15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen yabancı menşeili askerî darbe girişimi, milletimizde beklenmeyen bir reaksiyon doğurdu ve bertaraf edildi. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan beri devlet ile millet arasında süregelen adı konulmamış çatışma da, siyasî iktidarın çizdiği İslâmî profil, yabancı menşei son derece açık olan darbe girişimi karşısında sergilediği şahsiyetli duruş ve bu süreçte devleti milletin yanında konumlanması neticesinde nisbeten yatıştı. Dikkat ediyorsanız ‘çatışma sona erdi’ değil, ‘yatıştı’ diyoruz. Çünkü, İslâm âlemini tek bir misyon merkezinde bir araya getirecek İslâmî bir düzenin Anadolu’da tesis edilememesi ve buna kalkışan Müslümanların da bertaraf edilmesi temel şiarına göre kurgulanmış olan rejim, sanki bir virüsmüş gibi millete, içinde bulunduğumuz konjonktüre ve iktidara rağmen arka planda hâlen işlemeye devam ediyor.

Çözümsüz Yargı Sistemi
Kendisini rejim bekçisi olarak konumlandıran CHP ile avanesi Kemalist Beyaz Türk-Kürt ve liberal taifesinin son dönemlerde yapmış oldukları açıklamalara baktığımızda iki müşterek payda ile karşılaşıyoruz. Bunlardan birincisi Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıktığı ve yargının iflâs ettiği. İkincisiyse, siyasî iktidarın kuvvetler ayrılığına aykırı bir şekilde davranarak yargıya müdahale ettiği. Buradaki tenakuzu görüyorsunuz değil mi? Bir taraftan Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıktığına dair siyasî iktidarı tenkid ediyor, diğer taraftan da bu konuda herhangi bir düzenlemeye kalkışıldığında, kuvvetler ayrılığını gündem ederek hiçbir düzenlemenin yapılmasına müsaade etmiyorlar. Yargının iflâsı ve Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıkması... Rejimin, kendi koyduğu hukuk kaidelerine bile riayet etmeksizin, İstiklâl Mahkemelerinden Devlet Güvenlik Mahkemelerine kadar, bu toprakların aslî sahibi olan Müslümanlara karşı estirdiği terör, bu kesim için hiçbir zaman hukuksuz değildi. Anlayacağınız, ellerinde ADALET yazan dövizler ile Ankara İstanbul arasında yürürken ‘adalet’i değil, Müslümanları hayatın her sahasından bertaraf etmek üzere kurgulanmış rejimin yargı silâhını eskiden olduğu gibi son derece şiddetli bir şekilde kullanmanın yollarını arıyorlar.

Rejim
Rejim, bir siyasî ideolojinin etkisiyle tasarlanan kural, davranış, gelenek, görenek ve resmî yönetim prensiblerinin bütününe verilen addır. Yani bir siyasî düzende iktidarda olan yetkililer aktörse, rejim, piyesin senaryosu durumunda bulunuyor. Bu sebeble siyasî aktörlerin tiradları dönem dönem birbirlerinden ayrışsalar bile, senaryoda bir değişikliğe gidilmediği sürece kalıcı mânâda değişen bir şey olmuyor. CHP ve temsilciliğini üstlendiği avanesini sokaklarda yürüten amil de senaryoda bir değişime gidilmesi karşısında duydukları kaygıdan kaynaklanıyor.

Palyatif Çözümler
Siyasî aktörlerin değişen tiradları dedik ya, oradan devam edelim. Son dönemde, 28 Şubat’tan kalma hukuksuz yargı kararları ve FETÖ’nün bürokrasi içindeki konumunu sağlama almak ve cemiyet nezdindeki itibarını arttırmak için özel yetkili mahkemeleri kullanarak çıkarttığı yargı kararlarından doğan hukuksuzluklar mâlum. Siyasî iktidar, bu iki mahkemeden çıkan hukuksuz yargı kararlarını, Anayasa Mahkemesine ferdî başvurunun yolunu açmak suretiyle gidermeye çalıştı. Yani palyatif bir çözüme odaklandı. Aslına bakacak olursak, Anayasa Mahkemesi’nin, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre mahkemelerin verdiği kararlar üzerinde bir yetkisi yok. Demek istediğimiz şu ki, iyi niyetli girişimler olsa bile, Türkiye Cumhuriyeti rejimi daha nice İstiklâl Mahkemeleri ve DGM’ler kurarak bu toprakların aslî sahibi Müslümanlara karşı hukuku adeta bir silah gibi kullanmak üzere arka planda varlığını hâlen sürdürmektedir.

