“Türbe’nin tekkenin üstüne fabrika, kağnının üstüne motor, ebcedin üstüne milli dil, tarihin üstüne yeni tarih kuracağız” demişti Aka Gündüz. 1932-1946 yılları arasında milletvekiliydi. Geleceğin kendi elleriyle şekilleneceğinden emindi. İstiklal mahkemeleri, devrimler, kanunlar hepsi işte özetle bunun içindi: Bir milleti kendi özünden koparıp, onu fabrikaların, motorların, “milli dil” denilen ucubenin, yeni tarih denilen bir yalanlar dünyasının içine atmaktı. İdeali buydu onun…

Ne garip değil mi? Nasıl bir zihniyet, ona bu cümleyi kurdurmuştur? 1885’te Selanik’te doğan, askerî okullarda, Galatasaray Sultanisi, Güzel Sanatlarda okuyan, askerlik, gazetecilik, yazarlık ve milletvekilliği yapan bir adamdır Aka Gündüz. Yazdığı romanların edebî bir değeri yok gibidir, çocuklar için milliyetçi duygularla yazdığı kitaplar bile bugüne hitap edemeyecek kadar kötüdür:

- “Atatürk’ün tapkınıyız. Her şey (o)’dur. Her yerde (o) var.
Her gökte (o) eser. Her enginde (o) çağlar.
Biz (o)’yuz, (o) biz.
Atatürk benim değildir.
Atatürk senin değildir.
Atatürk onun değildir.
Atatürk;
Benimdir, senindir, onundur, acunundur, evrenselindir, geçmişlerindir, geleceklerindir, ilkesizliğindir, sonsuzluğundur.
Her şeyde Atatürk!
Yerde o!.. Gökte o!.. Denizde o!.. Varda o!.. Yokta o!..
Her şeyde o!..
Atatürk!
Her şey (o)’dur;
(O) her şeydir.
Her şeyde Atatürk!
Yerdedir, göktedir, sudadır.
Görünmezi görür! Bilinmezi bilir. Duyulmazı duyar! Sezilmezi sezer, Ezilmezi ezer!”

Bu şiirimsi “âyin” metnini (ki epey uzunca bir metindir, kısa bir bölümünü aldık) gördükten sonra daha fazla söze hacet olmayabilirdi, fakat dahası da var. Hakimiye-i Milliye gazetesinde 24 Şubat 1929 tarihinde aynen şöyle yazıyor:

- “Has ve öz şair faruk, dün fıkrasını şu meşhur ve ayıp gediğimize hasretti. Milli marş yokluğu. Bu son ve feci gediği sözle, sazla kapatamayız, nafile uğraşmayalım. Çünkü ud çalıyoruz. Ve uda yüreğinin bütün saffetiyle küfreden hamiyetli biri çıkınca ona hamiyetsiz diyenimiz bulunuyor... Ud çalan milletlerin milli marşı yoktur ve olamaz. Ud musiki ve ritm sefaletinin yarım yamalak bir ifadesidir... Peki, ne yapmalı? Udu paramparça etmeliyiz! Enkazını menfur, berbat “def”in içine koyup -müstevli düşman gibi- hudutlarımızdan fırlatıp atmalıyız. Ud denen müsekkel herze var mı, milli musiki ve marş yoktur. Ud, hamasetin coşkun sesini sefil bir eda ile nidaya indiren sefil bir alettir.”

Böyle bir zihniyete sahip olan bir adamın, “Türbenin tekkenin üstüne fabrika, kağnının üstüne motor, tarihin üstüne yeni tarih kuracağız” demesi kadar “doğal” bir şey olamaz da, “ebcedin üstüne milli dil” kurma hayâli ne demektir? Ebced ile alıp veremediği nedir bu “Atatürk tapkını”nın?

