Eğer her birimizin içinde aynı ruh yaşamaz, eğer bu “Bütün Fikir” etrafında bir “bütün” oluşturamazsak, kurtuluşumuz için de hiç, ama hiçbir çıkar yol kalmayacak!
“Mutlak Fikir”den hareketle, “Bütün Fikrin Gerekliliği” ekseninde temellendirdiği sistemine verdiği İBDA isminin anlam ve açılımları gibi; şahsı, hayatı ve eserleriyle de eşsiz, misilsiz ve benzersiz bir insandı. Hiçbir işini …mış gibi; seviyormuş, nefret ediyormuş, yazıyormuş, yaşıyormuş gibi yapmadı; sevdi, nefret etti, yazdı, yaşadı, isyan etti; yaptığı her işe ruhunu kattı. Tüm yaptıklarında harbi ve hasbi; sahih ve samimiydi. Hakk’ın insanlığa yol göstersin diye yeryüzüne serpiştirdiği mânâlı yüzlerden, anlamlı insanlardan bir “kılavuz yıldız”dı. Hakk’ın mesh ettiği mânâlı bir yüzü, maddî gücünü mânevisiyle bezediği uyumlu bir fiziği vardı. Girdiği her toplumu şövalye tarzı tavırlarıyla hemen feth eden bu güzel insan; derinlik, yükseklik ve yüceliğiyle de insanları hemen kavrıyordu. İnsanlar cezb edilmişlik duygusu içinde, Hakk’ın mesh ettiği bu mânâlı yüzü, insanın ta can evine işleyen bu yüzdeki çizgileri gıbta eden bir çekingenlikle izlemekten, anlattıklarını, sanki cennetten gelen bir sesi dinler gibi dinlemekten eşsiz bir zevk alıyorlardı.
Onu gördüğüm, tanıdığım ilk âna dair hemen her şey; gülen gözlerle beni süzerek karşımda duruşu, içime işleyen tatlı-sert ve mert bakışı, daha dün gibi gözlerimin önünde! Ruhumu da peşinden sürükleyen bu bakışlara ufuk sanki dar geliyordu. O güne kadarki mânâsız hayatımın sona erdiğini, yaşamımın artık bir anlamı olduğunu, beni bağlayan zincirlerden kurtulduğumu anladım. Bu dehayı görüp tanıdım ve ona inandım. Ruhum hep bu kutsal kaynaktan beslendi. Her zaman, çok yakınlığında çok uzaklık kadar perde olduğu şuuruyla hareket ettim. Hiçbir zaman yakınlığımı liyakate rütbe yapmadım, itibar açlığı çekmedim. Sanıyorum, kalabalıklar arasında kendisini yapa yalnız ve yabancı hisseden bu yüce insan da duygularını paylaşabileceği, içine bakabilen, ruhuna eş bir ruhla karşılaşmaktan mutlu olmuştu. “Gölge”yi çıkaracağı zaman, ruhu yüce tasarılar için genişler, hayâller kurarken, bana da bu yükü omuzlamayı isteyip istemediğimi sormuş, düşünüp bir cevap vermemi istemişti. Düşünmeme gerek olmadığını, bundan şeref duyacağımı söylediğimde; “Ah! Aziz dost, yeni dava arkadaşım, işte, şimdi daha güçlüyüm! İnsanın yükünü yine ancak insan alır üzerinden, yürüdüğüm yolda dost bir yüze rastlamak, tek bir insanla da olsa hislerimi paylaşmak beni mutlu etti” diyerek, insanın ne kadar yücelebileceğine misâl duygular içinde, sevgi coşkunluğuyla kucaklaşmış, kalplerimiz umut dolu, enginlere yelken açmıştık. Mutluluğunu muhteşem yalnızlığından ve mânevisiyle bezediği kendi öz gücünden alan, güçsüzlüğünü ise ayaklarının altına alarak yükselen bu yüce insan, sözlerine; “ne yazık ki kardeşlerimiz var gamsız, kardeşlerimiz var uykuda ve haramiler; bu ülkenin dininden, dilinden, kültüründen ölesiye nefret eden, gülünç olmayı çağdaşlık zanneden uşaklarıyla pusuda. İnsanımız her türlü aşağılanmaya katlanabiliyor. Toplum olarak kendi hazinemizin dilencisi konumuna düştük. Ruhlarımız çorak, tüm ruhî armonilere de uzak, İslâmî hayatın inceliklerine-güzelliklerine karşı duyarsız. Ruhsuz biçimciliğin ölü kurallarının hicabı altında kalan ibadet, bu ruhlarda hiçbir zevk hâsıl etmiyor”, diyerek devam etmiş, konuşmasını; “önemli olan ‘Bütün Fikir’in kurulmasıdır. Bu kurulduktan sonra, bütünle parçalar arasındaki âhengi-birliği yani güzeli temin edecek yapı da kurulmuş demektir. Birbirine zıt, birbirinden bağımsız, birbiriyle alâkasız gibi duran unsurlar, bu yapıya nisbetle, sadece yeni bir dile dönüştürülmesi gereken malzeme hükmündedir. “Bütün”den aldığımız pay da, bu dilden anladığımız kadardır. Velhâsıl işimiz zor, yürüyeceğimiz yol tehlikelerle dolu! Rabb’im ümitlerimizi kayırsın, Müslüman ümid ile korku arasında yaşamalı, ümidini yitiren insan yaşayamaz,” diyerek bitirmişti.