Tüm bu izahlardan sonra rejime bir kez daha baktığımızda açık bir şekilde görülecektir ki; 28 Şubat süreci, devlete rağmen gerçekleştirilmiş bir girişim, yeni bir icad değil; aksine rejimin arkasına gizlendiği maskeden sıyrılıp, kendisini en çirkin yüzüyle açık etmesidir.

DGM’lerin, rejimin yargı müessesesine biçtiği misyonu yerine getirmek suretiyle Müslümanlara uyguladığı haksız hukuksuz cezalardan dolayı bugün hâlen birileri cezaevlerinde yatıyorsa, tek başına bu bile rejimin kanlı canlı bir şekilde arka planda işlerliğini sürdürdüğünün delilidir. Peki, hâl böyle iken, millet ile devlet arasında durulan savaşı tamamen ortadan kaldırıp, ittihadı tesis edecek hakiki sistem nerede?

Siyasî Sistem
Siyasî sistem, bizim ülkemizdeki genel kanaatin aksine yalnızca iktidardan ibaret değil; yasama, yürütme, yargı, parti, medya, çıkar grublarından müteşekkil bir bütün. Türkiye’de başkanlık sistemine geçilmesiyle beraber sistemin parçası olan yürütmede bir değişim meydana geldi; fakat sistemi meydana getiren diğer tüm parçalar yerli yerinde duruyor.

Sistemin en önemli özelliği, ufak bir parçası bile değişse, bütünün bundan etkilenmesi ve geri kalan parçalardaki değişimin kaçınılmaz olmasıdır. Zincirleme reaksiyon gibi başlayan değişimin bir süreç hâlini alıp diğer parçaları da değiştirmesi... Bu bakımdan Türkiye Cumhuriyeti’nin yürütme organında meydana gelen değişimin, diğer parçaları ve dolayısıyla bütün sistemi etkileyecek bir değişim zincirine vesile olacağı muhakkak. Tabiî burada esas olan, hangi istikâmette, neye vasıtalık edecek bir değişimin meydana geleceği...

Türkiye Cumhuriyeti’ndeki sistemin temel sorunu, kuşatıcı vasıta sistem diyebileceğimiz rejim sakat olduğundan, kendi esas ve usullerine göre işleyen kuşatılmış tüm alt sistemlerin arasında doğan ahenksizlikten kaynaklanan verimsizlik. Rejimin vasıtalık ettiği temel gaye İslâm düşmanlığı olmasına mukabil bu memlekette yaşayanlar Müslümanlar olduğu için sıkıntı doğuyor. Dolayısıyla en başta ele alınması gereken, milletimizin ruh köklerine mutabık, bütün alt sistemleri birbiriyle ahenkli kılacak ve verimlendirecek üst sistemin mahiyetinin ne olacağı. Bu süreçte üst sistemin, yani rejim diye nitelenebilecek kuşatıcı vasıta sistemin ne olacağının şimdiden belirlenmesi, başkanlık sistemine geçilmesi neticesinde sistemin diğer parçalarında meydana gelecek değişimin de istikâmetini belirleyecek olması bakımından aciliyet arz ediyor. İslâm’a Muhatab Anlayış ve onun rejimi, milletimiz ile devlet arasında senelerdir süren savaşın yerini kalıcı bir ittihada bırakması ve bağlı bulunduğumuz zincirlerden kurtulmamız için elimizdeki tek millî ve orjinal çare olarak ön plana çıkıyor.
***
28 Şubat sürecine ve bugün hâlen geçerliliğini koruyan hukuksuz yargı kararlarına dönecek olursak... İçinde bulunduğumuz konjonktür bizi öyle bir noktaya sürükledi ki, Müslümanların tamamının yüzünü döndüğü bir ülke hâline geldik. Zaten tarihî misyonumuz da, bize dönen bu bakışları öksüz bırakmayacak İslâm ittihadını tesis etmek... Kaderin bize biçtiği rol bu… Mademki şartlar ile siyasî iktidarın iddiası aynı noktada kesişiyor, o zaman misyonumuza taban tabana zıt ve düşman bu rejimin artık ortadan kaldırılması şart. Bu ahvâlde, sırf Müslüman oldukları için birilerinin Türkiye Cumhuriyeti’nin cezaevlerinde yatmakta olduğunu hiç kimseye izah edemez ve daha kendi insanımız için adaleti tesis edemezken, dışımızdaki kimseye fayda sağlayamaz ve tarihin Anadolu’ya biçtiği misyonun altında hep beraber eziliriz. 


Baran Dergisi 581. Sayı