Lale Devri ile birlikte Batılılaşma serüveni sürerken, sanat sahasında da değişimler göze çarpmaya başladı. Resimlerde yeni biçim ve teknikler denenmeye ve yapılmaya başlandı. Üç boyutlu resimler, portreler, gölgelemeler, perspektif tekniği gibi usuller kendilerini gösteriyor. Kısaca minyatür resimlerinin yerini tabiat resimleri almış. Bu değişimi ve şu anki üslubu öğrenmek, bu devrin hattat, ressam ve şairleri hakkında bilgi almak için devlet erkânından biriyle görüşmeye karar verdim. Saraya yakın esnaftan biri beni ihtiyar bir zatla tanıştırdı. Bu zat bu yüzyılın sanat alanındaki değişimlerine hâkim biriymiş. Onunla saraya gelen yabancı nakkaş ve bizim minyatür üstadımız Levni’yi konuşmak istedim.
Daha sorumu sormadan İslam sanatkârları ile Avrupalı sanatkârlar arasındaki farktan başladı söze:
“Malum, İslâm sanatkârları resim sanatında da Avrupalı sanatkârlardan çok farklı. Avrupalının keşmekeşi bizde yok mesela. Daha çok soyut çalışmalar üzerine gitmeyi tercih etmişiz ve Greko-Latin tarzından uzak durmuşuz. Geçmiş nakkaşlarımız da resimlerinde, minyatürlerinde her zaman güzeli aramanın peşinde olmuşlar. Bu sebepten Avrupalı sürekli objektif, reel, figüratif resim yaparken, Müslümanlar mücerret sanatta tevhidi aramanın peşine düşmüşler, madde karşısında sürekli mânâyı arar olmuşlar.
Fakat evladım, yüzyılın sonlarından itibaren geleneksel minyatür sanatı tamamen yok oldu ve yerini Batı tekniğinde yapılan resimlere bıraktı. Yağlı boya resimleri yapılmaya başlandı. Çizimlerde genellikle saray, köşk, bahçeler, dereler ve denizleri kapsayan tabiat resimleri yer aldı. Hatta bu devrin sonlarında Batılı sanatçılar da sarayda yer aldı, portreler yaptı. Akabinde bu devirdeki resim kompozisyonlarında bütünlük yok olmaya başladı. Şunu anladım ki, bu devrin toplumsal yapısı, zihnî yapısıyla hemen hemen örtüştü. Zaten bu devirde Batı kültürüne entegre olursak gelişebiliriz inancı pek yaygındı. Ve bu anlayış sanatla birlikte tüm sahalara da hayranlık duyulurcasına nüfuz etti. Minyatür sanatı Lale devrinde ciddi bir şekilde yükselişe geçti. Mesela bu devrin ünlü nakkaşı da asıl adı Abdülcelil Çelebi olan Levnî'dir. Eski dönemlerde minyatürde gölge, derinlik ve hacim yoktu ve bu durum Osmanlı sanatkârları için eksiklik olarak görülmüyordu. Çünkü orada dış gerçekten ziyade iç gerçeğe odaklanan bir sanat anlayışı tezahür etmişti. Fakat Levnî böyle yapmadı. Avrupai bir tarzla kendi üslubunu koymak istedi. Artık resimlerinde perspektif, ışık ve gölge yer almaya başladı. Figürlere çeşitli ifadeler aktarıldı. Levnî’nin figürleri daha geniş bir mekân içinde yer aldı. Levnî bu devirde resim alanında büyük başarılar kaydetti ve ayrı bir üslub geliştirerek daha realist yaklaştı minyatüre. Yine Lale Devri’nin eğlence anlayışını da minyatürlere nakşetti. Bu açıdan takdire şayan bir şahsiyettir gözümüzde.”