“Mü’min, mü’minin aynasıdır” ölçüsünden telmihen söylersek; İnsanın daha gençlik çağlarında, kendine derinliklerini gösterecek, henüz biz olmayan, ama bizde görülmeye değer olan içimizdeki kardeşi ortaya çıkaracak, bizi göründüğümüz gibi değil de olduğumuz gibi yansıtacak; mutluluğumuzun mutlu aynası olacak büyük bir ruhla karşılaşması güzeldir. Fakat bundan daha güzeli; böyle bir ruhun tutkuyla bir şeye bağlanma istidadında olanları geliştirmesi, varlık mertebelerinde yükseltmesidir, ilahî olan budur. Böyle bir kısmeti nimet bilen bir genç, bu sayede hayattaki ve sanattaki hataları, çirkinlikleri berrak bir bakışla süzecek, iyi-doğru ve güzelden zevk alıp bunları ruhuna katarken, kötü-kaba ve pis şeylerden de nefret edecektir. Daha sonra, şuur seviyesinin her değişiminde gerçekliği de değişip eleştirel ruhu ortaya çıktığında, ruhuna eş ruhları kolaylıkla tanıyıp, onları büyük bir muhabbetle kucaklayacaktır. Tüm bu hasletler güzeldir ve güzel olan yücedir. Lâkin, yüce olan şey aynı zamanda müellimdir, insanı can eviden yaralar… İnsan sürekli uçurumun kenarında yürümek, karanlığa bakmak, biteviye kendisini kontrol etmek zorundadır. Nietzsche, “Büyük adamlarda yalnız kendi ruhu değil, bütün dostlarının da ruhu yaşar”, der. Dolayısıyla, soyunu ruhlar diyarında sürdürmek isteyen insan da, bakışını bu büyük ruhların tırmandığı zirveye çevirmeli, bu ruhları içinde taşıyan bir forma bürünmelidir. Salih Mirzabeyoğlu, çok az insanın tırmanabildiği bu zirveyi mesken tutmuş, buralarda serbestçe dolaşan büyüklerdendi; “Kalem ve kılıcın efendisi” olan bir fikir kahramanıydı. Bense, çölde yanan bağrını serinletmek, arınmak ve yenilenmek için suya koşan bir divane; kanatları yandıkça uzaklaşan, mutluluğu ve acıyı tatmak için yeniden yakınlaşan bir pervaneydim. Fikirleriyle evreni aydınlatan bu asîl ve ince ruhlu insanı, ya etrafımdakiler kıymetin bilmezler de incitirlerse diye hep uzaklara kaçırmak, bir yerlere saklamak isteyen bir bîçareydim. O günlerde ruhumun kendi müziği içinde yaşadığı ve dillendirmekten çekindiğim bu duyguları yaşamış olmaktan, bugün mutluyum. Bu duygularla büyümek beni eğitti. İnsanın derinliklerine bakmayı, hâl dilini, hâl dili kalmadığı zaman, ne kaldıysa geriye hepsinin satılık olduğunu, halini bir hayvan anlasa da, hayvan postuna bürünmüş insana anlatmanın zorluğunu öğrendim. Ruhları çorak, acıyı da günahı da benimsemekten uzak insanlarla aynı hayatı paylaşmak zorunda kalmanın, büyük ruhlar için ne kadar acı verici bir durum olduğunu gördüm.
