Geçen sayımızda ilk Romalıların vakıf kurumuna çok aşina olmadıklarını, insanoğlunda umumiyetle mevcud bulunan muhtaç kişilere ve amme hizmeti gören kurumlara destek olma itiyadında bile Romalıların menfaatçi bir yaklaşım gösterdiklerini ifade etmiştik. Bilhassa son üç asrın Batı insanının Romalı atalarıyla benzer özellikler sergilediklerini, yine Batılı kimi yazarlardan yaptığımız iktibaslarla aktarmaya çalışmıştık. Bu iktibasları da “Batılılar her şeyin doğrusunu bilir” mantığıyla değil, Batılı “hâleti rûhiyesi”nin kendi “kavanozlarından” bakanlar tarafından dahi görünebildiğini göstermek maksadıyla yapmıştık. İnsanların ancak kendi geçimlerini temin edecek kadar kazanabildikleri –ki çoğu zaman o bile mümkün olamayabiliyordu- en küçük kasabada bile kurulan tiyatrolar, düzenlenen gladyatör oyunları, vs ispatlamaktadır ki, insanları idare etmek için bugünkü Batı ve peyki rejimlerin eğlence sektörü ile kitleleri uyutma işini Romalılar daha o zamandan keşfetmişlerdir.
Aslında Roma devletinin kendisi, Romalı zihninin güzel bir yansıması hâlinde, basit bir “kült”ten ibaretti ve Yunan panteonunun büyük nisbette tesiri altında kalmasının sebebi de bundan başka bir şey değildi. Bu basitliklerinde de bugünkü Batılılarla aralarında bir paralellik bulunduğuna şahit olmaktayız.
“Bundan başka Roma İmparatorluğu’nun kendisi en büyük ‘tarikat’ olarak mütalaa edilebilirdi ve rahiplerin senatonun idaresi altında ‘tüzel bir kimliğe’ sahib oluşları, Roma paganizminin Roma devletinin ayrılmaz bir parçası olduğunu ispatlamaktadır. Bazılarına göre Romalıların o kadar böbürlendikleri kadim dinleri, son derece ilkel ve tamamen sihre dayalı bir devrin bakiyesiymiş görüntüsü vermekteydi.” (Scullard, A History of Rome, sh. 49)
Dünyayı bir çocuğun gözünden algılarmış gibi perspektif ve derinlik algısından mahrum, sadece müntesiplerinin “hayret” hissinden beslenen böyle basit bir dinin, katı bir disiplin haricinde ahlâkî bir vâzda bulunmaması ve ahlâkî müesseseler doğurmaması gayet anlaşılır bir durumdur. Aynı yazarın şu ifadeleri aslında bütün meseleyi özetlemektedir:
“Romalı hayırseverliği sahici bir dinî anlayıştan neşet etmemişti ve bu durum onun manevî açıdan güdük kalması neticesini doğurmuştu. Bundan dolayı da Roma ‘kültleri’ alt sınıfların hâlini anlayabilecek olgunluk ve derinliğe malik değildi. Romalıların hayırseverliklerinin menbaı şahsî hırsları ile şan ve şöhrete düşkünlükleriydi. Roma’nın bütün o inkâr edilemez teknik ve idarî büyüklüğüne rağmen imparatorlukta yaşayan insanlar, nefs muhasebelerini yapmadan, hiçbir şeyden şüphe duymadan tam bir nefs emniyeti içinde rahat rahat yaşayıp gitmekteydiler.” (Scullard, age, 222)
Romalı dini “galiplerin dini” idi ve alt tabakalarda bulunanların vaziyeti onları çok ilgilendirmezdi. (Dupont, Daily Life in Ancient Rome, sh. 183) Romalı din adamlarının Yahudi ve Hıristiyan meslektaşlarından ayıran en önemli özellik, onların fakirlere karşı hiçbir sorumluluk duymamalarıydı. Bu duygu onlara son derece yabancıydı.
