1695 yılının Osmanlı’sını dolaşmaya karar verdim ve 78 yıl önce Mimar Sedefkâr Mehmed Ağa tarafından inşa edilen Sultan Ahmet Camii’nin geniş bahçesinden seyahat etmeye başladım. Klasik Osmanlı mimarisi üslubunda inşa edilen cami aynı zamanda bir külliye. Hünkâr kasrı, çeşme, sebil, imaret, darüşşifa, hamam, darülkurra, türbe, medrese, sıbyan mektebi ve dükkanlarla örülü büyük bir mekân. İlk zamanlar Yeni Camii ismini almış olsa da 1665 yılında yapılan Yeni Camii dolayısıyla ismi tekrardan sultanın adını almış. Hatta Sultan Ahmet, caminin yapımında da yer almış, kendisi de taş taşımış.
Evliya Çelebi, Sultan Ahmet Camii için “İçerisinde bulunan avizeler neredeyse 100 Mısır hazinesi kadar değerlidir. Rivayetlere göre Sultan I. Ahmet, vaktinde kendisine gelen değerli hediyeleri bu camii mimarisine dahil etmiştir.” demiş.
Caminin iç dekoru da imamın sesi en arka saftakilere ulaşabilecek şekilde dizayn edilmiş. Caminin henüz Avrupalılar tarafından “Mavi Cami” olarak anılmadığı yıllar. Mesela caminin pencerelerindeki renkli camlar, Venedik senyörü tarafından sultana hediye edilmiş. İleride bunlar da kaldırılacak ve yerine pencerelere uymayan camlar konulacak. Kalem işleri de bu dönemin yarısından itibaren farklılaşıyor. Nakkaşlarda Avrupa’nın etkisi görülmeye başlıyor.
Bu devirde Sultan Ahmet Camii ile birlikte en önemli yapılardan olan Yeni Camii inşa edilmiş. Bu mimari eserler dışında Osmanlı’da mimari 17. yy’da, 16. yy’daki gibi etkin değil.
Camilerden bahsederken aklıma imamların konumu geldi. Burada imamlar kadı gibi. Mahallede bir suç işlenirse hesabı imamdan sorulur. Mesela geçen bir fuhuş hadisesi yaşanmış. Suçlular mahalle halkının tepkisi üzerine sürgün edilmiş. Bu hadiseler için “...her kimin mahallesinde bulunursa onlara olacak hakâret ve siyâset evvelen imam ve müezzine ve sâniyen mahalle halkına olmak mukarrer bilip...” hükmünde bir ferman mevcut. Kısacası imam hadiseleri ilk elden düzenlemekle ve kendisini aşan hadiseleri de kadıya bildirmekle mükellef. Bu sayede dirlik ve düzen de hemen sağlanıyor. Camiler bir nevi sosyal hayatın ana mekanizması. İmam bulunduğu yeri temsil eder ve oraya can verir.
Küçük bir camide namazımı eda ettikten sonra bahçesinde sohbet eden birkaç kişinin yanına oturdum. Kahvehane yasaklarından sonra açık hiçbir kahvehane yok.
İstanbul bugün nedense biraz kalabalık. Havaların çok sıcak olması halkı sokağa dökmüş.
Nüfusunun ne kadar olduğunu soruyorum oturan ihtiyarlardan birine. Fetihten önceki nüfusun yaklaşık 40 bin olduğunu, fetihten sonra yürütülen iskân politikası sebebiyle nüfusun hızla arttığını, 1477 yılında 100 bin, 1530’lu yıllarda 400 bin, 1690 yılında ise 800 bin olduğunu söylüyor. Hatta 16. yy.’da İstanbul’a çokça göç olduğu ve bu sebeple İstanbul’a göç yasaklandığı halde İstanbul 1 milyona yaklaşmış vaziyette.
Mesela 1607’de Ankara nüfusu 23 bin, 1641’de Tokat’ın nüfusu 19 bin, 1642’de Niğde nüfusu 2 bin 800, 1671’de Manisa nüfusu 20 bin idi. Osmanlı nüfusu 16. yy’dan 17. yy. sonlarına kadar yüzde 40 artış göstererek 30 milyona yaklaşmış.
Bu devirde Osmanlı’nın büyük şehirleri Bursa, Erzurum, Diyarbakır, Mardin, Ankara, Tokat, Konya, Sivas, Trabzon, Kütahya, Ayıntab ve Kayseri gibi şehirlerdi.
Osmanlı’nın bu dönemdeki yüzölçümü ise 24 milyon kilometrekareyi buluyor.
Konuştuğum ihtiyar, tütününden uzun uzun çekerken Osmanlı’nın ilk toprak kaybının 4 sene sonra gerçekleşeceği geldi aklıma. Avusturya Seferi’nden sonra imzalanan Karlofça Antlaşması’yla Banat ve Temeşvar hariç, bütün Macaristan ve Erdel Prensliği Avusturya'ya, Ukrayna ve Podolya Lehistan'a, Mora ve Dalmaçya kıyıları Venediklilere bırakılacaktı.