Salih Mirzabeyoğlu, Hakk’ın en güzel ve temiz bir fıtrat üzere yarattığı, ruh ve gönül güzelliğiyle birleşmiş aklını en güçlü biçimde kullanan, bizi cehaletimizle yüzyüze getiren, inancı eyleme dönüştüren bir fikir kahramanıydı. Anlaşılmak ve anlatılmaktan ziyade, bütün bir ruh ile dinlenmesi gereken bir “Büyük Sanatkâr”dı. Taşıdığı fikrin önemini bilmenin çilesini çekerek, bu fikrin sorumluluğunu taşıyarak yaşadı. Şahsının ve eserlerinin ihmal edilmesi, aslında onun için bir lükstü. Çünkü hayatı ve eserleriyle o kadar gerçekti ki, onun mânâ ve önemini kavrayacak, değerini anlayacak zihnî referanslardan yoksun, “teflon-tarzı” aydınımız nezdinde bu büyük gerçekliğin yalana dönüşmemesi imkânsızdı, nitekim öyle de oldu! Entelektüel bir meraktan mahrum entelijansiyamız, onun fikirlerini mutlak hâliyle değerlendirmek yerine, belki de daha az bir zihnî çaba gerektirdiği için, “sükût senfonisi”ne yazılmayı tercih etti!.. Hakk’ın sofrasında doymanın tadını bilen bu dehayı, onun “Mutlak”a duyduğu açlığı ve bu açlığın kendilerine gizli kalan pek çok şeyi ona aşikâr kıldığını göremedi… Yaşarken kıymeti bilinmemiş tüm dehalar gibi, kendinden öncekileri mahcub eden, kendinden sonrakileri de uzun zaman mahcub edeceğe benzeyen bu büyük insanın kıymetini bilemedi… Onu kendi kendisine açtığı krediyle yaşamak, kendisiyle sohbet etmek zorunda bıraktı. Büyük Muztaribleri anlattığı, aynı isimde dört ciltlik bir eseri olmasına rağmen, aslında kendisi Büyük Muztariblerdendi. Davası uğrunda çekilebilecek tüm çileyi çekti, bilinenin üstünde ve ötesinde büyük acılar yaşadı. Fakat yaşadığı acının büyüklüğü nisbetinde gücü de büyüktü! Zarafet ve asaletiyle muhteşem bu büyük insan, tüm bu oluş zorluklarını sıçrama tahtası bildi, hayatının hiçbir dönemini boşa geçirmedi… Mazharı olduğu tecellileri topluma yansıtmaktan bir an bile geri durmadı. Köklerinden koparılmış bir topluma yeni bir ruh, yeni bir kimlik, yeni bir şuur kazandıracak eşsiz, misilsiz, benzersiz bir sistem inşa etti.
Aslında her şey, insanın sahih ve samimi bir çaba içinde yükü omuzlamayı isteyip istememesine, ne yapılacağını, nasıl yapılacağını görüp cesaretle üzerine gitmesine bağlıdır. Zira, işine tüm ruhuyla sarılan insan asla aldanmaz ve hiçbir güç bu insanı alt edemez. Salih Mirzabeyoğlu da yürüdüğü yolun tehlikelerini ve kendisini nereye götüreceğini çok iyi biliyordu. Fakat diğer taraftan, imanın taleplerinin asîl talepler olduğunu da biliyordu. O da kendisine yakışanı yaptı; imanını kemâle erdirmenin dışındaki tüm talepleri reddetti. Güçlüydü, rejim savunuculuğuna soyunan zorbalar karşısında boyun eğecek, önünde sürünen solucanların kenara çekilmesini bekleyecek bir insan değildi. İmanını yitirmektense, Hakk’tan gelen tüm belâlara katlanmayı, tüm imtihan ve sınamara karşı başı açık durmayı ve cesaretiyle kadere sanki saygı aşılar gibi kendini bir adak olarak sunmayı tercih etti. Fakat bu dik duruşa tahammül edemeyen, insanları kendi mutlak idealine göre şekillendirmek isteyen rejim savunucuları, onun önüne ya bizim dediklerimiz ya da sehpa seçeneğini koydular. Kurtulmak için de infazın hem yargılısını hem de yargısızını denediler… Baş eğmedi, onlardan hayat dilenmedi, onlara kendilerinden olma hazzını tattırmadı. Çünkü O; imanı, mücadelesi, fedakârlığı, sevgisi ve bilgisi sebebiyle büyüktü, cesareti imanın cesaretiydi. Hakk’ın tüm sıfatlarının tecelli mahalli olan tüm “Büyük Sanatkârlar” gibi, O da kemâl ve istidadı nisbetinde, imtihan ve sıkıntılarının büyük olacağını biliyordu. Nitekim öyle de oldu. Ve tüm sınamalardan başarıyla çıktı. Tüm “dar kapı”lardan rahatça geçti.