İmparatorluğun artık kemale erdiği dönemlerde, Roma cemiyet yapısı büyük bir keşmekeş içindeydi; bir tarafta fakirler aleyhine sürekli büyük servetler kazanan bir üst tabaka, diğer tarafta bu zenginlerin mallarında tabii hakları olduğuna inanan bir alt tabaka. Mendry’e göre bu dönem Roma’sı değişik bir “sosyalizm” tecrübe etmekteydi. Belli makamlara gelen zenginlerin mallarını fakirlere dağıtmaları zorunlu görülmekteydi. Bir nevi o güne kadar yaptıklarının diyeti olarak görülen bu hayır işlerinin altına varlıklı kişiler hiç de gönül rızası ile girmemekteydiler. Bu görevlere gelmemek için bulundukları yerleri bile terk eden birçok kişi vardı. (Michael Mendry, Juvenal’s Satires Book, sh. 10)
İşte Roma egemenlik sahasının en geniş haline eriştiği bu dönemde, bütün Akdeniz havzasına yayılınca farklı kültürlerle temasa geçmek durumunda kaldı. Romalıların üstünlük kazandığı diğer milletlere yönelik muamelesi, muzaffer bir ordunun mağlublara yaptığından pek farklı olmasa da, nihayetinde bu milletlerin hâl ve davranışlarından etkilenmemeleri de düşünülemezdi. Vakfa benzeyen ilk örneklere bu dönemde rastlamaktayız. Vakıf dizimizin Roma ile alakalı daha önceki bölümlerinde aktardığımız gibi, vakıf kurumu doğu medeniyetlerince az çok tatbik edilmekteydi. İmparatorluğun çok genişleyen coğrafyası içinde sığ bir manevî cihete sahib basit bir dinî anlayışın güdümündeki totaliter bir idarenin büyük boşluklar bıraktığını hissettiklerinden midir, yoksa gerçekten samimi duygularla hayır işleri yapmak istediklerinden midir bilinmez, MS. 2. Asırdan sonra Roma eyaletlerinde birçok vakıf benzeri tesis kurulmaya başlandı. Bu dönem, Hıristiyanlığın imparatorluk sınırları içerisinde hızla yayılmaya başladığı zamanlara denk gelmektedir. Bu temayülün etkisiyle bu tarz kurumlara ilk kez hükmî şahsiyet kazandıran kanunî düzenleme MS. 2. Asır ortalarında geldi. Daha önceleri kültlere ait yardım sandıklarından başka bir hayır işinin bilinmediğini göz önüne aldığımızda bu çok büyük bir ilerlemeydi. Zaten bu sandıkların aslî gayesi de muhtelif tanrılara hasredilmiş mabedlerin yapım ve idamesini teminden ibaretti. Bahse konu dönemde ise, bilhassa yerel mabedler vasıtasıyla fakir, öksüz ve yaşlılara yardım işlerinde büyük bir artışın yaşandığını söyleyebiliriz. (Rattigan, De Juve Personarum, sh. 216) MS. 150 civarında çıkarılan ve Roma’da hızla artan hayır işlerine bir düzen getiren bildiğimiz ilk kanunun amacı, miras hukukunda, tıpkı bir şahıs gibi kendisine miras bırakılabilir bir korporasyon tesisine izin verecek şekilde bir değişiklik yapmaktı. (Patton, A Historical Perspective on Charitable Enforcement Reform, sh. 134)
Roma hukukunun hayır işlerini düzenleyen kısmı (obligatio) faslının (donatio) başlığı altında toplanmaktaydı. (Donatio) bir tabir olarak, tüzel bir kişiliği olan mevcut bir kuruma veya herhangi bir şahsa menkul veya gayrimenkul bir malın bağışlanması anlamına gelmekteydi. Fakirlere yönelik hayır işleri (pia causa), yani dinî bir gaye ile yapılan iyilikler diye adlandırılmaktaydı. Romalılar (causa) tabiri ile bir anlaşmanın hukukî bir müeyyide kazanmasını kast etmekteydiler. Onların (obligatio) anlayışının temelinde, kişinin sadece üçüncü bir kişiye değil, aynı zamanda Tanrı’ya verdiği taahhüde bağlı kalması fikri yatmaktaydı. (Zimmerman, The Law of Obligations, Roman Foundations of The Civilian Tradition, sh. 1) Roma’da hayır işlerine yönelik hukukî düzenlemelerdeki bu değişiklik, dediğimiz gibi, muhtemelen temas ettikleri diğer medeniyetlerin tesiri neticesinde hâsıl olmuştu.
(Pia Causa)nın genel karakteristiği, bir mülk transferi, bağlayıcı bir taahhüt veya bir borcun ibraname teminiyle tasfiyesi biçiminde olabilmekteydi. (Sohm, The Institutes, A Textbook of the History and System of Roman Private Law, sh. 211) (Pia Causa)ya hükmî şahsiyet tanınmaktaydı. Bu tasnifin altına girebilmeleri için devlet tarafından resmen tanınmaları gerekmekteydi. Ancak bu statünün vakıf benzeri korporasyonların teşkilinden önce mi yoksa sonra mı olacağına dair açık bir hüküm bulunmamaktadır. Ancak her iki şeklin de mümkün olduğu kanaati Roma hukuku uzmanları arasında hâkimdir.
Hıristiyanlığın Roma’da hâkim olmaya başladığı tarihlerde, artık hayır işleri halk arasında cidden büyük bir revaç kazanmıştı. MS. 4. Asır, bu dönemin başlangıcı sayılabilir. İmparator Konstantin’in Hıristiyan olmasıyla birlikte bu din Roma’nın resmî dini haline geldi. Vakıf benzeri kurumların çeşit ve sayısında bu devirde büyük bir artış yaşandığı tarihçilerin ortak kanaatidir. Hukukî durum ve müessese olarak bu kurumlar gerçekten ihtiyaç sahiplerine yardım istikametinde çalışmaya başlamışlardı. Artık hükmî şahsiyet konusu iyiden iyiye yol almıştı. Bu dönemi inceleyen kimi araştırmacılar, tahsis yoluyla bir (ad pia causa) vakfın tesisinin vasiyetname ile mümkün olduğuna inanmaktadırlar. Böylelikle hükmî şahsiyeti olan bu yapıya bir gayrimenkulü miras bırakmak mümkün olacaktı. (Sohm, age, sh. 197) (Pia Causa) olabilecek kuruluşlar arasında kiliseleri, manastırları, hastaneleri ve imarethaneleri sayabilmekteyiz. Hatta Hıristiyanlık resmî din hâline gelmiş olmasına rağmen, eski dönemden kalmış Pagan kültlerine ait mabedler de (pia causa) statüsünü alabilmekteydiler. Bu durum, eski devir alışkanlıklarının o dönemlerde hâlen sürdüğünü göstermektedir.
