olduğu sürece, kendileri bulmuş veya başkalarından ilham alınmış, buna ehemmiyet vermezler. Yazı dizimizin tarihî akış içerisinde vakıf ve benzeri kurumların gelişimini anlattığımız bölümünü bitirince yapacağımız muhasebe kısmında, İslâm vakıflarının diğer medeniyetlerden ne kadar etkilendiğine, etkilenme biçimi ve bunun fikrî ve dinî zeminine daha geniş bir şekilde eğileceğiz.
Yukarıda Köprülü’nün tezi etrafında değindiğimiz üzere, Bizans vakıflarının Batı’daki önceki emsallerinden en temel farkının, onun hükmî bir şahsiyeti haiz bulunduğu iddiasıdır. Bu hususta hemen hemen ortak bir kanaat hâsıl olmuştur. Ancak Ahmed Akgündüz bizim gibi düşünmekte ve bu hükmî şahsiyetin İslâm vakıflarındaki hükmî şahsiyet derecesinde algılanmaması gerektiğini söylemektedir. Ona göre Bizans vakıfları, İslâm hukukunda varid vakıf müesseselerinden sadece biri olan “tahsisat kabilinden vakıflar” başlığı altına girebilecek kurumlardır. (A. Akgündüz, Vakıf Müessesesi, sh. 59) Kurumsallaşma anlamında Akgündüz’ün itirazı yerindedir. Bizans’takiler de dâhil Batılıların kurdukları vakıfların en büyük zafiyeti, genelde tahsis biçiminde olmaları, mevcut bir büyük vakfa veya benzeri kuruma bağış yoluyla gerçekleşmeleridir. Bağımsız, kurumsal kimliği olan tesisler biçiminde ortaya çıkmamaktadırlar. Ölmek üzere olan varlıklı bir kişinin, Ahiret saadetini elde etmek için malının bir kısmını veya tamamını, bilhassa kilise vakıflarına bağışlaması Bizans’ta itiyad haline gelmiş uygulamalardandı. İnsanlar hem İncil hem de din adamları tarafından bu yönde teşvik ediliyorlardı. Yani bizdeki gibi tarih boyunca sayıları yüzbinlerle, hatta milyonlarla ifade edilebilecek ve her biri farklı bir maksada kendini bağlamış müstakil vakfa Batı dünyasında rast gelmek mümkün değildir. Bu durum da tabiatıyla Bizans’taki vakıf müessesesinin maksad açısından kısırlaşması, tek tipleşmesi neticesini doğurmuştur.
Bizans vakıflarının hukukî durumlarından bahsetmek gerektiğinde, önümüze çıkan en önemli figürün Jüstinyen olduğunu görmekteyiz. Jüstinyen’in, çıkardığı kanunname vasıtasıyla Bizans vakıflarına yaptığı katkı hakikaten çok büyük olmuştur. Onun zamanında tahsis cinsinden bağışların hukukî çerçevesi net bir şekilde çizilmiştir. Bağış yapmaya dair verilen bir taahhüt kanunen bağlayıcı ve zorunlu olmuştur. (Burdick, The Principles of Roman Law, sh. 162) Böylece Jüstinyen, vakıf hukukuna yeni bir tarif getirmiş oluyordu: Bağlayıcı bir mukavele veya taahhüt biçiminde tezahür eden tahsisat. Jüstinyen’in çıkarttığı (Müesseseler) isimli kanunnamesinin 2. Fasıl, 7. Bölümünde şu ifadeler geçmektedir:
“Eğer tahsis işlemi tamamlanmışsa, keyfi olarak vazgeçilemez. Bağışçı niyetini belli ettiğinde, yazılı olsun olmasın, işlem tamamlanmış sayılır. Kanunumuz, tıpkı bir satış durumunda olduğu gibi, bağışçının niyetini açık etmesinin onu teslime mecbur kıldığını hükme bağlamıştır. Öyle ki, teslim edilmemiş olsalar bile bağışlar tamamen muteberdir ve bağışı yapan kişi, bağışladığı malı teslimde hukukî yükümlülük altındadır. (J. B. Moyle, The Institutes of Justinian, 7)
Diğer taraftan Jüstinyen, bağışların daha önce Konstantin ve diğer hükümdarlar tarafından çıkarılan kanunlardaki zora düşürücü yönlerini de bu kanunnamesiyle yumuşatmıştı. Tahsis edilen miktarın asgarî kayıt eşiğini yükseltmiş, bu eşiğin altında kalan taşınır veya taşınmaz malların resmi makamlara bildirilmesi zorunluluğunu iptal etmişti. Bu nokta önemliydi, çünkü bu tür bağış işlemlerinden devlet vergi almamaktaydı. Yani birisi kolaylıkla “şu kadar nakdi şu kuruma veya şahsa verdim” deyip devlete vergi vermeyebiliyordu. O yüzden Doğu Roma idaresi, bu iddianın isbatını zorunlu kılmıştı. Jüstinyen, işte maneviyatı kaybolmuş bir cemiyette istismara son derece açık bu konuda hayırseverler lehine bir kolaylık getirmekteydi.