Ben bunları düşünürken tütünü bitmekte olan ihtiyar, şehrin daha da geliştiğini anlatıyor. Bizi dinleyenlerden biri de Rum kumaşçıydı. Şehirde Rumlarla birlikte çokça yabancı tebaadan insanlar vardı. Genelde iç içe yaşanıyor. Hukukta ve birçok alanda Müslümanlarla aynı muameleye tabiler. Sadece giyim kuşam farklı oluyor. Mesela Müslümanların ayakkabıları sarı deriden. Krep ve müslinden yapılı yakasız gömlek, uzunca bol bir şalvar, onun üzerinde de uzunca bir elbise bulunuyor. Gayri Müslimlerde ise genellikle giyim kuşam, ayakkabılara varana kadar siyah renk oluyor. Gayri Müslimlerin yeşil renk giymeleri yasak. Yeşil renkte elbiseleri genelde Peygamberimizin soyundan gelen kimseler giyiyor. Halkın geneli beyaz yahut mor menekşe renginde elbiseler giyiyor. Mesela Müslümanlar, gayri Müslimler gibi giyinemez ve bu yasak. Gayri Müslimler de Müslümanlar gibi giyinemez. Bunun için 16. yy’ın sonlarında çıkan bir hüküm geçerliliğini koruyor: “Hâliya mahrusei mezburede sakin Yehudi ve Nasârâ tayifesi libasların ve dülbendlerin ve babuçların kadimeden giyegeldikleri üzre giymeyüb hazır libaslar giyüb ve ince dülbendleri boyadub sarınub ve dülbendlerin gürde idüb ve başmakları dahi bazısının beyaz ve bazısının al renkde olub ehli İslâma müşabih envai etvar ve evzaları olduğı ilâm olundu. İmdi bu husus mukaddema dahi fermanı şerifle men ve ref olundu. İmdi bu husus mukaddema dahi fermanı şerifle men ve ref olmuş imiş. Hâlâ dahi Yehudi ve kefere tayifesi vechi meşruh üzre libas giyüb ve dülbend sarınub ve başmak giydiklerine asla rızayı şerifim yokdur.” hükmüyle gayri müslim’e İslam kıyafetleri yasak edilmiş.
Müslüman kadınlar ise bol şalvar, gömlek, üstüne de siyah yahut koyu renkte ayaklarına kadar uzanan ferace giyiyor. Ayakkabıları da sarı, mavi veya kırmızı renkten oluşuyor.
Gayri Müslimler diledikleri gibi iş yapabiliyor. Mesela genelde Yahudiler hekimlik, Ermeniler sarraflık, kuyumculuk, Rumlar ise mimarlık yapıyor.
Son dönemlerde çokça göç yaşanmış olsa da Osmanlı devleti istimalet politikası güdüyor. Göç edenler çeşitli vergilerden muaf tutularak geri getiriliyor. Fethedilen bölgelerde de o bölgenin reayasını tutabilmek için esnek davranılıyor.
Bu devirde yaşanan iktisadi sıkıntılara da temas ediyoruz. Mesela Kara Mustafa Paşa komutasında gerçekleştirilen Viyana Muhasarası’ndaki başarısızlıktan dolayı Osmanlı hazinesinin 225 milyon akçe kayıp yaşandığını anlatıyor ihtiyar bize. Bu kayıp sebebiyle Kara Mustafa Paşa’nın mal varlığına da el konulmuş.
Bu zamanlarda Avrupa iktisadi açıdan yükseliş yaşıyor. Rönesans, reform, yeni ticaret yollarının ortaya çıkması ve çeşitli sahalarda ilerleme ve Osmanlı’nın iktisadi sahada gerilemeye başlamasından dolayı büyümeleri daha da hız kazanmış durumda. Sadece savaş kayıpları değil elbette. Nüfus çoğaldıkça tarım konusunda sıkıntılar da büyüyor. Mesela ilginçtir, serbest piyasa yasağı olmasına rağmen buna bazı dönemlerde uyulmamış. Şehirlerin ihtiyaçları karşılanmadan dışarıya çokça mal ihraç edilmiş. Bunun önü alınamazken bir de Osmanlı akçesine yabancı paralar darbe vurmuştu. Avrupalı tüccarlar dışarıdan getirdikleri paralarla Osmanlı piyasasını dağıtmış, büyük değer kaybına uğratmıştı. Yine bazı ticaret yollarını Osmanlı’ya ihtiyaç duymadan kullanmaları da birtakım sıkıntıları doğurmuştu.