Bir hayır işine yapılacak tahsisler hususunda MS 204 yılında bir kanun çıkarıldığını görmekteyiz. Bu kanun, yapılacak bağışların, şu an miktarını tam olarak bilemediğimiz bir meblağı geçmesini yasaklamaktaydı. Bunda, hayır işi maskesi altında menfaat eksenli ilişkiler geliştirilmesini engelleme maksadı güdüldüğü sanılmaktadır.
İmparator Konstantin zamanında tahsis yoluyla yapılan hayır işlerinde büyük bir artışın yaşandığını belirtmiştik. Bu artışı hukukî düzenlemeler izlemekte gecikmedi. Konstantin, büyük bir gayretle vakıf benzeri kurumlar tesis ederken, çıkardığı kanunlarla bu yöndeki faaliyetlerin tarifini de genişletti. (Zimmerman, age, sh. 482) Fakirlere, askerlere, yetimlere, dullara ve kiliselere sürekli yardım sağlayacak akarı olan vakıf benzeri kurumlar tesis etti. Bunlara büyük tahsisler yaptı. (Donatio) kanununda Konstantin’in yaptığı değişikliklerin sebebini, sadece dönemin ruhunda aramak doğru değildir; önceki kanunlarda birbirine zıt hükümlerin de uzlaştırılması gerekmekteydi. Kanunda birçok boşluklar vardı ve bundan yararlanmayı bilenler bu boşlukları suiistimal edebilmekteydi. (Donatio) hukuku, kendine has özelliklerini kaybederek diğer birçok hukuk sahası ile iç içe geçmiş durumdaydı. Bu yüzden Konstantin, bu hukuku basitleştirme yoluna gitti. Onu yeniden tarif edip sınırlarını net bir şekilde çizdi. Onun bu tür tahsis veya bağışlara dair görüşü, bu yöndeki niyetin ifadesinin hemen ardından mülkiyetin bağışlanan tarafa geçmesi şeklindeydi. Kurallar netti: Her tahsis şahitler huzurunda kayda geçirilmeliydi. Bu belgede (buna vakfiye de diyebiliriz) bağış yapanın (veya vâkıfın) ismi, bağışın nevi ve miktarı ve bağışçının unvanının bulunması zorunluydu. (Zimmerman, age, sh. 492) Akabinde tahsis, (advocate vicinitae) yani o mahalde yaşayan şahitler huzurunda, tahsis edilen kuruma teslim edilmeliydi. Şahitlerin sayısı tarihî süreç içerisinde 5 ile 7 arasında değişmiştir. Nihaî adım, tahsisin resmen tesciliydi. Bu adımlardan herhangi birisi atlanır ya da tam yerine getirilmezse, malın mülkiyet hakkının nakli gerçekleşmemiş sayılırdı. Tüm bu işlemler, insanları sahib olmadıkları malları bağışlamaktan alıkoyma maksadını taşımaktaydı.
Tahsis yoluyla bağış yapmaya dair hukuk gelişir ve Roma cemiyeti zihnen gitgide daha fazla Hıristiyanlaşırken, böylesi (pia causa) işlemleri, (morti causa), yani “vasiyet” ile birlikte anılmaya başlandı; neredeyse bu iki terim özdeş oldu. Ama artık bu dönem eski Roma’nın bittiği, bizim “Bizans” olarak bildiğimiz Doğu Roma İmparatorluğu’nun kendine has özellikleriyle zuhur ettiği tarihlere tekabül etmektedir. Kültür ve medeniyet bahsinde eski Roma’dan izler taşısa da bu yeni devlet, kabul ettiği yeni dinin tesiriyle hayır kurumları konusunda onunla mukayese kabul etmeyecek kadar ileri bir görünüm arz etmektedir. Roma, devrine nazaran tüm o gelişkin yapısına rağmen, bir medeniyetin en önemli veçhesi olan ve o medeniyetin manevî derinliğini yansıtan hayır işlerinde, çağdaşı olan doğu medeniyetlerinin çok gerisindeydi. Girişilen bu tür işlerin maksadı da, çoğunlukla iyilik etmek değil, menfaat devşirebilmekti. Onun modern zamanlardaki muadili olan Batı medeniyetinin tüm beşerî müesseseleri menfaat elde edilecek unsurlar şeklinde gören anlayışını kimden tevarüs ettiğini de böylece enikonu anlamış bulunmaktayız.