Beşer zekâsının sekreteri kimdir? Şu anda cevaplanması gereken soru budur. “Ben Kimim?” diye sormak, “Ölüm nedir?” diye sormakla birdir” diyen İBDA Mimarı’nın “beklenen kahraman” olduğunun alameti, bu soruya verilen cevapta saklıdır. Akademya Dergisi’nde yayımlanan bir röportajda, “Sizce, Salih Mirzabeyoğlu kimdir?” sorusuna Ahmet Berkî’nin verdiği cevap: “Evet, bence zaten Kumandan Mirzabeyoğlu ‘kim’dir! Kist kelimesi Farsçada “kim?” mânâsına geldiğine göre O, Kusto’dur.”(1) Yukarıdaki başlık, Kusto’nun İBDA Mimarı ile olan mânâ birlikteliği dikkate alındığında, “Beşer Zekâsının Sekreteri: İBDA” olarak karşımıza çıkar. Nitekim İBDA Mimarı, “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın son ve som temsilcisi olarak, kendi fikri konseptini “Beşer Zekâsının Sekreteri İBDA” olarak takdim eder.

Bir tedai: Tıbbî literatürde kist, insan organizmasında, tabiri caizse, sanki kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birini gerçekleştirmeye dair bir işaret olarak, “iyi huylu” ve “kötü huylu” olmak üzere iki şekilde kendisini gösterir. Diğer taraftan, vücudumuzda hiçbir hücre zâtî keyfiyeti itibariyle kalıcı değildir. Tüm hücreler bir yandan ölürken diğer bir yandan da yeniden doğarlar, yaratılırlar. Nitekim bütün canlı varlıklar gibi vücudumuz da yaşayan bir organizmadır ve varlık-yokluk temposu içerisinde her an yeniden yaratılmaktadır. Yine bütün hücreler, sanki duygu ve düşünce faaliyeti içindeymişçesine, değişik miktar veya yapılarda bir tür sıvı salgılarlar.Hücrelerde üretilen sıvıların emiliminden fazla olması durumunda dokular arasında sıvı birikimi olur. Dokular arası biriken normalden fazla sıvıya “ödem”denir. Ödem denilen şey aslında bir tür “taşma” hâlidir.

Ödemler, vücudun değişik yerlerindeki şişliklerle kendilerini gösterirler.Eğer doku dışında biriken sıvılar bir zar tarafından kuşatılır, bir kesecik halini alır ve içeride sıvı alışverişi engellenirse ortaya çıkan bu lezyona “kist” adı verilir. Biz bu duruma, “taşma” hâline de bağlı olarak, vücudun kendi işleyişinden ortaya çıkardığı bir tür “sistem” de diyebiliriz. Ortaya çıkan bu yeni durum kendi iç mantığını da beraberinde getirmiştir. Çünkü o artık yeni bir “bütün”dür. Yani, vücuttan meydana gelmiş, fakat vücudun tabii yapısından başka bir şey olarak kendisini empoze etmektedir, dayatmaktadır. Artık o bir “yabancı”dır. Evet; vücutta bulunan tüm organlarda kist denilen ödemler meydana gelebilir. Meselâ beyin kistleri, akciğer kistleri, karaciğer kistleri ve kalb kisti gibi... 

Kalb ve kist?.. Kalpteki kist, Ekinokok denilen parazite bağlı gelişir. Hastalık özellikle hayvancılık ve hayvan ürünleriyle uğraşanlarda daha fazla görülmektedir. Yiyecek ve içeceklerde hijyene dikkat etmeyenlerde sıkça görülebilmektedir. İnsana ağız yoluyla geçen bu parazitler bağırsak kanalıyla kana karışır ve yayılırlar. Parazitler hakkında, vücudun (fizyolojik) vesvese kaynağı denilebilir. 

Kalbde görülen kistlerden biri de halk arasında “köpek kisti” olarak adlandırılan bir türdür. Hayvanlardan insanlara geçen bir parazitin (Echinococcus granulosus) oluşturduğu bu kiste “kist hidatik” denir ve kalbde nadiren rastlanır.Bu parazitin bağırsaklarında bulunduğu kedi, köpek, tilki, kurt gibi hayvanlarla temasla bulaşır. Daha çok karaciğerde görülür ama akciğer, dalak, böbrek ve kalp gibi birçok organda da oluşabilir.

Evet; tıb literatüründe kistler iyi huylu ve kötü huylu şeklinde bir tasnife tâbi tutulmuştur. Kötü huylu kistler “öldürücü” özelliği olan kanserli hücrelerdir. Bu çerçeveden bakıldığında, kalb kistinin “köpek kisti” olarak tavsif edilmesi çok anlamlı olsa gerektir. Bilindiği üzere köpek, İslâm tasavvufu öğretisinde nefsin sureti olarak bilinir. Nefsin kalb hakikatinde ruhun mukabil kutbu olduğu malumdur. Yani “köpek kisti” ile hastalıklı bir duruma işaret edilmektedir.

