“Sosyal modernist dönem” diye tanımlanan 1945-71 seneleri arasında neredeyse tüm devletler -ister kapitalist ister komünist, ister sanayileşmiş ister gelişmekte olan, ister büyük güç ister sömürge sonrası-büyütmek istedikleri orta sınıfların çıkarlarına hizmet ederek kendilerini üstünde yükseldikleri tabanları nezdinde meşrulaştırmayı amaçladılar. Hem kapitalist, hem de komünist birikim stratejileri, geçinmek için çalışması beklenen ve bunun karşılığında yalnızca yaşam standartlarını sürekli olarak iyileştirmekle kalmayıp, çeşitli sosyal güvenlik biçimleriyle talihsizliklerden korumayı da vaat ettiği sanayi işçilerinin büyütülmesine dayanıyordu. Klasik orta sınıf kurgusu…

Bunlar, yoksulları refaha kavuşturmak veya zenginlerin ayrıcalıklarını savunmak yerine, genel refahı teşvik etmeyi amaçlamaları itibariyle “refah devletleriydiler.” Komünist olmayan dünyada varlıklılar sınıf düşmanlığının bir sonucu olarak değil, bir bütün olarak toplum için sosyal yardımları finanse etmek amacıyla vergilendirildiler. Sağlık hizmeti, emeklilik, okullar vb. ferdî “haklar” olmaktan ziyade kolektif olarak istifade edilen kamusal hizmetler olarak sunuldu. Bu dönem boyunca birçok farklı türden toplumsal sözleşme olmasına rağmen, neredeyse her ülkede seçkinler orta sınıfın esenliğini sağlamayı bir nevi görev addetti.

Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin içine düştüğü ekonomik buhran ile beraber Komünizmin liberalizm ve kapitalizme bir alternatif olmaktan çıkmasıyla işler değişmeye başladı. O zamana kadar vergileri üstlenen büyük servet sahibleri, iki kutuplu dünyanın yıkılmasını müteakiben hızla yayılan globalizm sayesinde bırakın vergi ödemeyi aksine teşviklere boğulurken, vergi yükü ise orta ve alt sınıfın sırtına yüklendi. Buna rağmen kendisini vergilerden kurtaramayan servet sahibleri ile büyük şirketler ise yine globalleşmeye dayanarak vergi cenneti olarak tabir edilen ada ülkelerine kapak atmaya başladılar. Cari dengeleri bozulan devletler ise sermayedarlar ile büyük şirketlerin vergi yükünü hafifletme politikası izlemek zorunda kaldı. Bunun neticesi olarak da bilhassa Avrupa ve Amerika’daki devletlerin meşruiyetlerini dayandırdıkları refah ortamı gitgide ortadan kalkarken, bunun yerini git gide popülizm aldı.

Genel olarak Batılı devletler, 2001 senesinde gerçekleşen 11 Eylül saldırısını fırsata çevirebileceklerini düşündüler. Bu büyük hadiseyi hem ülkelerin siyasetinde ve ekonomisinde olan biteni örten bir perde hem de refah döneminin sona ermesinden sonra halklarını bir arada tutacak güçlü bir güdü şeklinde mütalaa ettiler. Bu da ancak İslâm’ın düşmanlaştırılması ve Müslümanların terörize edilmesi ile mümkündü. Neticede orta ve alt sınıfların üzerine yüklenen bu yüke rıza göstermesi için bir sebeb gerekiyordu ve ortaya atılan düşman da hafızalarda tazeliğini hâlen koruyan, hiç de yabana atılır cinsten değildi.  

Demokrasi ve kapitalizm, sosyal refahtan sonra kendisini istinad ettiği popülizm vesilesiyle özüne dönerken, gözden kaçırdıkları şey ise senelerdir “öcü”leştirdikleri insanlarla, yani Müslümanlarla bir arada yaşamak zorunda kalma ihtimalleriydi. Mağrib’den başlayıp Ortadoğu’ya yayılan Arab Baharı esnasında yaşanan rejim değişiklikleri ve iç savaş ortamından kaçanlar ile Asya’nın orta ve batısında işsiz güçsüz dolaşanların da bu insan hareketine ayak uydurması neticesinde son beş yılda 10 milyonlarca insan Batıya doğru göç etmek zorunda kaldı. Bu büyük kitlesel hareket, Müslümanlar ile onları azılı düşman gören Batılıları bir arada yaşamak zorunda bıraktı. Buna bir de 2008 de başlayıp sebebleri ortadan kaldırılamadığı gibi sonuçlarının bedeli de hâlen ödenememiş global ekonomik krizi ilâve edersek, manzaranın aslında zannedildiğinden de kötü olduğu daha açık bir şekilde anlaşılacaktır sanırım.

Fransa’da İsyan
Sosyal devlet olma özelliğini her geçen gün yitirirken, zenginlere uygulanan varlık vergisini kaldıran ve bunun yükünü de orta ve alt sınıfın üzerine yıkmaya kalkan Fransa’da isyan çıkmasın da nerede çıksın? Hele ki buna bir de senelerdir sistematik bir şekilde düşmanlaştırılan ve bugün için Fransa nüfusunun neredeyse %12’sini teşkil eden 7.500.000 (yazıyla yedi milyon beşyüzbin) göçmeni de ekleyecek olursak, burada popülizmin artık bir âlet olmaktan çıkıp, Milliyetçilik, Irkçılık, Faşizm ve Nazizm’e kadar geniş bir perspektifte yankı bulacağı muhakkak. Bunun Fransa ile sınırlı kalmayıp diğer Avrupa ülkelerine sıçraması da sebebler ve koşullar hemen hemen aynı olduğu için mukadder.