Onu görüp, tanıdığım ilk âna ait hemen her şey hâlâ hafızamda olduğu gibi, son gördüğüm âna dair her şey de en ince ayrıntısına kadar aklımda. Rahatsızlığından iki gün önceydi, ruh temizliğine dalâlet eden bir mahcubiyet hissi içinde, seven gözlerle seyrine dalmış onu dinlerken, taşıdığı fikrin önemini bilen ve bunun sorumluluğunu taşıyan bu yüce ruhtan taşan sahici sözleri duydukça, tabiî halini, bedahetlerle iş yapışını gördükçe, o hep övündüğümüz ve pek güvendiğimiz, zamanından önce olgunlaştıran “hormonlu bilgi”nin, keşfî olanının yanında ne kadar da değersiz, yetersiz ve çaresiz kaldığını da görüyordum! Bir taraftan o pek sevdiği çayını, sigarasını içerken, bir taraftan da daha biz doğar doğmaz tırmanmaya başladığımız hayat basamaklarının tümünün aslında sevgiye çıktığını, “başkalarının bilmediklerini biliyor olmanın trajik asaleti”yle, entelektüel kibrinde boğulduğumuz bilginin, sevginin tek bir ânı yanında nasıl da hükümsüz kaldığını anlatıyordu. “Allah güzeldir, güzeli sever” ölçüsünden mülhem bir anlayışın tedai ettirdikleri sadedinde, aslında en güzel şey en mukaddes olandır diyordu. “Mestane nukuşu suveri âleme baktık / her birini bir özge temaşa ile geçtik” diyen “Nailî” misâli, O da; insanın tüm faaliyetlerinin, iç âlem düzenin tertip peşindeki bir çabanın ürünü olduğunu, iç âlemimizdeki düzen ne kadar tam ve tamamsa, bizim için de kâinatın o kadar kusursuz olacağını, biz eksildikçe kâinatta bulacağımız kusurların da artacağını söylüyordu. Onu dinlerken içim açılıyor, ruhum aydınlanıyordu. Her şeyde esrarlı bir mânâ bulan bu kalb; zihnindeki tüm bu tatlı meyveleri benimle paylaştıkça hafifliyor ve rahatlıyordu.
Aslında, az konuştuğu zaman bile, çok şey söyleyen bir insandı. Yıllardır boğuştuğum, bir türlü içinden çıkamadığım pek çok meselenin, onun ağzından çıkan birkaç kelimeyle çözüme kavuştuğuna pek çok kere şahit oldum. Fakat, imkânlara sahip olma duygusunun zirvelerinde yaşayıp da bunların tutsağı olmayan, bir tohum tanesinde bütün bir âlemi gören, hayatın aslında zıtları barındıran bir teklik, bir bütün olduğunu bize gösteren küçük şeylerle çepçevre kuşatılmış olmanın ilâhîliğini müdrik bir başka insana da rastlamadım. Kendi sabiteleriyle eşyada bizi ikaz eden işareti görüyor, kuru mantık ve kuru aklın eşyadan süzemediği hakikati keşfî bilgisiyle süzüyordu. Bahçesine ektiği çiçeklerin hepsini seviyor, adlarını biliyor hatta onlara daha güzel isimler buluyordu. Ne var ki, “her şey zıddıyla vardır” ölçüsünden kinâye; bu güzel insan da sanki tabiî seyrinde gidiyormuş gibi görünen bu mutlu görüntüye rağmen, birkaç aydır, her şeyin fazla iyi olduğundan le, bundan duyduğu huzursuzluğu dile getiriyor; “her mutluluk kurban ister” diyor; sanki beklenmedik olan bir şeyi bekliyordu. Geriye dönük bir öngörüde bulunmak istemem. Lâkin tüm bunlar, dillendirmek istemeyip kendi mahremiyetimde tuttuğum diğer şeyler, sıradışı bir insanın normal bir tavrı mıydı yoksa bir veda konuşması mıydı, bilmiyorum! Bildiğim tek şey; ölüm gibi büyük bir gerçekliğin olduğu bir dünyada, “ben neyim, bu hâl neyin nesi” sırrını