Normal şartlar altında hücreler, organizmayı meydana getiren noktalar olarak okunabilir. Başlangıçta her bir hücre, canlı ve kanlı mânâsına kırmız noktalar şeklinde fonksiyon icra ederlerken, sonrasında taşma neticesinde sistemleşerek siyah noktalar halini alırlar. “Kalb hakikati” özelinde düşünüldüğünde ortaya şöyle bir manzara çıkmaktadır: Malum olduğu üzere kalb hakikati, ruh ve nefs kutuplarını kendi içinde barındırmaktadır. Kalb, zâhirî olarak bütün vücuda hayat menbaı olan kırmızı renkli sıvıyı (kan) pompalamaktadır. Buna karşın bâtınî olarak kalbde, “nokta-i süveyda” denilen siyah bir nokta da bulunmaktadır. Söz konusu “siyah nokta”, İslâm Tasavvufunda “Müşahadetullah” makamı şeklinde tavsif edilen Allah’ın tecelligâhı olarak bilinir ki, bütün bir ruhî hayata nefes (ruh) pompalamaktadır. Kalbin (kalb kası) gayr-i irade olarak çalışmasına dikkat! Velilerde tecelli eden bir hakikat olarak, “İradesi Allah’ın iradesi olmak” mânâsına dikkat! Kıyamet öncesi gerçekleşecek olan “İstikbâl İslamındır” mânâsının Allah’ın bir vaadi olarak gerçekleşecek olmasına ise hassaten dikkat!

Bütün bu anlatılanlardan hareketle şöyle bağlayabiliriz: Kist çerçevesinde anlam kazanan “Kimdir?” istifhamı, “nefs terbiyesi veya tezkiyesi” çerçevesinde söylersek, kalb hakikatinde bitişik ruh ve nefs kutuplarından birinden birinin gerçekleştirilmesine dair, -meselâ hak ve hakikati temsil noktasında ruh kutbunun gerçekleştirilmesine dair- bir noktaya, yani kalbteki “siyah nokta” üzerinden “Müşehadetullah” makamının tecelligâhı olan “Nokta-i süveyda”ya kadar giden bir mânâyı mündemiçtir.

Rönesans-Yeniden Doğuş Hareketi veya Aydınlanma Çağı ile birlikte şekillenen modern dünyada Fransa, felsefe tarihi içerisinde kendisini “Beşer zekâsının sekreteri” olarak takdim eder. Modern felsefenin şekillenmesinde, dolayısıyla da modern dünyanın bugünkü konumuna ulaşmasında mihenk taşı olarak kabul edilen ve Kartezyen Felsefesi veya Düalizm Felsefesinin de “kurucu iradesi” olarak beliren Descartes’in (1596-1650) Fransız kökenli olması bir yana, eski Yunan’ın en büyük kafa adamlarından Sokrates (m.ö. 469- m.ö. 399) ve onun da talebesi Eflatun’dan (m.ö. 427-m.ö. 347)günümüze “beşerî akıl”ın serüvenini “aklın akılla iptali”ne kadar getirip düğümleyen Bergson’un (1859-1941) da Fransız olması, Batı Avrupa Medeniyetini temsilen Fransa’nın “Beşer zekâsının sekreteri” iddiasını daha da perçinlemektedir. Fransa’nın sembolünün horoz olması tam da bu noktada anlam kazanmaktadır. Bana soracak olursanız, en azından gelinen nokta itibariyle, “Beşer zekasının sekreteri” sıfatı Fransa’dan daha çok Almanya’ya yakışıyor gibidir. Çünkü; 1786 yılında yayımlanan (“Aydınlanma nedir?” Sorusuna Cevap) isimli makalenin ardından “Aydınlanmanın parolası” şeklinde kullanılan “Sapare Aude!”, yani “Aklını kullanma cesaretini göster!” mottosuyla modern felsefe dünyasında yeni bir çığır açan Kant (1724-1804) ve sonrasında ortaya çıkan Goethe (1749-1832), Marks (1818-1883), Niçe (1844-1900) Heidegger (1889-1976) vs. gibi büyük kafa adamları bir yana, “selim akıl”dan nasipsiz olsa da, “beşerî akıl” veya “saf akıl “çerçevesinde “tez, antitez ve sentez döngüsü” üzerinden “Mutlak Fikrin Gerekliliği”ni fark edip bunun “kurucu irade”si olma hevesine teşebbüs eden Hegel (1770-1831) gibi büyük bir kafa adamı Almanya’da yetişmiştir. Ama her ne olursa olsun, Amerika ve İngiltere’nin “Emprizm/Tecrübecilik ve Pragmatizm/Faydacılık” menşeili Anglo-Sakson kültürünü bir kenara bırakacak olursak, Batı Avrupa merkezli modern dünyanın, dolayısıyla da modern felsefenin şekillenmesinde Fransa ve Almanya’nın etkisi çok barizdir. Bu iki ülkenin yetiştirdiği, meselâ Bergson ve Hegel gibi iki büyük kafa adamı, yeni zaman ve mekânda, daha doğrusu topyekûn insanoğlunun ahir ömrünün son demlerinde, “Beşer zekâsının sekreteri İBDA”da tecelli eden “İstikbâl İslâmındır” mânâsının zıddından doğrulayıcıları olarak kabul edilebilir. Biz burada, söyleyeceklerimizi horoz metaforu üzerinde söyleyeceğimizden dolayıdır ki, söylemek istediklerimizi daha ziyade Fransa özelinde söyleyeceğiz. Fransa üzerinden söyleyeceğiz, çünkü; “Yürüyen Büyük Doğu: İBDA”nın “ezelî ve ebedî” Mimarı Mütefekkir Kumandan Salih Mirzabeyoğlu, İslâm Tasavvufu karşısında Batı Tefekkürünü hesaba çekerken, “aşina olunan kalıplar üzerinden aşina olunmayan mânâların verilmesi” terkibi hükmünün de en sadık ve de en kâmil tatbikçisi olarak, bütün hakikatleri aslına rücu’ ettirmede, özellikle de plastisite anlayışına kurban edilen tüm hakikatleri müşahhastan mücerrede taşımada daha ziyade Fransa menşeili sembolleri kendisine basamak yapmıştır. Meselâ ilkin “Beşer zekâsının sekreteri Fransa” tabirini “Beşer zekâsının sekreteri İBDA”ya rücu’ ettirmiştir. Yine bir Fransız seyyah, ilim adamı ve araştırmacı olan Kaptan Kusto’nun (Jacques-Yves Cousteau), “deniz içi hayatı kurcalayan adam” olarak belirmesini, “Gaibi kurcalayan çilingir”in önüne koyduğu ve bütün kapıları açan anahtar/takdim biçimindeki “Dünya Çapında Bir Hadise: Kaptan Kusto Müslüman” ibaresini unutmamak lazım. 