Peki, Avrupa bizim sanat anlayışımızdan faydalandı mı diye sordum ihtiyara. İhtiyar heyecanlanarak şunları anlattı:
“Avrupa’da, Osmanlı tasvirleri resimden mimariye, kostümden iç mekâna kadar sanatın çeşitli alanlarında kullanıldı. Avrupa ülkelerinde saray mensupları Osmanlılara özgü kıyafetler giyiyor, bu şekilde portrelerini yaptırıyor, yine Osmanlı’nın sanatkârane işlemelerinden faydalanıyor, süslemelerini kullanıyorlardı. Hatta İstanbul tabloları onların odalarının vazgeçilmez manzarasıydı. Heykeltıraşlar bibloları yaparken Osmanlı kıyafetlerini giydiriyordu. Özellikle yeniçeri figürleri çokça işleniyordu. Osmanlı’nın oturuşu, kalkışı, hayat tarzı figürlere yansıdı. Avrupa, Osmanlı’nın sanat alanındaki işlerine hayranlık ve şaşkınlıkla bakmaktaydı. Bu hayranlık da bu devrin sonuna kadar sürdü. Fakat Osmanlı olarak biz bu erişilmesi zor gücü tam mânâsıyla idrak edemedik, Avrupa sanatı karşısında ezildik, kompleks duyduk. Hatta bu kompleks her geçen gün büyüyor.”
İhtiyar düşüşümüzden bahsederken “Aydınlanma Çağı”nın başladığını da dile getiriyor. Aklıma bir daha dünyayı eski haline getirmeyecek ve tamamen dinsizliğe doğru sürükleyecek olan “Aydınlanma Çağı” geliyor. Aklın kullanılması ile doğru bilgiye ulaşabileceği anlayışı üzerine kurulu olan bu düşünce sistemi bir tarafta yeni gelişmelere, yeni buluşlara kapı aralarken bir diğer tarafta da büyük buhrana, büyük bozuluşa, hazcılığa, modernizme, materyalizme ve dinsizliğe yol açtı. Anlaşılıyor ki, Avrupa “Aydınlanma Çağı” ile ayağa kalkmaya çalışırken, Osmanlı kendi hazinesiyle derin yıkılışını izlemekle yetiniyordu.
Osmanlı en çok hat sanatına değer vermiş ve en çok onunla iştigal etmiş. İhtiyar anlatırken bunu daha iyi anlıyorum. Her devrin kendine mahsus hattatları mevcut. Ve bu hattatlar eserleriyle, geliştirdikleri hat sanatıyla, farklı üslup ve istidadları sayesinde gelecek devirlerde hat sanatını daha ileriye taşıyacak ekoller oluşmasını sağlamış. Bu yüzyılın mektebinin de İsmail Zühdü mektebi olduğunu dile getiriyor ihtiyar.
“İsmail Zühdü Efendi Enderûn-i Hümâyun’da hocalık yapmış bir zat. Kırk Mushaf, birçok hilye-i saadet, murakkaa, kıt’a ve levha yazdı. Birçok yerde de onun kitabeleri yer aldı. Celi meşk eden Zühdü Efendi sülüs ve nesihte Hafız Osman’ı takip etti ve harflere daha da incelik kattı, kendi üslubunu belirledi. Biz onu harflerinde tashih çıkmamasıyla tanırız. Çünkü bu şekilde ün yapmıştır.”
Ey gönül bir cân için her câna minnet eyleme / İşret-i dünya için sultâna minnet eyleme / Bu cihânın varlığına yok deyip de ağlama / Gir kanaat evbine nâdâna minnet eyleme
İhtiyar, Mustafa Rakım Efendi’yi de unutmadı:
“Bu dönemde Mustafa Rakım Efendi, Mehmet Esad Yesari, Eğrikapılı Mehmed Rasim, Kebecizâde Mehmed Vasfî Efendi, Şekerzâde Seyyid Mehmed, Mahmud Celâleddin Efendi gibi muhteşem hattatlar; sülüs, nesih ve celi üslubunda güzel eserler verdi. Mustafa Rakım Efendi, kendi zamanına kadar celi sülüste sağlanamayan estetik ölçülerde büyük bir başarı kaydetti ve celi sülüste ve tuğrada zirveye çıktı. Hafız Osman anlayışını sülüsten celiye aktardı.”