Ayrıca hayırseverlerin üzerinden, öncelikle esir düşmüş ya da köle doğmuş Hıristiyanları hürriyetlerine kavuşturma ile hayır işlerine başlamaları mecburiyetini de kaldırmıştı. (Moyle, age, 7) Bundan başka, yanmış bir meskeni yeniden inşa için yapılan bağışlarla imparatorun doğrudan kendisine yapılan bağışlarda hiçbir kayıt tutmaya lüzum görülmemekteydi. (Zimmerman, Roman Foundations of Civilian Tradition, sh. 494)
Jüstinyen, tahsis kabilinden bağışları coşkun bir hisle desteklemekteydi. Bunda en büyük tesirin İncil’e ait olduğunu farz edebiliriz. Buradaki kritik dinî anlayış (humanitas per quam solam dei servataur imitatio) yani “Tanrı’yı taklid ederek insanlara hizmet etmek” idi. Böylesine diğerkâm faaliyetlere yönelik hevesini de, bu tür faaliyetlerin sahasını genişleterek gösterdi. Herhangi bir kamu hizmetine veya dinî bir makama aday olan birisinin vereceği aynî ya da nakdî yardım taahhütlerinin de bu kapsamda değerlendirilmesini sağladı. (Zimmerman, age, 496) Mesela kamuya hizmet eden bir binanın yapımını üstlenmek de artık böylesi hayır işlerinden sayılmaktaydı. Bir kişi bu hususta bir taahhütte bulunduğunda geri dönemezdi ve eğer taahhüdünü yerine getirmezse dava edilebilirdi. Kişi, tek taraflı ve gayrı resmi bir taahhütle bulunsa bile durum değişmiyordu. Jüstinyen devrinde bu gibi hayır işlerinde asıl üzerinde durulan husus, tahsisi yapan kişinin niyetiydi. Jüstinyen bu hukukî anlayışın motivasyona ihtiyacı olduğunu, manevî cihetten zayıf kaldığını gördü. Bunu genişletmek ve cömertliği teşvik için tahsisli bağışların mânâsını genişletti. (Zimmerman, age, 497)
Bilhassa İncil’deki karşılıksız yardım, diğerkâmlık, fedakârlık teşviklerinin bu devrin ruhuna tesir ettiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Mazlum bir dinin Roma’nın en güçlü ciheti olan hukuk sahası üzerinde böylesine derinden ve olağanüstü bir etki meydana getirmesi Batılı Roma araştırmacılarını şaşırtsa da bizim nazarımızda oldukça normal bir gelişme olarak görülebilir. Bilakis aksi durumlarda cemiyetlerin ayakta kalamayacakları, bir topluluğun dayanışma ve yardımlaşma ile varlığını sürdürebileceğini sürekli anlatmaktayız. Eğer Roma, genişleme sürecinde emperyalizm ile kazandıklarını, maddî beklentiler uğruna da olsa çekirdek kitleyi oluşturan İtalyan halkı arasında dağıtmamış olsaydı, çok büyük içtimaî sarsıntılar yaşayabilirdi. Pagan Roma devletinin bu tür sarsıntılara maruz kaldığını biliyoruz, ancak bunların boyutları devleti yıkacak çapa erişememiş ve isyancılar arasında servet tevzi ile çözümlenmiştir. Romalılar, rejimlerinin manevî cihetten yaşadığı zafiyeti, diğer memleketleri sömürgeleştirip zenginliklerini aslî unsurlarını teşkil eden halklar arasında üleştirerek, amiyane tabirle onların “nefslerini tatmin ederek” kapatmaya gayret etmişlerdir. Roma devletinin, gladyatör oyunlarına, tiyatrolara, her türlü festival ve şölene, görkemli kutlamalara verdiği ehemmiyet bilinmektedir. Bütün bunların yanı sıra fahişeliği de alttan alta desteklemekteydiler. Hülasa her daim halkı avutup oyalayacak meşgalelerin peşindeydiler. Hıristiyanlık gelip bilhassa Doğu Roma’ya gerçek mânâda hâkim olunca, tüm bu faaliyetlerin yavaş yavaş ortadan kalktığını görmekteyiz. Bunların yerini, dünya hayatına mânâ katan yeni bir ahlâkî öğreti almış oldu ve devletin halkından korkmasına ve onu oyalamaya çalışmasına gerek kalmadı. İnsanların tatmine ihtiyaç duyan cihetleri, onların maneviyatıdır. Ne kadar maddî yönlerine tatmin ederseniz edin, ne kadar onları uyuşturmaya çalışırsanız çalışın, en nihayet bu temel noksan kendini şu veya bu şekilde gösterecektir.
Gelecek hafta Bizans vakıflarının kurumsal yapısı ve işleyişi ile alakalı bilgiler vererek “Bizans” bahsini tamamlayacağız.
Baran Dergisi 440. Sayı