Devletler açısından günümüz şartlarının gerektirdiği en mühim meselelerden birisi belki de algı yönetimi… Sosyolojiye yön verebilmek, siyaseti dizayn edebilmek, iktisadı düzenlemek ve hepsinin neticesinde hâkim olan ve algıları yönetebilen gücün siyasî üstünlüğü… Devletlerin dünya görüşlerine-millî politikasına nisbetle fert yetiştirebilmesinin temel şartı olan algı yönetimi bugün “enformasyon çağı”nda yaşıyor olmamız sebebiyle daha bir basit yapılabiliyor. Enformasyon mu yahut dezenformasyon mu orası tartışılır; lakin burada mevzumuz değil…
Meseleye böyle girince ve bir de senelerdir insanların algılarıyla istediği gibi oynama kapasitesine sahip olan güç Batı olduğundan algı yönetimi kötü bir şey olarak düşünülebilir. İnsanların idrakleriyle oynanarak şahsiyetsiz bireyler yetişmesini sağladığı da iddia edilebilir. Oysaki insanların algılarını hak ve hakikate nisbetle şekillendirebilmek de pek tabiî mümkündür. Mühim olan hakikatin ne olduğu sorusuna verilen cevap...
Senelerce “enformasyon çağı” maskesiyle Batı tarafından dezenformasyon taarruzuna maruz bırakıldık ve bu taarruz hâlâ sürmekte… Öte yandan teknolojik vasıtaların tüm dünyaya yayılması neticesinde bu kontrol Batı’nın ellerinden kayıp gidiyor. Bugün dünyanın her neresinde olursa olsun yaşanan bir hadisenin en ücra köşelere bile saniyeler içerisinde aktarılabilmesi mümkün. Toplumsal hâdiseleri takip etmekten uzak bir insan bile ister istemez zamanın getirmiş olduğu tesir ile beraber yaşananlardan haberdar oluyor. Analiz yapabilmek için bir mihrak fikre sahip olmayan fertler ise gardı düşmüş bir boksörün kombine yumrukları yiyip sersemlemesi misali enformasyon kirliliği ile sersemliyor.
Algı yönetimi adına birçok silah kullanılmakta… Elbette bu silahların en başında görsel ve yazılı medya gelmekte… Ardından kitaplar, sinema, tiyatro… Hepsinde müesses düzenin tesirini bulabiliriz. Her birinde birbirleriyle rekabet hâlinde olan güçlerin karşısındakilere gözdağı vermek amacıyla mesaj gönderdiğine şahitlik edebiliriz.
Zira Türkiye’nin son dönemde içerisinden geçtiği süreci değerlendirirken hadiselere bu veçhesiyle yaklaşmamız gerekiyor. Bir yandan Batı ve işbirlikçileri tarafından Türkiye’nin çok kötü bir durumda olduğunun propagandası yapılırken, Türkiye aynı yöntemlerle bu manipülasyonun karşısında durmaya çalışıyor. Her türlü araç kullanılarak gerçekler halka anlatılmak isteniyor.
Baskın olarak medya yolu ile sürdürülen bu savaşta, Türkiye “Kod Adı K.O.Z.: Maskeler Düşüyor” filmi ile yeni bir cephe açarak kendisine karşı yürütülen mücadeleyi beyaz perdeye taşıdı. Nitekim Hollywood’un senelerce Sovyet Rusya’ya ve Sovyetlerin dağılmasından sonra ise Müslümanlara bakışı dizayn edebilmek için üstlendiği rol aklımıza gelsin. Dünyanın en gelişmiş sinema ekonomisine sahip ABD beyaz perdeyi her meselede bir araç olarak kullanmıştır. Sahte kahramanlık destanları yazmış, sahte düşmanlar üretmiş, yeri geldiğinde de insanların zihnini gereksiz meselelerle işgal etmiştir. Bizde ise tek tük iyi filmlerin dışında sinema arabesk kültürünün etkisi altında toplumdan ve güncelden kopuk bir sektör olarak ilerlemiştir.
Geçtiğimiz günlerde “aynı anda en çok salonda vizyona giren film” rekoruyla izleyicilerle buluşan “Kod Adı K.O.Z.: Maskeler Düşüyor” filmini 11 Şubat’ta gerçekleştirilen galasında izleme fırsatı bulduk.
Filmin mevzuu Türkiye için hayatî ehemmiyete sahip olan ve senelerdir süren bir savaşın perde arkasında yaşananlar… Gösterime girmeden önce gerek oyuncu kadrosu, gerek maliyeti, gerek her yerde reklamının dönmesi ve gerekse de bu kadar hayatî bir meseleyi mevzu edinmesi sebebiyle filmden beklentiler çok yüksekti. “Söylenenler mi doğru, öğrenecekleriniz mi?” mottosu bile filmin izlenmesi gerektiği yönünde bir algı oluşmasına sebep olmuştu.
Filmin başlaması ile beraber hayal kırıklıkları da başlıyor. Çok aceleye getirilmiş ve üzerinde çalışılmaya fırsat bulunamamış bir yapım olduğu kendisini gösteriyor. Henüz ilk dakikadan itibaren hayatî ehemmiyete sahip olduğumuz ve ciddi bir üslupla anlatılması gerektiğini düşündüğümüz, “yeni Türkiye’nin istiklâl mücadelesi” olarak addedilen bir meselenin aşırı karikatürize edilerek anlatılması hayal kırıklığı dolu bir tebessüme sebebiyet veriyor.
Filmin ana teması Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ile Gülen cemaati arasındaki mücadele olmasından mütevellit Aselsan’da yaşanan şüpheli ölümlerden, emniyetteki ikiliğe, 7 Şubat MİT Krizi’nden, Gezi Parkı hadisesine kadar birçok meseleye kısıtlı bir zaman içerisinde değinilmeye çalışılmış. Bu da kurgu ve senaryo açısından hadiselerin örülemediği intibaını uyandırmakta… Bahsi geçen her mesele kendi içerisinde ayrı bir film mevzuu olabilecekken bu kadar sıkıştırılarak anlatılmaya çalışılması ve hadiselerin iç içe bir görüntü arz etmesi, filme odaklanma konusunda izleyicinin işini zorlaştırıyor. Birçok sahne üzerinde yeterince çalışılamamasından olsa gerek, sinemanın olmazsa olmazlarından olan tabiîlikten uzak görünüyor. Nitekim ön hazırlık aşaması 6 ay süren filmin çekimleri sadece 6 hafta içerisine sıkıştırılmaya çalışılmış…
Elbette maksadımız filmi yerden yere vurmak değil; ama hakkaniyet adına olmadığını söylemek vazifemiz. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumu halka izah edebilmesi bakımından, tüm bu olumsuzluklara rağmen önemli bir yapım olduğunu tekraren belirtelim. Türü bakımından belki de Türkiye’de bir ilk… Halka verilmek istenen mesajın ulaştığını ve bu çerçevede filmin gayesine erdiğini söylersek de yanılmış olmayız. Ayrıca filmde hadiselerin arka planında İngiltere’nin olduğunun imâ edilmesi de yerinde.
Filmin tam da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a karşı gerçekleştirilmesi planlanan bir suikast esnasında biterek 17-25 Aralık operasyonlarına değinmiyor olması bize bu yapımın devamının geleceğini ihtar ediyor. Umuyoruz ki devamında yanlışlardan ders çıkarılmış, üzerine daha çok çalışılmış ve meselenin ehemmiyetine yakışır bir yapım ile izleyicisiyle buluşur.