Bu konuları konuşurken sokaktan geçmekte olan bir şerbetçiden şerbetler ikram ettiler bize. Şerbetlerimizi yudumlarken geçtiğimiz yüzyıllara nazaran zirveden düşüşümüzü mukayese ediyoruz. Bu yüzyılda tam dokuz padişah geldi ve geçiyor. Şimdi II. Ahmed yönetiyor Osmanlı’yı.
1606 senesinde Avusturya ile Zitvatoruk Muahedesi’nin imzalanması, ardından 3 ay zor tahtta kalabilen I. Mustafa, Genç Osman’ın başarısızlığı neticesinde kaybedilen Hotin Seferi Osmanlı’da gerilemeyi getiren hadiseler. IV. Murat bu yüzyılda biraz dengeleri tutuyor. Safevîlere karşı başarı elde etmesi, içki ve tütün yasağını getirip meyhaneleri ve kahvehaneleri yıktırması, Bağdat’ı fethetmesi ve Kasrı Şirin Antlaşması en önemli işlerdendi. Ardından I. İbrahim döneminde yaşanan Girit Savaşı ve askerî açıdan yeterli olamaması; kendisinden sonra gelen IV. Mehmed döneminde ise mali krizlerin artması, Çanakkale Deniz Muharebesi’nde ağır kayıplar verilmesi, Limni Adaları ve Bozcaada Venediklilerin egemenliğine girmesiyle sonuçlandı. Birçok isyanlar çıktı. Celalilerin isyanları, Yeniçeri Sipahi Ayaklanması bunlardan en önemlileri. IV. Mehmed de IV. Murat gibi kahvehaneleri kapatmış ve içkiyi yasaklamıştır. Ardından gelen II. Süleyman döneminde Belgrad Kuşatması’nda altı bin asker kaybedildi. İç karışıklığın yoğun biçimde yaşandığı bir dönem olmuş.
Yine bu devirde yeniçeriler şehirleri korurken, şehirlerin idaresini almaya başlamış. Yeniçeriler bulundukları bölgede söz sahibi olmuşlar.
İktisadi sıkıntıların yanı sıra bu devirde devlette ve cemiyette yaşanan bozulmalar da söz konusu. Mesela şair Nabi bunu seneler önce sıkça söylemiş. Oğluna öğüt maksadıyla yazdığı Hayriyye’sinde toplumun eleştirisini yapıyor, toplumun ve devletin kötüye gittiğini söylüyor, yöneticilere uyarılarda bulunuyor.
Tabii bunlarla birlikte yabancı seyyahların Türklere dair düşünceleri de güzelliğini koruyor. 1672’de İstanbul’da iki yıl kalan bir Fransız aydını Guillaume Grelot, “Türkler arasında kin ve nefret asla yoktur” der ve bunu Türklerin İslam ahlâkı ve onun sosyal davranış öğretisini çok iyi benimsemiş olmalarına bağlıyor.
Ahlakî bozulmalardan çokça bahsedilse bile İslam ahlâkına ve geleneklere bağlılık kendisini koruyor. Mesela Müslüman kadın veya genç kızlar yabancı biriyle muhatap olmuyor. Sokağa da yanlarında biri olmadan çıkmıyor. Kadınlar halka açık yerlerde çalışmıyor. Evlerinde yahut kendilerine tahsis edilen atölyelerde halı, kilim, yün gibi işlerle meşgul oluyorlar.
Dinen de caiz olmayan, Hristiyan bir erkeğin Müslüman bir kadınla evlenmesi yasak. Hatta buna uymayıp evlenen bir çiftin ölüm cezasına çarptırıldığı söyleniyor. Ölüm cezasından da ancak Müslüman olarak kurtulabiliyorlar.
Bu devirde çocukların eğitimine de çok dikkat ediliyor. Mesela her çocuk, dört-beş yaşından itibaren, ata binmesini, güreş yapmasını ve ok atmayı öğreniyor. Çocukluktan itibaren “Sıbyan mektebi”, “daru’t-talim”, “taş mektep”, “mahalle mektebi” gibi eğitim kurumlarında eğitimler veriliyor. İlmihal, Peygamberimizin hayatı, İslam tarihi, hafızlık, fıkıh, hadis, Arapça, sarf ve nahiv, edebiyat, mantık, adab-ı mubahase, usul-i tedris, ilm-i kelam, hendese, coğrafya, tarih, matematik, astronomi ve tıp üzerine dersler yapılıyor. Aldıkları eğitim ve branşlaştıkları alana göre vasıflandırılıyor ve derecelendiriliyorlar. Eğitim parasız, tüm masraflar vakıflar tarafından karşılanıyor.
Artık hava iyice kararmış, bu devirde yaşananları anlatan ihtiyar da yorulmuştu. Benimle tanıştığına memnun olduğunu söyleyerek müsaade istedi ve aheste adımlarla evine doğru yola koyuldu. İhtiyarın ardından ben de 17. yüzyıla veda ettim.
Görüş: M. Taha İnci
Aylık Baran Dergisi 4. Sayı
Haziran 2022