Tarih içerisinde yaşayan kişileri kıyaslayacak, onları bir diğer insanla karşılaşsa ne yapardı sorusunu soracak çokça malzeme vardır. Ancak bunların çok azı gerçekten vuku bulmuştur. Tarih içerisinde ehemmiyet arz eden, kendinden öncesini yeniden konumlandıran ve geleceği şekillendiren kişilerin bir araya gelişi, kalpleri heyecandan titreten bir ân olacaktır. Nitekim böylesi bir hadise İslam tarihi içerisinde, çok iyi bildiğimiz kişilerin hasbihali neticesinde gerçekleşmiştir. Bir tarafta yaşını almış ve ömrünün kemâlinde olan Endülüslü filozof İbn Rüşd, diğer tarafta ise henüz 16 yaşında bir genç olan ancak Endülüs’ü kasıp kavuran İbn Arabi Hazretleri. Öncelikle İbn Rüşd’ün talebi üzerine gerçekleşen bu buluşmayı, İbnü’l-Arabî’nin kaleminden okuyuculara aktaralım:
“Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı Ebû’l-Velîd İbn Rüşd’ün huzuruna girdim. Halvetimde, Allah’ın bana açmış olduğu şeyleri duyup öğrendiği için benimle karşılaşmak istemişti. Duyduklarından dolayı şaşkınlığını izhar ediyordu. Babamın arkadaşlarından birisi olduğu için babam İbn Rüşd’ün arzusu üzerine benimle bir araya gelsin diye bir vesileyle beni ona gönderdi. O esnada bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi:
- Evet?
Ben de cevap verdim: - Evet!’
Onu anladığımı düşünerek mutluluğu daha da arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona ‘hayır’ dedim. Bunun üzerine üzüldü, yüzünün rengi değişti. Düşündüğü şeyde şüpheye düştü. Bana şöyle dedi:
- ‘Senin keşf ve feyz-i ilâhî’de bulunduğun şey mantık/nazarın bize verdiği şey midir?’
Ona hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diye cevap verdim. Bu ‘evet ve hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar, deyince benzi sarardı, titreme geldi, birden (sanki elli yaş) yaşlandı. Ne demek istediğimi anlamıştı.
İşte bu, kutup imamın, başka bir ifadeyle müdâviu’l-kulûm’ün zikretmiş olduğu meselenin aynısıdır.
İbn Rüşd sahip olduğu bilgiyi sunup (bizim söylediğimize) uygun veya farklı olup olmadığını öğrenmek için daha sonra da babamın tavassutuyla bizimle bir araya gelmek istedi. Çünkü kendisi fikir ve teorik düşünce mensubuydu. Ardından halvete cahil girip ders görmeden ya da araştırma, okuma ve kitapları inceleme olmaksızın bu şekilde dışarıya çıkan birisini gördüğü bir devirde yaşadığı için Allah’a şükretti. (Benim tecrübem hakkında) şöyle demiştir: Bu bizim kabul ettiğimiz fakat mensubunu görmediğimiz bir hâldir. Kapıların kilitlerini açan o hâl mensuplarından birisinin bulunduğu bir zamanda bulunduğum için Allah’a hamd ederim. Bana onu gösterme ayrıcalığını bahşeden Allah’a hamdolsun.”
Hadise öz bir şekilde esasen felsefenin ve tasavvufun farkını gözler önüne serer. Günümüzde de oldukça popüler tartışmalardan biri olan tasavvufun aklı ortadan kaldırdığı, akla muhalif olduğu veya felsefenin tüm hakikati bilebildiği ya da felsefeye ihtiyaç olmadığı gibi farklı söylemlerin aksine bu hadiseden çıkartabileceğimiz birçok ana fikir bulunmaktadır.
Öncelikle görüşmeyi talep eden kişi İbn Rüşd’dür, yani nazar ve istidlali esas alan bir filozoftur. Bu durum oldukça önemlidir çünkü günümüzde anlaşılanın aksine akıl, tasavvufun varlık sahasını reddeden veya anlayamayan bir şey değildir. Buradaki durum aklın istidlaller neticesinde belirli yargılara ulaşması ve bunları metafizik çatısı altında toplamasıdır. Tasavvuf da erişmeyi hedeflediği alan benzer şekilde hakikat sahasıdır. Ancak felsefe ile farkı keşf ve müşahedeyi esas almış olmasıdır. Bu durum yine bir filozof olan İbn Sina’nın, sûfîler hakkında söylediği “onlar bizim bildiğimizi görürler, biz ise onların gördüklerini biliriz” sözünün özeti gibidir.
Değinmemiz gereken bir diğer husus ise akıl ve keşf arasında bunca yakınlık ve benzerliğe rağmen aradaki keskin ayrımdır. İbnü’l-Arabî de bu durumu “evet ve hayır arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar cesetlerinden fırlar” sözüyle ifade eder. Bu noktada İbn Rüşd, İbnü’l-Arabî geldiğinde “evet” derken sorduğu soru “Senin keşf ve feyz-i ilâhî’de bulunduğun şey mantık/nazarın bize verdiği şey midir?” şeklindedir. İbnü’l-Arabî bu soruya ilk olarak evet der. Yani sizin ulaştıklarınız bizim ulaştıklarımıza benzemektedir. Ancak İbn Rüşd’ün tatmin olduğunu görünce, ‘hayır’ cevabını verir. İbnü’l-Arabî burada hayır derken de ‘sizin akıl ile ulaştıklarınız, keşf ile ulaşılanın ancak bir kısmını kapsar, asla hakikatin tamamını kapsadık gibi bir evhama kapılmayın’ kasteder.
Bu kısa ancak özlü sohbetin üzerine uzun bir yazı yazmak mümkündür. Ancak şu unutulmamalıdır ki İslam tarihinde düşünce okullarının ve tasavvuf ekollerinin hepsi esasen böyle bir bağlam içerisinde yer edinmeye çalışmaktadır. Nitekim İslam tarihi alanında yapılacak okumalarda bu durumun göz ardı edilmemesi gerekir.