Daha fazla vaktini alıp meşgul etmek istemedim ihtiyarı. Fakat hiç de sıkılmış gibi görünmüyordu; aşk, şevk ve heyecanla anlatıyordu. Ben ise ne kadar çok şey alabilirim diye acele ediyordum. Bu devrin hattatları gibi mübarek şahsiyetlerin olduğunu söyleyerek birkaç şahsiyetten daha bahsetmek istedi. Merakla kimdir onlar diye sual edince, biri Erzurumlu İbrahim Hakkı, diğeri de şairlerimizden Nabi ve Şeyh Galib dedi. O halde hemen anlatın, sabırsızlıkla bekliyorum dememe kalmadan başladı:
“Bu devrin büyüklerinden biri de Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’dir. Marifetname isimli bir eser yazdı. Elbette anlayabilecek izan da lazım. Derin ve ağır bir eser. Ben de bu eserin neredeyse birçok kısmını okuyanlardan biriyim. Matbaanın gelmesiyle de bu eserler basılır oldu. Erzurumlu eserinde insan anatomisini inceledi, vücudun tüm noktalarını inceledi ve bilgiler verdi. Bunun yanında tıb, geometri, gök ilimleri gibi mevzuları ele aldı. Eserde birçok keşiflerde bulundu. Bu yüzyılın en büyük Allah dostlarından ve kâşiflerindendir. İleride de onu daha iyi anlayabilecek ve Marifetname’den büyük faydalar devşirebileceklerini düşünüyorum. Biliyorsunuz ki, tıb ilimleri de tecrübenin yanında keşif yoluyla olmaktadır. Ve insan vücuduna dair ne biliyorsak Erzurumlu gibi zatlar eliyle biliyoruz. Kıymetini bilemezsek Avrupa bunlara sahip çıkacak ve kendi malıymış gibi bize satacak.
Şairlerimize gelecek olursak; bu devirde çok önemli şairler gelip geçti. Nabi, Nedim, Sadrazam Ragıp Paşa, Şeyh Galib, Keçecizade İzzet Molla; bu yüzyılın divan şairleridir. Her biri nevişahsına münhasır insanlardır. Mesela Nabi, Hikemî şiirler yazardı. Onu geçmiş yüzyıldaki “Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu” diye başlayan naatıyla tanıdık. Allah Resulü’ne naat yazanlara ayrı bir sevgi ve saygı var burada. Nabi de hem şahsi olarak hem de yazdığı naatla çok sevilir.
Burada dilden dile yayılan bir hikâye anlatılır durur, ben de size aktarayım:
Peygamber Efendimiz’e âşık olan şair, 1678 yılında hac’ca gidiyor. Orada ayaklarını Peygamberimizin istirahatgâhına uzatmış biçimde yatan rütbeli birini görüyor, üzülüyor ve o kederle birlikte büyük bir ilhamla kalbinden diline şu naat dökülüyor:
“Sakın terk-i edepten, kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, Makam-ı Mustafâ’dır bu.
Felekte mâh-ı nev, Bâbu’s-selâm’ın sîne-çâkidir;
Bunun kandîli, cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bu.
Habîb-i Kibriyâ’nın, hâbgâhıdır fazîlette;
Tefevvuk kerde-i arş-ı Cenâb-ı Kibriyâ’dır bu
Bu hâkin pertevinden oldu, deycûr-i adem zâil;
Amâdan açtı mevcûdât, çeşmin tûtiyâdır bu.
Murââd-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha;
Metâf-i kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.”
Nâbî’nin bu naatını duyan rütbeli kişi, naattan tesirlenerek doğruluyor ve toparlanıyor.