çözüme kavuşturacak bir varlık muhasebesine soyunmadan, hayata ve insana dair diğer sırların sorgulanamayacağı gerçeğidir. Salih Mirzabeyoğlu, gençliğimize güvenerek hep ertelediğimiz, ama bir ömür boyu peşinden koştuğumuz şeylerin ölümün soğuk ve solgun yüzünde anlamsızlaşmasıyla kendisini yeniden ortaya koyan; “Ben kimim, ölüm nedir” sorusunu bir ömür boyu kendisine sormuş ve bunu çözüme kavuşturmuş bir insandı. Ölmeden önce ölmenin hayatımıza yeterince şevk ve hüzün kattığını, bunun da üzerinde olduğumuz işi anlamlı ve anlaşılır kıldığını biliyordu. “Ölmek için değil, olmak için doğuyoruz” derken, ölümün aslında “oluş”un zirvede son bulması olduğunu biliyor ve bunu yaşıyordu. Dünyanın meşakkatinden bıkıp; “Semerin sırtına / yuların boynuna ey dünya! / Senin, tırnaklarından kurtuldum, / yollarından çekildim artık ben!” diyen Hz. Ali misâli, Salih Mirzabeyoğlu da; “yine de vakitlice ayrılmalı Hakk’ın dili olan insan, geldiği bu dünyadan, ölüm ruhun hurucu, hayat öte yakada” diyerek, “Muhsinler”e has bir ödüllendirmeyle ve mülkiyetine gıpta edilecek bir zenginlikle “öte”ye geçti.
Hastalığı sırasında tüm sevgimi, gücümü yüreğimde topladım, yaşa ki sevenlerin de yaşasın diye yalvardım; güzel zamanları, yürek dağlayan acı anıları hatırlattım, ama ölesiye sevdiğim bu eşsiz ve sessiz ruhtan hiçbir sada gelmedi! Sessizliğiyle sanki, “dostum; tüm bu yakarışların hayatın yalnızca tadı-tuzu, sevginin de acının da cennet kevserine dönüşmesi için, mayamızın da toprağa düşmesi gerekir, huzuru boş yere yeryüzünde arıyorsun, ben rahatımı buldum, sen kendi derdine yan” der gibiydi. Anladım ki, cennetin önünde duruyor, bir özge temaşa ile oradaki huzur ve sükûnu dinliyor. Yakınmalarım bu manzara karşısında sönüverdi; canlı hayâli önümde belirdi, hayranlık ve acı içinde onunla konuştum ve onda aynı tadı buldum... İçimden ne yakınmak ne de avunmak geldi... Kendimi çaresizliğin ezilmişliği içinde hissettim. Sonunda acım gözyaşları halinde boşandı, bu acıyı sevdim, bağrıma bastım, kimseyle paylaşmadım, yaşadım, gerçek acının diriltici bir niteliği olduğunu gördüm. Anladım ki, halimize şuurumuz olsa da kaderimize olmuyor. Kader bizim tüm kurgularımıza gülüp geçiyor, her iş nihayetinde, Kadir-i Mutlak’ın değiştirilemez ve sırrına erilemez iradesi neyse oraya varıyor.
Tüm sevenleri gibi ben de; tıpkı sahile vurmuş bir balığın çaresizliği içinde kendimi yerden yere atıyor, çırpınıyorum. Sanki, sadece onu sevmek için yaratılmış kalbim durdu, ben de onunla birlikte gömüldüm. Mülkünün berbad edilmesinden, ateşi canlı tutan özün bitip tükenmesinden, can çekişip sönmesinden, küle dönüşmesinden ölesiye korkuyorum! En büyük dileğim; bu “Büyük Sanatkâr”ın mutlak bir teslimiyet içinde, hayatı boyunca verdiği o müthiş ve mukaddes mücadeleyi anlayacak, anlatacak ve aktaracak bir kadronun yetişmesi, O’nun ucuz sunduğu mekâna güzel güzel yerleşmesidir. Eğer her birimizin içinde aynı ruh yaşamaz, eğer bu “Bütün Fikir” etrafında bir “bütün” oluşturamazsak, kurtuluşumuz için de hiç, ama hiçbir çıkar yol kalmayacak!
Aylık Dergisi 167. Sayı Ağustos 2018