Buradan bakınca, Amerikan Başkanı Donald Trump’ın tüm eleştirilere göz yumup niçin korumacı ekonomiye yöneldiği, ticaret savaşı başlattığı ve İngilizlerin hazin bir keman sesi eşliğinde batmaya yüz tutan Avrupa gemisinden niçin kaçtıkları da daha net bir şekilde anlaşılıyor. Tabiî, siyasî ve ekonomik olarak birbirine bu kadar entegre olmuş bir dünyada ne Trump’ın korumacılığının ne de İngilizlerin Avrupa Birliği çatısı altından kaçış evrakına imza atmış olmalarının orta ve uzun vadede bir anlam ifâde etmeyeceği açık.

Ateş Olmayan Yerden Duman Tütmez
Fransa’da vukuu bulan isyan için Türkiye’de “dış güçler”e sıkça atıf yapılıyor. Aslına bir bakıma doğrudur. Bugüne kadar lideri olmayan hiçbir halk hareketinin yerli ve millî olduğu görülmemiştir; (Lideri olan her hareket illâki yerli ve millî olmak zorundadır da demiyorum tabiî) fakat halk desteği %76 civarında seyreden bir isyan yalnızca yabancı güçlerin kışkırtmasıyla izah edilemez. Ateş olmayan yerden duman tütmez.

Batı İnisiyatifi Kaybetti
Komünizm tehdidi uzun yıllar boyunca Batılı hükümetleri iktidardan nemalanma ve nemalandırma noktasında durdurmuştu; fakat bu tehdidin ortadan kalkmasıyla beraber demokrasiler popülizme evrilirken, sosyal refah ekonomiler de kapitalizme geçerek bir asır öncesine dönülmüş oldu. Çağımızın geçer akçesi olan parayı elde etmek için her türlü mücerret kıymet ortadan kaldırılırken, geriye, daha fazla kazanmak uğruna tahrib edilmiş mukaddesat kaldı. Maddeye tahakkümü sağlayabilecek yeni bir nizam ve ruh bulamamış olmasının neticesi olarak da ruhî iştiyaklar yine madde planının bir veçhilesi olan sanallık ile ikâme edilmeye çalışıldı. Posa ferd, yoz cemiyet, kanalizasyon devlet…

Bu süreçte devlet de cemiyetin kurmuş olduğu en büyük müessese olmaktan çıkarak, şirket ve sermayedarların bir aparatı hâline geldi. Fert ve cemiyet ise devlet açısından bu şirket ve servet sahiblerinin nazarındaki değerine endekslenmiştir.

İlk başlarda Batılı Devletler açısından kârlı görünen bu süreç, müntehasında devleti milletin kendisinden tecrit etti ve böylece devlet müessesesinin varlık sebebinin ortadan kalkmasıyla neticelendi. Bunu perdelemek için sahnelenen holografik düzen ise yediği ilk ekonomik darbe ile beraber flulaşarak silindi ve gitti. Geriye kalan ise daha büyük kaoslara gebe bir kaos oldu.

İbret
Mevzuyu kendi zaviyemize taşımanın vakti geldi artık. Yoksa Fransa’da isyan çıkmış, İngiltere yanmış, Amerika havaya uçmuş… Biz “ol”madıktan-“ol”amadıktan sonra bize ne? 

Türkiye’nin sonunun Batı gibi olması için elinden gelen her şeyi yapmış olan birazdan sayacağımız tüm kötülüklerin de babası Mustafa Kemal döneminden başlayarak, tek parti devri, 1960 darbesi, 1980 darbesi, 28 Şubat, Ergenekon ve FETÖ ile hakiki bir hesablaşmaya gidilmediği, bu süreçler arka planlarıyla beraber açıklanmadığı, figüranları ve başrollerinden hakiki bir şekilde hesab sorulmadığı sürece Avrupa’da isyan çıkmış, Amerika’da eyaletler birbirinden ayrılmış, Türkiye’ye ne?

Her zaman söylediğimiz ve bir kez daha kendimizi söylemek zorunda hissettiğimiz husus şudur ki, Türkiye’de siyasetten sanata, hukuktan edebiyata, eğitimden kültüre dek devletin ısrarla yaşatmaya çalıştığı habis zihniyet değişmediği, kaynaklarıyla hesablaşılmadığı sürece günlük siyasî atraksiyonlar ancak alkış toplamaya yarar. 

Demokrasi, liberalizm, kapitalizm ve globalizm başta olmak üzere 20. yüzyıla ait ne kadar fikir varsa hepsinin tabiî ömrünü tamamladığına şahitlik etmekteyiz. Zorla ve baskılarla sunî olan fikirlerin komada kaldığı da görülmemiştir.

Üstad Necib Fazıl’ın seneler evvel tesbit ettiği üzere dünya bir inkılâb beliyor. Bu beklentiyi karşılayabilecek tek fikir ise bizde; hem de bütün hasetlik ve gömme gayretlerine rağmen…
Türkiye’nin kılavuz gemisi olarak bize dayatılan Avrupa gemisi kayalıklara doğru süratle ilerlerken, bundan ibret almak ve artık ruh kökümüzle mutabık fikir örgümüzün bize işaret ettiği istikamette kendi rotamızı kendimiz çizmek zorundayız.

Tek kurtuluş İslâm’da ve onun muazzez ölçülerinin “tatbik anlayışı” olan BD-İbda’da!



Baran Dergisi 621. Sayı