İçerisinde rütbeli kişi ve Nabi’nin bulunduğu kafile Mescid-i Nebevi’ye vardığında müezzinler, sabah ezanında önce Nabi’nin kalbinden diline dökülen naatını okuyorlar. Ardından sabah ezanı okunuyor ve namazlar kılınıyor. Daha sonra şaşkınlık içinde kalan rütbeli kişi ile Nabi müezzinlerden birine naatı nereden öğrendiklerini ve neden okuduklarını soruyor. Müezzin gayet sakin bir şekilde şu cevabı veriyor: “Allah Resulü, bu gece Mescid-i Nebevi’deki bütün müezzinlerin rüyasını şereflendirerek buyurdu ki: ‘Ümmetimden Nabi isimli biri beni ziyarete geliyor. Bana olan aşkı her şeyin üstündedir. Bugün sabah ezanından önce onun benim için söylediği bu naatı okuyarak Medine’ye girişini kutlayın.’ Biz de Allah Resulü’nün emirlerini yerine getirdik!”
Peygamber aşkından yanan Nabi ağlayarak kendinden geçiyor.
Kelimeleri, vermek istediği manaları kadar derin tutan, manası hoş olduğu kadar lafızları da estetik olan bu şair, her şeyi aşk ile yazar, aşk ile okur. Nabi’nin birçok manzum ve mensur eserleri de var. Sarayda da sürekli okunur.
Elbette Nabi ile birlikte bu devrin ve ondan sonra gelecek tüm şairlerin de üstadı olan irfan ve incelikler şairi Şeyh Galib, 26 yaşında altı aylık bir zaman zarfında Hüsn-ü Aşk gibi aklın havsalanın almayacağı devasa bir eserle meydana çıktı… Şiirlerindeki tasavvufî derinlikle okuyanın anında kalbine işliyor. Genç yaşta şeyh olmasıyla şair olması aslında şairliğinin nasıl hikmet dolu olduğunu da gösteriyor. Ayrıca kendinden önceki şiir geleneğinin de üzerine çıktı. Her şeyin bozulmaya yüz tuttuğu, şiirin yitip gittiği, ahlakın köhneleştiği, anlayışın kıtlaştığı bir zaman diliminde geldi Şeyh Galib. Bir velinin dilinden dökülenler sırdan bir pay, hal ehlinin kalbinden dışarıya tüten irfan nefesidir adeta. Onun eşsiz şiirleri ne yazık ki bu devirde de tam manasıyla karşılık bulmadı, idrak edilmedi. Geçtiğimiz yıl yani 1799’da vefat etti.”
İhtiyar hüzünle anlattığı sırada aklımdan Şeyh Galib’in sonraki devirlerde de sadece dışın dış yüzünden ve gül bülbül edebiyatı çerçevesine sıkışmış biçimde anılacağı geçti. Şeyh Galib, her yükselişin bir inişi var hesabı şiirin de düşmeden önceki en üst seviyesine erdi ve kendinden sonra şiiri tekrar ayağa kaldıracak şairler sultanını bekledi.
Tabii ki ihtiyara bunları söyleyip daha fazla üzmek istemedim. Elbette Şeyh Galib’i gül bülbül edebiyatından çıkarıp gerçek mefhumuyla ortaya seren bir mütefekkirden bahsedebilirdim; fakat daha fazla yormak istemedim ve elini öperek vedalaştım. Hava kararmıştı artık. Bu yüzyıldan başka neler öğrenebilirim diye bir sonraki günü beklemeye karar verdim.
Kaynaklar:
1- TDV İslâm Ansiklopedisi, Levni bahsi.
2- Ayla Ersoy, 18. yy’ın Minyatürleri ve 19. yy’da Batı Tarzı Resme Geçiş.
3- Güngör, Memduha Candan, 18. Yüzyıl Avrupa Porselenlerinde Osmanlı Figürleri, İdil, 69, 2020 Mayıs, s. 769-778.
4- M. Uğur Derman, Osmanlı İstanbul’unda Hat Sanat