Fransa, Galyalıların kurduğu bir ülkedir. Galyalılar, Fokialılar olarak da bilinen Anadolu’dan göçen Foçalılardır. Bundan tam 2600 yıl önce, Foça’dan M.Ö. 600 yılında yola çıkan İyonyalılar, Marsilya (Marseille)(2)kıyılarında yerleşerek koloni oluşturmuşlardır. Bir rivayete göre de zamanında İyonya’nın bir kolonisi olarak gelişen Phokaialılar bugünkü Fransa kenti Marseille(Marsilya)’yı kurmuşlardır. Marsilya’da eski bir liman girişinde bir tabelada, İyon dilinde, “oturduğunuz bu şehir m.ö. 600 yılında Phokaia’dan gelen denizciler tarafından kurulmuştur” yazılıdır. Fransa’nın resmi bayrağında kullandığı horoz sembolünün de Marsilya’dan, yani Phokaialılardan geldiği rivayet edilir. 

Not: Bir önceki yazı başlığımız: “Sen Çekil Aradan İBDA Etsin Yaradan” şeklinde çıkmıştır. Maksadı aşan bir cümle olarak, ilm-i kelâm açısından tashih gerektirmektedir. Kasdımız, “Sen Çekil Aradan İBDA İle Tecelli Etsin Yaradan” mânâsını vermekti. Önce Allah’tan aff-ı mağfiret, sonrasında ise tüm okuyuculardan özür dileriz.
 
Dipnotlar 
1-https://www.ahmedberki.com/kumandan-mirzabeyoglu-kimdir.html?fbclid=IwAR3YzrXJfjBHXOj6zt0tWaNwiHvIUEe-8dWN9jQteh7pOTwXC4y5EGPglQg
 
2-Marsilya, fonetik olarak ilginç tedailere yol vermektedir. Meselâ Mar (S) İlya şeklinde bir ayrıştırma yaptığımızda, Mar’ın yılan, S’nin “Sin; iki kişi demektir” terkibi üzerinden “İdris ve İlyas Aleyhisselâm” üzerinden Kadüsedeki iki yılandan birine, en azından onunla alakalı bir noktaya doğru bizi taşıdığına şahid oluruz. S’den sonraki İlya ifadesi de bu tür bir okumayı kuvvetlendirmektedir. Fokialılar? İngilizcede mecaz olarak “bir şeye zarar vermek, mahvetmek” mânâsına “kahretsin” mânâsına kullanılan fuck, aynı zamanda “birisi ile cinsel anlamda beraber olmak” mânâsına da kullanılmaktadır. Bunun tenasül aleti ile ilişkili olduğu, dolayısıyla da üreme veya döllenme mânâsına geldiği, bunun da sperm veya sporlar şeklinde okunabileceği çok açıktır. Horoz ve yılan esprisinin bir yönüyle Kadüse sembolü ile, diğer bir yönüyle de Asklepios ile olan ilgisi dikkatlerden kaçmamalı! Bu arada, eski Yunanlılar, Akdeniz fokunu, tombul hayvan anlamına gelen phoka (foka) sözcüğüyle adlandırıyorlardı. Günümüzde, üzerinde bugünkü Foça’nın bulunduğu ve Aiollar (İyonyalılar) tarafından MÖ 11. yüzyılda kurulan antik Phokaia kentinin adının, foklardan geldiği söylenir.


Baran Dergisi 618. Sayı