Muhtemelen pek çok kişinin gözünden kaçmıştır bu: “Ebced yerine milli dil”, öylesine söylenmiş bir söz olmasa gerek. Özellikle edebiyatla ve yazarlıkla uğraşan, Paris’te eğitim alan biri için… Ebced ilminin “ne” olduğunu hatırlarsak, belki Aka Gündüz’ün “laf olsun” diye konuşmadığını da anlarız. Salih Mirzabeyoğlu’nun eserlerinde ebced ve iştikak ilminin merkezî rolü malûm. Şöyle diyor:

- «Şimdi: Süryanice, cennet lisânı ve ilk lisân. Bizzat Allah Resûlü, “Süryanice öğrenin!” buyurmuştur. Hüccet-ül İslâm lâkablı İmâm-ı Gazâlî Hazretlerinin, bu dilin öğrenilmesi hususundaki teşvikleri malûm… Bu kökten, bir nevî mânâyı gösteren suret hâlinde türeyen en büyük dil-lisân, Arabça; ve “nehir insanları” demek olan Hind’in dili… Bu vesileyle, eşyanın hakikatinin aranışında bir muhakeme formu olan “hesab-matematik” bahsine de değinerek bildirelim ki, sayı-rakam, “kitabet” demektir. Kitab: Kitab. Levh-i mahfuz. Kur’ân… Büyükler bildirmişlerdir ki, Kur’ân, zâtiyeti itibariyle nurdur ve kendini idrak etmez; Allah nuru kime verdiyse, Kur’ân’ı da o idrak eder… Nitekim bu husus, “Allah, dilediği kullarına ruhu ilka eder” ölçüsüyle de sabit… Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin “Mutlak tevhid mümkün değildir!” sözü, İmâm-ı Rabbanî Hazretlerinin “Allah, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde, ötelerin ötesinde; sonsuz kere ötelerin ötesinde” sözü, Ebu Hanife Hazretlerinin sayıya gelmeme anlamında Allah’ı “şiddetli bir” diye tavsifi, “Herşeyden önce kelâm vardı!” sırrı ve daha nelerle nelerin nerelerden toplanışı… Neticede, “cebir” ve “ebced” ilminin Arab ilmi olması yanında, “doğru düşünce olmadan, doğru düşünce faaliyeti olmaz!” hakikati de içinde, “matematik, geometri” vesair sınıflamasına giren ilimlerin de ilk insan nüvesinden gelişi anlaşılmıyor mu? Ve bugün dünya çapında ve öz ilmi üstünde buluş sahibi pek çok matematikçinin Hind kökenli oluşunun sebebi?

*

İnsan soyunun “jeni-öz” ve dehası Arabtır; bu husus, kaba akılla bir takım şeylerin çelişki olarak görülmemesi ve zannedilmemesi için mühim… “Ebced hesabı”na gelince: Arabça eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiblenmesinden meydana gelen birinci kelime, “ebced”; hesaba isim olmuş, öbür isim de “cifr”… Sözkonusu tertib, İbrânî, ve Süryânî alfabesindeki harfleri içine alır.» (FURKAN –Lûgat-ı Salihûn-, İBDA Yay., İstanbul, s. 12-13)

Daha önce de yazmıştık: Salih Mirzabeyoğlu “ebced ve iştikak” ilimlerini yeniden canlandırmış, “ebcedin üzerine milli dil” kurma hayalindeki “uydurukçacılara” göstere göstere yeni bir dil kurmuş, dilin imkânlarını “mesele konuşarak” geliştirmiştir.

Ne diyordu “Kürt Meselesi”nde Mütefekkir:
- “Kemâlizm’in asıl buğz edilmesi gereken tarafı, ne İslâm karşıtlığı, ne dış yüz devrimleri, sadece idrakı iğdiş etmiş olmasıdır…”
Sözün özü, Aka Gündüz ve benzerlerinin ebced düşmanlığı, üzerinde dikkatle durulması gereken “bilinçli” bir cürümdür ezcümle…

Baran Dergisi 524. Sayı